İnsanın Anlam Arayışı- Kitap İncelemesi

Havva Nur Koruca
Türkçe Yayın
Published in
9 min readJan 1, 2024

“Bunlar başıma nasıl geldi?

Ben buna nasıl dayanacağım?

Bu şekilde nasıl yaşanır?”

Bu ve benzeri soruları pek çoğumuz duymuş veya içimizden geçirmişizdir. İçinde sevinçler bir yana üzüntünün de bulunduğu bu dünyada bu soruları sormamak veya akıldan geçirmemek mümkün değildir. Başa gelen ızdıraplı hayatlar nedeniyle bu soruları sormayı seçenler ile o kadar ızdıraplı hayatı olmasa bile yine de yaşadığımız herhangi bir şey için bu nasılları sormayı seçen birçoğumuz gibi tüm bu “nasılları” nasıl anlamlandırabileceğimizden bahsetmek istiyorum.

Uzun zamandır hayatın anlamına dair romanlar okuyordum. Son zamanlarda ise romandan farklı olarak Psikiyatr Victor E. Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı isimli kitabını okumaya başladım. İnsan olarak içgüdümüzden gelen anlam arayışını reddedemeyişimizden midir bilmiyorum ama kitabın içeriği her okuyucuya mutlaka tesir edecek türden.

Kitabın yazarı Psikiyatr Frankl, Nazilerin toplama kampına alınıyor. Herkesin bildiği toplama kamplarının tüm o zor koşullarından; tutsakların aç bırakılarak küçük kuru bir ekmekle günlerini idare etmelerinden, zor şartlar altında çalıştırılmaları bir yana aşağılayıcı muameleye maruz bırakılmalarından ve içlerinden bazılarının fırınlara gönderilmesinden bahsetmek istemiyorum. Zira Frankl da eserinde esas olarak bunun üzerinde durmamakta; kendi gibi tutsakların psikolojisini aşama aşama inceleyip her koşula rağmen yaşanmaya değer şeylerin ne olduğu ve yaşamın bizleri sınadığı her an için takındığımız tavrın ne olduğuyla ilgilenmektedir.

İlk olarak ben de Frankl’ın takip ettiği sırayı takip ederek sizlere toplama kampındaki tutsakların psikolojik evrelerini anlatacağım. Frankl, tutsakların kampa getirilişinden itibaren göstermiş olduğu zihinsel tepkilerin üç evreye ayrıldığını anlatmaktadır:

- Tutsağın kampa getirilmesiyle başlayan evre

- Tutsağın kamp rutinine uyum sağladığı evre

- Tutsağın serbest bırakılmasının ardından gelen evre

Tutsağın Kampa Getirilmesiyle Başlayan Evre

İlk evre için Frankl, psikolojide “af yanılsaması” adı verilen durumdan bahsederek tutsakların umut kırıntılarına tutunarak SS subaylarının neredeyse kendilerine sevimli göründüğünden ve tutsakların kendilerine ne olacağını tam olarak henüz kavrayamadıklarından bahseder. Bunun ardından mizah duygusu içerisine girdiklerini ve birbirlerine şakalar yaptıklarını anlatır. “Mizah, ruhun kendini koruma savaşında bir başka silahıydı. Mizahın sadece birkaç saniye bile olsa insana, başka her şeyden fazla olarak her durumun üzerine çıkabilecek bir mesafe ve beceri sağladığı iyi bilinir.”

Bunlar tutsakların kampa getirildiği ilk anlardır. Kendilerine tam olarak ne olacağı hakkında hiçbir öngörüleri yoktur. Sadece güçlü görünüp fırınlanmayı istememektedirler. Tolstoy’un Savaş ve Barış kitabını okurken öğrendiğim insanın dayanma gücü ve her şeye alışma yeteneğini Frankl, toplama kampında deneyimlediğini ve tutsaklar olarak hep birlikte şunları söylediklerini aktarır: “Ders kitapları yalan söyler! Bir yerlerde insanın belli bir saatin üzerinde uykusuz kalamayacağı yazıyordu. Tamamen yanlıştı! Yapamadığım bazı şeyler olduğunu zannediyordum: Şu olmadan uyuyamam ve bu olmadan yaşayamam gibi.” Halbuki insanoğlu dikkati başka yöne kaydırabilme gücü sayesinde “bu şekilde hayatta yaşayamam” dediği yerlerde yaşıyor, yiyor, içiyor ve uyuyordu.

