İnovasyon Üzerine Bir Deneme (1. Bölüm)

Cemil Şinasi Türün
Türkçe Yayın
Published in
6 min readJul 7, 2019

--

Bir kız çocuğu düşünün, bir Anadolu köyünde tezgahta halı dokumaktadır. Halısını dokurken, hem kendi hikayesini katmaktadır hem de yöresinin. Yani elinde kullanabileceği iki tür değişken vardır, biri yerel, diğeri kişisel. Halıyı satır satır dokur, bu arada her satırda, her ilmekte bir karar vermektedir: Bu karar, ilmeğin hangi renk iplikle yapılacağı ve kaç sıra gideceğidir. Bunu yapmak için hem o satırı hem de halının bütünlüğünü kafasında tutmak zorundadır. Yaptığı desenler simetrik ise, bir döngü içinde aynı hareketi defalarca tekrarlayacaktır. Mesela her yeni satırda atacağı düğüm sayısı ya bir tane artacak, ya bir tane azalacaktır.

Şimdi, bu paragrafta, halı kelimesini bilgisayar programıyla, tezgahı bilgisayarla, yerel desenleri, işletim sistemi (global) değişkenleriyle, kişisel olanları da yerel değişkenler kelimesiyle değiştirirseniz, halı dokuma işi program yazmakla aynı iş olur. Sonuç çıktısı, bilgisayarda istenen işi yapan bir printout ise mesela, halı da tezgahın çıktısıdır. Hata ya da uyarılar varsa halının üzerinde görünecektir. Yakın coğrafyamızda Türkçe konuşan tüm milletler ve bize komşu diğer halklar (İranlılar, Afganlar, Ermeniler) yüzyıllardır bu programı yazıyorlar, hem de bu işi 10–12 yaşındaki kız çocuklarının yapabileceği düzeyde biliyorlar.

İnovasyon ve teknoloji üretmekle ilgili ne zaman bir konu açılsa, ben bu örneği vermeye çalışırım. Ne kadar sofistike bir kültürün üzerine doğmuş olduğumuzu anlayalım isterim. 1997 yılında kurduğumuz yazılım şirketinin adını Yoğurt Teknolojileri koymuştum; ilk defa duyanların yüzüne gülümseme getiren bir isimdi. Ama yoğurtun çok önemli bir teknoloji ürünü olduğunu anlattığım zaman işin ciddiyetini anlamaya başlarlardı. “Sütü dışarıda 3 gün unutursanız yoğurt olmaz arkadaşlar”! Sütün yoğurta dönüşmesi için, içine teknoloji, ya da Türkçe yeni bir terim olan”yapabilgi”, yani yoğurt “yapabilme bilgisini” eklemeniz gerekir. Yoğurt yapabilgisi yüzyıllar boyunca öyle başarılı korunmuştur ki, çok yakın bir tarihten, 1918’den önce Avrupalılar yoğurt diye bir ürünü bilmiyorlardı. Avrupa’ya buradan aldığı yoğurdu ilk götüren ve orada çocuklara mide ilacı olarak çoğaltan ve satan kişi, 1912'de Selanik’den İspanya’ya göçmüş olan İzak Karasu isimli bir vatandaşımızdı. Sonradan oğlu Daniel’in adını vereceği şirketi biliyorsunuz: Danone! (Danielcik demekmiş bu.) 1950'lerden önce ABD’de de yoğurt bilinmiyordu, 1952'de ilk defa ilaç olarak satıldı. Son on yılda Amerikalılara da (kutu üzerinde Greek style yazsa da) mayası buradan gitme hakiki Türk yoğurdunu yedirmeyi başaran Chobani’nin şimdilerde ünlü olan hikayesini biliyorsunuzdur.