Tutsağın Kamp Rutinine Uyum Sağladığı Evre

İkinci evrede ise kampta insanlar artık normal tepkiler gösteremez olmuş; bir şeye yüzünü ekşitme, şaşırma, tiksinti gibi tüm bu insanı ve içgüdüsel gelen tepkileri veremez olmuşlardı. Artık tepkisizlik durumuna geçiş yapmışlardı. Eskiden olağan dışı bir duruma tanık olduklarında başlarını bir tarafa çevirirlerken artık gözlerinin önünde gerçekleşen normal olmayan şeyleri hiçbir şaşkınlık duymadan izleyebiliyor duruma gelmişlerdi. Frankl, burada psikolojide normal olmayan olaylara olağan dışı tepki vermenin sağlıklı olduğunu anlatarak tutsakların artık tepkisizlik hali içerisinde bulunduğunu tecrübeleriyle bize aktarmaktadır. Bu çeşit duyarsızlığın insanda görülen bir çeşit savunma mekanizması olduğunu anlayabiliyordum. Ancak Frankl, toplama kampındaki tüm bu fiziksel acılardan ziyade kişiyi onursuzlaştırma türünden zihinsel acının daha büyük bir acı olduğunun da altını çizer.

Kitabın yazarı Frankl, ailesinden ayrı tutulduğu bu kampta eşini düşünmeye başlayarak onu tüm gerçekliğiyle hayal eder ve bir hakikati yaşar: “…sevgi, insanın ulaşabileceği en yüksek ve en büyük hedefti. O anda, insan şiirinin, insan düşünce ve inancının ayırt ettiği en büyük sırra hiç haiz oldum: İnsanın kurtuluşu sevgiyle ve sevgidedir. Elinde hiçbir şeyi kalmamış bir insanın dahi, kısacık bir an için bile olsa, sevdiğine ilişkin düşüncelerden nasıl mutluluk duyabileceğini anladım.” Frankl, eşinin yaşayıp yaşamadığına dair bir bilgiye sahip olmamasına rağmen şöyle düşünmektedir: “Artık çok iyi öğrendiğim tek bir şey biliyordum: Sevgi fiziksel bir varlık olarak, sevilen kişiden çok daha öteye gidiyordu. En derin anlamını tinsel varlıkta, iç benlikte buluyordu. Onun gerçekten var olup olmadığı, yaşayıp yaşamadığı önemini bir ölçüde yitiriyordu.”

Zihinsel Özgürlük

Frankl, toplama kampında kaçma şansını birkaç kez elde ettiğini ama her kaçma girişiminde içini kaplayan nahoş bir duygu olduğundan bahseder. Toplama kampında bir yandan gönüllü doktorluk yapmaya başlayan Frankl, kendini kurtarmak pahasına hastalarına karşı sırtını dönerek kampı terk etmek istemez ve kaçmaktan vazgeçip hastalarına döndüğünde ise o nahoş histen kurtulduğunu aktarır. Yine Frankl ölümünü anlamlandırmak için tifüs hastalarının bulunduğu başka bir kampa da gitmeyi kabul eder; her halükarda burada zaten öleceğini, verimsiz bir şekilde ölmektense ölümünün anlamlı olmasını diler: “…bir hekim olarak yoldaşlarıma yardım etmek için çalışmamın daha anlamlı olacağını düşündüm.”

Kitap genel itibariyle okuyucuya şunları sorar:

“ …İnsanın birçok koşulun ve çevresel faktörün (biyolojik, psikolojik veya sosyolojik) ürününden fazla bir şey olmadığını söyleyen o teori doğru mudur? Daha da önemlisi tutsakların toplama kampının tekil yaşamına yönelik tepkileri, çevrenin etkilerinden kaçılamayacağını mı gösterir?”

Günümüzün de yaygın ve kabul gören bu fikri; çocukluğumuzda maruz kaldığımız muamelelere göre geliştirdiğimiz karakterimiz doğrultusunda hareket ettiğimize yönelik bu düşünce, aslında içi boş bir temele dayanmaktadır. Halbuki insanın zihinsel özgürlüğü her zaman bulunmakta, hangi koşullar altında bulunursa bulunsun hareketlerini ve tutumunu kendisinin seçtiği, çevrenin etkilerindense insanın ne tür bir insan olduğunu kendisinin belirlediği asıl olandır. Yani insan sanıldığı kadar çocukluğunda yaşadıklarının etkisi altında kalmamakta her zaman için davranışlarını kontrol edebilme özgürlüğüne sahiptir. En büyük acılarda dahi insan en “aziz” insan olabilmektedir. “İnsan bu korkunç ruhsal ve fiziksel stres koşullarında bile tinsel özgürlüğünü, zihinsel bağımsızlığını koruyabilir… Biz, toplama kampında yaşamış olanlar, barakalar arasında gezerek diğerlerini teselli etmeye çalışan ve elindeki son ekmeği paylaşanları hatırlayabiliriz. Sayı olarak az olabilirler ama her şeyi elinden alınmış bir insandan alınamayacak bir şey olduğunun yeterli kanıtını oluştururlar: İnsan özgürlüğünün son kalıntısı olan, koşullar ne olursa olsun kendi yolunu seçme tutumunu.”

Her insan bulunduğu anda karşılaştığı şey ne olursa olsun o olayın gerektirdiği davranışları içerisinden çekip çıkarabilir. İnsanın bir olayda nasıl davranacağı her olaya, her duruma, her kişiye göre kısaca insandan insana farklılık gösterir. Bu bağlamda herkesin hayatının anlamı o andadır ve o şahsa özeldir. İnsanlardan birisinin varlığı diğer insanların varlığından farklıdır. O insan diğer insan yerine, diğer insan ise o insan yerine geçemez. Her insan, Frankl’ın deyimiyle “tek ve biricik” olup her insanın varlığı değerlidir.

Kitapta tutsakların gelecekleri için bir hedef görememeleri hali de onlar için hayatı yaşanmaya değer yapmamaktaydı. Kimi tutsaklar geleceklerine dair bir hedef görmediklerinden çöküşe uğruyorlardı. Fakat bir gün bu kamp hayatının sona ereceğine yani kurtulacağına dair inanç besleyenler ise ruhsal olarak daha sağlıklı olmakla birlikte çevresine karşı da davranış ve tutumları iyiden yana olabiliyordu. Tutsakların hayatının anlamı tutsak olarak kaldıkları kamp hayatının içinde değildi; kamp hayatının dışında, bir gelecek olarak gördükleri kamp hayatının sona ermesindeydi. Elbette Nazi kampından kurtulamayıp ölenler de vardı, birçoğu da ölmüştü ancak burada bahsettiğimiz tutsağın inancıdır ve her şeye rağmen kurtulacağına inanan tutsak çektiği acıyı anlamlandırabiliyor ve iyi bir tutum sergileyebiliyordu. Kampta yaşayan tutsaklardan olumlu davranışlarda bulunanlar ancak kampta sadece geçici süre kalacağına inananlardı. Onları kampın geçici olduğuna ve bir gün kampın bu zor koşullarından kurtulacaklarına dair inançları davranışlarını kamp sonrası hayata hazırlıyordu; kamp içerisinde en ilkel koşulda bile minik iyilikler yapabiliyorlardı.