Ta 11. yüzyılda yazılmış bir Türkçe sözlüğü olan Divan-ı Lügat-it Türk’de “yoğurtu” diye bu kelime geçer: Yoğurmak ve/veya yoğunlaşmak kavramları ile ilgili bir sözcüktür. Yoğurtun mayası yine yoğurttur, bunu herkes bilir. Ama, şimdi size soruyorum: Elinizde hiç yoğurt yokken sütü neyle mayalarsanız yoğurt elde edersiniz? Bunu bilene bugüne dek pek rastlamadım! Ben ilk defa 1550’lerde yazılmış bir kitaptan öğrenmiştim (Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati). İncir küfü ile mayalanırmış süt. Bu küften gelen bir bakterinin uygun ısı ve nem koşullarında coşup çoğalması ile sütte yoğunlaşma olur ve böylece yoğurt oluşur. İşte size gündelik hayatımız içinde iki yüksek yapabilgi (teknoloji) içeren ürünü, ikisi de birbirinden sofistike! Yüksek yapabilgi dememin sebebi de bu iki ürünün, halı ve yoğurtun yüzyıllarca üretim sırlarını korumuş olmaları ve bu coğrafyanın en çok merak edilen ve peşinde koşulan ürünleri olmuş olmalarıdır. Örneğin, Türk halılarının ipliklerinin doğal boyalarla boyandığını hepimiz biliriz, ama, kırmızı rengi veren doğal boyanın nasıl elde edildiği üzerine İngiliz sanayicilerinin ve devletinin 17. yüzyılda yıllarca kafa patlattıklarını, hatta Antalya’ya iki defa sefer yaptırıp bu yöremizde kırmızı boya üreten Yörük vatandaşlarımızı gemilere koyup ülkelerine kaçırdıklarını pek bilmeyiz.

İnovasyon ne demek?

İnovasyon ne demek onu biliyor muyuz acaba? Bu tabirin dilimizde hala tutulmuş bir karşılığı yok, TDK’nın önerdiği “yenileşim” fena değil bence, ama Türkçe bir tabirin kullanılmamaya devam etmesi, henüz konunun bizim kültürümüze taşınmış olmadığı gösteriyor. Halbuki şöyle bir atasözümüz var: “Su var şeker var, un var, helva yapamıyoruz”. işte bu atasözü tam olarak inovasyonu anlatıyor: İnovasyon, elimizde olan bilgi ve malzeme ile daha önce yapılmamış bir yeniliği ortaya çıkarmak anlamına geliyor.

Teknolojik yenilik yapmanın, yapabilgi üretmenin üç seviyesi var:

1- Özgün, daha önce yapılmamış bir teknolojik yenilik ortaya koymak,

2- İnovasyon yani yenileşim yapmak, var olan bir veya daha fazla teknolojik buluşu bir arada kullanarak yeni bir ürün ortaya koymak.

3- Yapılan bir yenileşimi veya teknolojik buluşu iyileştirmek, geliştirmek.

Hep bu konudaki tartışmalarda duyarım, Japonlar için söylenegelmiş bir sözdür: Japon milleti kendisi yeni teknoloji üretmez (ya da üretemez) ama yapılmış bir yeniliği alıp kendine göre çok güzel özelleştirir ve daha ileri götürür diye. Buna örnek olarak olarak 1543'de Avrupalı ilk seyyahlarla yani çoğunluğu misyoner olan maceraperestelerle karşılaşan Japonların, ülkelerine gemilerle gelen bu yabancıların elinde gördükleri ateşli silahları alıp sadece on yıl içinde tüm ülkede sayısız atölyede bu silahların benzerlerinden, hem de yüzbinlercesini ürettiklerini, “reverse engineer” ettikleri bu silahları daha da mükemmelleştirdiklerini kaynaklar anlatırlar. Japon’lar, ne amaca hizmet ettiğini anlamadıkları bu Avrupalı misyonerleri 1600'lerde karga tulumba ülkelerinden attılar. Ta 1868'de yeniden Meiji döneminde onları tekrar ülkelerine kabul edene kadar Avrupalılar ve tüfekleri Japon adalarına giremediler.

Bizim bulunduğumuz coğrafyanın gereği olarak Japonlar gibi yapmamız, ve ülkemizi Avrupalı seyyahlara ve tüccarlara kapatmamız mümkün olmadı. Ya Avrupalıları kendi oyunlarında yenecektik, ya da yenilen taraf biz olacaktık. İkincisi oldu. Muskat diye1500'lü yılların başından itibaren tüm savaş alanlarında görülmeye başlanan uzun namlulu tüfeğe denilir. Misket tabir edilen demir bilyeleri barutla fırlatan bu tüfeklerin yüzlerce örneğini İstanbul’daki Askeri Müzede görebilirsiniz. Bunların Türkiye’nin yerli sanayii ürünleri olduğu, imal eden ustaların bu tüfeklerin kabzalarına attıkları imzalarından bellidir. Ayrıca, “tetik” kelimesinin Türkçe olmasından şüphelendiyseniz şüpheniz boşa değil, bu mekanizma, yani tüfeği bir düzenek yardımıyla ateşleme mekanizması da muhtemelen yerli bir mühendisimizin buluşudur, gavurdan apartma değildir. (O dönemde icat edilmiş bir çok benzer tetikleme mekanizması Avrupa’da da mevcuttur, kimin kimden ne derecede etkilendiği çok belli değildir.)