Ne var ki kampa mahkum olduğunu düşünen ve kurtuluşun asla gerçekleşmeyeceğini ve burada ölüp gideceğini düşünen tutsaklar da çöküntüye uğrayan ve ahlaken söz etmek istemeyeceğimiz tutsaklar oluyorlardı. Frankl’ın ifadesiyle “aziz” olan tutsaklar kamptan sonraki yaşamın olduğuna inanan insanlardı. Nasıl tutsaklar için bir gün kamp hayatı bitiyor ve kamp hayatı sonrası bir yaşam varsa yani kamp hayatının anlamı içindekiyle değil dışındakiyle oluyorsa bu dünyanın anlamı da içinde değil dışındaydı. “Zor zamanlarda, her birimizi izleyen biri ( bir arkadaşın, eşimizin, ölmüş veya hayatta olan birinin veya Tanrı’nın) olduğunu ve onları hayal kırıklığına uğratmamamız gerektiğini söyledim. Onlar bizi sefilce değil, gururla acı çekerken ve nasıl öleceğimizi bilirken görmeliydi.” Tutsak hem bu inançtan hem de sevdiğini hayal kırıklığına uğratmama isteğinden davranışlarını buna göre özgürce belirleyebiliyordu.

Bu nedenden olsa gerek insanın özgürlükleri elinden alınsa, büyük acılara maruz bırakılsa, işkenceler görse bile bir insan yine de o koşulda dahi tutumunu belirleyebileceği zihinsel özgürlüğe her zaman sahiptir. İrade, var olan yadsınamaz bir gerçektir. Şimdiye dek gelmiş geçmiş büyük idealleri uğruna can veren insanlar; peygamberler ve sahabeler bunun en muhteşem örnekleridir. İşte onlar bu zihinsel özgürlükleriyle davranışlarında büyük işkenceler altında bile “aziz” olandan yana tercihte bulunabiliyorlardı. Kamp sonrası yaşama geçemeyeceğini düşünen tutsaklar daha bencil olup olumsuz davranışlarda bulunuyorlardı. Kamp hayatı ancak kamp sonrası hayatın varlığına inanılınca anlamını buluyordu. ‘’Yaratıcı bir yaşam ve zevkler onun elinden alınmıştır ama anlamlı olanlar, sadece yaratıcılık ve zevk değildir. Yaşamda gerçekten bir anlam varsa, o halde ıstırapta da bir anlam olmalıdır. Istırap, kader ve ölüm gibi yaşamın alaşağı edilemez bir parçasıdır. Istırap ve ölüm olmadan insan yaşamı tam olmaz.” Başımıza gelen her olumsuz olayda, ızdıraplarda veya yaşam içerisinde düşündüğümüz herhangi bir konuda aslında tüm olumsuzlukları nasıl anlamlandırabileceğimizi ve içimizde takındığımız tutumda anlamın nasıl yer alabileceğini görüyoruz.

Tutsağın Serbest Bırakılmasından Sonra Gelen Evre

Tüm bu anlatımlardan sonra Frankl’ın ayırdığı zihinsel tepkilerin üçüncü evresi olan, 2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle serbest kalan tutsağın psikolojisine geçmek istiyorum. Toplama kampından sağ olarak çıkabilen bazı tutsaklar bu evrede -bizlerin de günlük hayatta çok sık rastladığımız türden olan- kendi çektikleri acılardan ötürü başkalarına da çektirme düşüncesinde bulunmaktadır. “Onlar için değişen tek şey artık ezilen değil, ezen olmalarıydı. Zor kullanımın ve adaletsizliğin nesnesi değil, uygulayıcısı oldular. Davranışlarını, kendi korkunç deneyimlerine dayanarak gerekçelendirdiler… Bu insanlar kendilerine yanlış yapılmış olsa bile, kimsenin yanlış yapma hakkının olmadığına yönelik sağduyuyu ancak yavaş yavaş kazanabilirlerdi.” Bunun kazandırılmaması halinin ise yine aynı sonuçlara mal olabileceğini öngörüyordum.

Frankl, kitabında tutsağın memlekete döndükten sonra yaşadığı “içerleme ve hayal kırıklığından da” bahseder. Bu bölüm, bir insanın hayatında yaşadığı acılardan sonra diğer insanların kendisine söylediği sözleri ve gösterdiği davranışları konu alır. Bu bölüm genelde insanların “biz de çok çektik” gibi sözler sarf ettiği ve döndükten sonra tutsağın hayatındaki kayıpların ve değişimlerin olduğu başa çıkılması zor bir bölümdür. Her şeyden bahsetmek istediğim de yazımın oldukça uzun olacağının farkındayım. Bu nedenle kısa kesip yazımın yavaş yavaş sonuna gelmek istiyorum.

Logoterapi

Yukarıda Nazi kampında bulunan tutsakların bile nasıl “ruhsal özgürlüklerini” koruyabildiklerini anlattım. Bu anlatılan aslında Nazi toplama kampında kalan Psikiyatr Frankl tarafından geliştirilen psikoterapi türü olan Logoterapi’dir. Logoterapi, geçmişe dayanarak oluşturulan bir yöntemden ziyade kişiye geleceğini dolduracağı bir anlam vermektedir. Frankl, Sigmund Freud’a nazaran insanda “bireysel farklılıkların” belirsizleşmeyeceğini hatta daha da farklılaşacağını kendi yaşayarak deneyimlemiş ve Logoterapi’yi geliştirmiştir.

Hayatın anlamının insandan insana, andan ana değişebileceğinden bahsettim. Ancak bir metot göstermek gerekirse Frankl, Logoterapi’de bunu üç yolla açıklamıştır:

1. Bir üretimde bulunarak, bir iş yaparak

2. Bir şeyi deneyimleyerek veya biriyle temas ederek

3. Kaçınılmaz olan ızdıraba karşı alınan tavırla

Kısaca hayatın anlamını kelimelerle açıklamak çok sığ kalmasına neden olabilir ama üretmek, sevgi ve ızdırapta anlamın aranabileceğini anlıyoruz.

Logoterapi Bakışıyla Suç

Nazi toplama kampında kalan tutsakların çok ağır koşullarda bile tutumlarını belirleyebilecek özgürlüğe sahip olduğundan bahsettim. Ancak günümüzde karşılaştığımız görüşlerden “çocukluğumda bunu yaşadığım için böyle davranıyorum” gibi inanışların ne kadar boş bir inanç olduğunu anlamış bulunmaktayız. İnsan çocukluğunda olumsuz durumlara maruz kalsa bile bu insanın tercihlerini, seçimlerini, davranışlarındaki özgürlüğünü etkileyebilecek düzeyde değildir. Tıpkı toplama kampındaki tutsaklarda olduğu gibi her koşul altında insan, davranışlarını yönlendirebilme iradesine sahiptir.