Ama bu silahları bu kadar kaliteli ve çok sayıda yerli olarak üreten Türkiye’nin, 1600'lardan itibaren bu tüfeklerin çok “inovatif” bir kullanımını keşfeden Avrupalılara yenilmeye başladığını, ülkemizi o zamana kadar ayakta tutan, bize özgü bir dağıtık vergi toplama mekanizması olan Timar sisteminin bu inovasyon sonucunda bozulduğunu da söylemem gerekiyor. (Bu konuyu detaylı olarak işlemeyi başka bir yazıya bırakıyorum).

Top yani uzaklara metal bir gülle fırlatmaya yarayan uzun ve delikli silah çok ilginç bir inovasyondur. İnovasyonların Kralı, daha doğrusu Hanıdır denilebilir, zira Cengiz Han’ın aracı olduğu bir inovasyondur. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan gelme yapabilgi içerir. İlk topu yaptıran Cengiz Han’dır. Bu silahın yarısı Doğu yarısı Batı bilgisidir ve Cengiz Han bu iki coğrafyayı atının sırtında hızla yol alarak birleştiren göçebe atamızdır. Büyük dedesi Attila gibi, o da Avrasya kıtasını 750 yıl sonra tek bir bütün haline getirmeyi başarmıştır.

Cengiz Han’ın 1200'lerin başında Paris’ten getirttiği kilise çanı imalatçısı ustalar, getirdikleri metal döküm sanatı bilgisi ile Moğol ordularının tarihteki ilk havanları yapmasını sağlamıştır. Demir güllelerin uzağa fırlatılmasını sağlayan barutu ise Çinli ustalar getirmiştir. İlk havan topları uzun namlulu değildi, sadece ağızları yukarı dönmüş kilise çanlarıydı. Bunların iyileştirilmesi, yani üçüncü türden yenileşim geçirmeleri zaman içinde ve adım adım olmuştur. Cengiz Han’ın ele geçirmek istediği şehir duvarlarını hızlı bir şekilde yıkacak bir silaha ihtiyacı vardı. Daha önce bu amaçla bir nehrin yatağını değiştirmişti ve az kalsın orduları sele kurban gidecekti. İşte ihtiyacın doğurduğu bu inovasyon sonucunda ilk toplar ortaya çıktı.

1453’de Fatih’in İstanbul surları önünde kullandığı (ya da kullanamadığı) dev topların yapımcısının Urban isimli Macar bir usta olması, bizim kafamızda topun Avrupa’ya özgü bir buluş olduğu fikrinin doğmasına sebep olmuştur. Bu yanlış fikri hemen burada sildiğinizi umuyorum. Top denilen inovasyon için, coğrafyaları ve sınırları tanımayan bir zeka, bir Cengiz Han gerekmiştir. Top, ikinci tür inovasyona örnektir: Kilise çanı ve havai fişek barutunun özel bir biçimde birleştirilmesi ile ortaya çıkartılmıştır, Cengiz Han’ın özgün fikridir. İhtiyaçtan doğmuştur.

Sonuç:

Ben derdimi şuracıkta açık edeyim müsaade ederseniz: 35 yıldır orijinal yapabilgi, inovasyon ve ürün üretmekle iyi/kötü isim kazanmış birisiyim. Bunu yaparken de kendi özümden ve öz kaynaklarımdan başkasını kullanmadım. Benim derdim, arkamdan yetişen genç arkadaşlarıma, bizim neslimiz gibi ezik yetişmemeleri için gereken barutu kazandırmaktır. Bu barutu kazandırmak için, teknoloji ve inovasyon kavramlarını daha iyi özümsemek için ne oraya ne buraya, sadece kendi içimize, kendi özümüze bakmamız gerektiğini söylemek istiyorum.

[Bu yazı, genç kardeşim Onat Kibaroğlu’na ithaf edilmiştir.]

Facebook | Twitter | Instagram | Slack | Kodcular | Editör | Sponsor

--

--