Şimdi bu eleştirdiğimiz düşünceyi bir an için tamamen doğru kabul ederek suç işleyen bir insanın psikolojisini inceleyelim. Halkın deyimiyle yüz kızartıcı bir suç işlemiş bir insan düşünelim. “Çocukluğumda bunu yaşadığım için böyle davranıyorum” ve benzeri düşünceleri kabul ettiğimizde insanın çocukluğunda yaşadığı koşulların zorluğu, ailesiyle olan kötü ilişkileri, sosyoekonomik durumu gibi ağır koşulların varlığı suçlu bir insanı aklamak durumunda bırakır. İradeyi yadsımak veya irade üzerinde bu gibi koşulların varlığını tek neden kabul etmek suç işleyen bir insanı cezalandırmamamız gerektiğine yönelik bir düşünceyi doğurur veya mecburen bir cezalandırma yapılıyorsa bile bu cezalandırma suçluyu kınamadan, caydırıcılıktan uzak bir şekilde sadece toplumu suçlu kişiden korumak için gerçekleştirilen bir araç vaziyetini alır. Ancak cezaların mağdurun içinde oluşan adaletin sağlanması iç güdüsünü de tatmin etmesi gerekir. Zira Amerika Birleşik Devletlerinde seri katil Pedro Lopez’in vicdanları tatmin eder nitelikte yeterince ceza almaması nedeniyle kurban yakınlarının kendi yöntemlerince adaleti nasıl da tesis etmeye çalıştıklarını biliyoruz. ‘’En az 100–110 genç kızı öldürdüğünü soğukkanlılıkla itiraf eden Lopez polis müfettişlerini şaşırtmakla birlikte suçunu kanıtlayacak delil de bulunamamıştır.[11] 100 üzerinde çocuğu yaralama, tecavüz ve öldürme suçlarıyla López ömür boyu hapis cezasıyla yargılanmıştır.[12] 1998 yılında López ‘iyi halden’ serbest bırakılmıştır.[13] Kurbanların yakınları López’i öldürene kişi başına 25.000$ yaklaşık 250.000 Amerikan Doları ödül vadetmişlerdir.[14] Daha sonra Kolombiya’da tekrar göz altına alınan seri katil deli olduğu gerekçesiyle üç sene hastanede yatmış daha sonra serbest bırakılmıştır. Kendisinden bir daha haber alınamamıştır.[15][16]’’

En zor koşullar altında toplama kampında kalan tutsaklar nasıl davranışlarını belirleme özgürlüğüne sahiplerse hangi hafifletici sebepler bulunursa bulunsun insan, suç işleyip işlememe iradesine sahiptir. Yoksa hiçbir suçluyu cezalandıramayız. Frankl’da bunu “Birinin suçunu tam olarak açıklayabilmek, suçluluğunu gidermek ve insanı özgür ve sorumlu bir insan değil, tamir edilmesi gereken bir cihaz olarak görmekle aynı anlama gelir.” şeklinde belirterek iradeyi yok sayan görüşü eleştirir.

Kollektif Ceza

Frankl, Nazi toplama kamplarında kalmış ve oradan sağ çıkmayı başarmış bir psikiyatrdır. Frankl, bir kadının kendisine neden hala kitaplarını Almanca yazdığını sorduğundan bahseder. Frankl’a göre başkasının yaptığı fiilden bir başkasının cezalandırılması hakkaniyetli değildir. Bir milleti, bir ırkı veya bir ülkeyi kötüleme şeklinde yapılan davranış aslında suçu olmayan bir insanı, başkasının işlediği davranış nedeniyle cezalandırmakla aynı şeydir. Bir Afganistanlıyı sırf Afganistanlı olduğu gerekçesiyle küçük görmek, bir Suriyeliyi sırf Suriyeli olduğu gerekçesiyle aşağılamak tamamıyla hakkaniyetsizdir. Fiili olarak aktif bir şekilde herhangi bir aşağılayıcı davranışta bulunmasak bile içsel bir yüz buruşturma hali de bakışımızın ne kadar Frankl’ın deyimiyle “aziz” olmaktan uzak olduğunu gösterecektir. Aktif bir eylem gerçekleştirmeyi gerektirmeyen bir olayda bile kendi içimizde muhasebe yaptığımız zaman onurlu olan davranışı görebiliriz.

Hayatın Anlamı

Özgürüz. En kötü koşulda bile neyi seçeceğimizde özgürüz. İnsandan insana değişen hayatın anlamı, karşımıza çıkan koşullar içinde yaptığımız seçim ve bu seçimin getirdikleri… Her şeyden öte ise bu seçimin bu dünya hayatının dışında bir şeyin varlığını gösterir biçimde olması. Bu yol bizim hepimizin anlamı. Koşula göre değişen ama hepimizi aynı yere bağlayan şey hayatımızın anlamı.

--

--