İnsan Doğası Üzerine Bir Deneme

Emre Fidan
Türkçe Yayın
Published in
12 min readJun 30, 2024

İnsan gibi son derece karmaşık bir canlıyı ve onun davranışlarını açıklamaya çalışmak son derece meşakkatli bir iş. Felsefe ve bilimin çeşitli disiplinleri asırlardır bu derin problemle uğraşıyor ancak gayet doğal olarak bir uzlaşıya varılmış değil. İnsanın insanla, toplumla ve doğayla kurduğu ilişkileri bir ağ gibi düşünürsek eğer, bu ağın en merkezi yerinde, diyebiliriz ki düğüm noktasında “insan doğası” meselesi duruyor. Üstelik bu meselenin gündelik hayatımıza değen bir yanı olduğu kadar, geleceğe yönelik tasavvurlarımıza da açılan bir kapısı var. Hele ki, düzenli aralıklarla sosyal, iktisadi ve çevresel krizler yaşadığımız günümüzde, bir muhasebe ihtiyacı duyanların genellikle ilk baktıkları yer insan doğası oluyor.

Distopik gelecek tasarımları ve felaket senaryoları ile yeni tanışmıyoruz elbette. Ancak yaşadığımız ‘salgınlar’ ve savaşlar bu karamsar tahayyüllere hız vermiş gibi görünüyor. Aslında bu durum belirli koşullar altında epeyi faydalı olabilirdi. Çünkü en nihayetinde bu sorunların tartışılması ve insanlığın gündemine girmesi çözüme giden yolda önemli bir adım gibi görülebilir. Fakat şu ihtimali de düşünmemiz gerekir, bazı durumlarda sorunun konuluş biçimi ve tartışıldığı zemin, bırakın çözüme yaklaştırmayı, tam aksine çözümün önünü tıkayan bir etki yaratabilir. Günün sonunda tüm sosyal ve çevresel krizlerin faturasının insana, insan doğasına kesilmesi, tüm olumsuz gidişatın kötücül, barbar ve istilâcı özümüz ile temellendirilmesi bende tam olarak böyle bir izlenim yaratıyor.

Bu teze göre, her türlü melânetin kaynağı olan insan, özünde taşıdığı şiddet, hırs, bencillik gibi duygular nedeniyle dünyamızı mahvetmektedir.

İlk olarak, eğer doğamızdan kaynaklanan böyle bir lanetle yazgılıysak, yani bir anlamda hepimiz suçluysak ortada kesinlikle bir suç yok demektir. Bu durumda tek tek tüm bireyleri, iradi olmayan bir biçimde kendi öz nitelikleri suça zorlamaktadır ve suçu, suç haline getirecek nesnel bir kıstasımız yok demektir. Arıları bal yaptıkları için kimse suçlayamaz ne de olsa.

İkincisi ise, eğer bu sorunların temelinde sabit-değişmez doğamız bulunuyorsa çözüm de yok demektir. İnsanoğlu bundan ibaretse, hırs ve bencillikle yoğrulmuş doğası ona hükmediyorsa, verili durumu aşacak dinamiklere sahip değildir. Oysa insanların gezegende başat tür haline gelebilmeleri tam da faklı koşullara uyum sağlayarak problem çözebilme yetenekleri ile olmuştur. Dolayısıyla “kötücül insan doğası” tezi kendi içerisinde hem sorunu/suçu hem de çözümü olanaksızlaştırmış olur.

Bu tezdeki üçüncü ve benim “esastan” olarak nitelediğim problem ise insan gibi dinamik, doğaya ve topluma yaptığı aktif müdahaleler ile hem bunlarda hem de kendisinde radikal dönüşümler yaratabilen bir varlığın özünün sabit bir şekilde ele alınmasıdır. Bu perspektifin edilgen bir varlık olarak gördüğü insan, böylece soyut-idealist bir sis perdesi ardına gizlenmiş olur.

‘Kötücül İnsan’ın Kökenleri

Modern zamanlarda insan doğasına dair kötümser bakışın temel izleğini Nietzsche’den Foucault’ya kadar uzanan anti-hümanist çizgide bulabiliyoruz. Hümanizmin akılcı iyimserliğine karşı en büyük taarruz Nietzsche’nin efendi-köle ahlâkı kavramsallaştırması ile gelmişti. Radikal bir demokrasi karşıtı ve anti-hümanist olan Nietzsche’de, baştan ayağa içgüdüsel bir tahakküm arzusu ya da efendilik statüsü ile inşâ edilen insan, Foucault’ya geldiğinde de, merkezsizleşmiş ve bu nedenle de genelleşmiş iktidar ağlarının pasif bir taşıyıcısı halini almıştır.

Fakat ilginç şekilde, kötücül insan doğasına dair uzun zamandır zihinlerdeki yerini koruyan temel yaklaşım anti-hümanistlerden değil; bireyin özneleşmesi, sosyal-politik rasyonalizasyon süreci, metafiziğin yerini maddenin alması gibi devrimci atılımları destekleyen Thomas Hobbes’tan gelmiştir.

Hobbes’un Leviathan’da insanın doğal durumu hakkında yazdıkları, üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen, bugün bile rekabet, hırs, bencillik ve şiddet gibi durumların felsefî dayanak noktası olarak görülüyor. Hobbes, “herkesin herkesle savaşı” diye nitelediği bu doğal durumun üç sebebi olduğu belirtir: “Birincisi rekabet; ikincisi, güvensizlik; üçüncüsü de şan ve şeref. [İnsanlar] Birincisi, başka insanların kişiliklerine, karılarına, çocuklarına ve hayvanlarına egemen olmak için şiddet kullanır; ikincisi, kendilerini korumak için; üçüncüsü ise, kendi kişiliklerine yönelik (…) küçümsemelere karşı şiddet kullanır.”[1] İnsanın kendi hayatını korumak için gücünü dilediği gibi kullanmasını bir doğal hak olarak gören Hobbes, diğer insanların da aynı hakka sahip olmasının yarattığı genel ve süreklileşmiş savaş durumunun, onları, “barışı aramak” dediği doğa yasasına sevk ettiğini yazar. Bu doğa yasası, insanların tamamını korku altında tutup, onları bir toplumsal sözleşme etrafında -bazı haklarından feragat etmelerini sağlayarak- düzene sokacak olan genel bir güç olarak gördüğü devlette somutlanır.

Yine bireyci bir liberal olan Herbert Spencer da kendi organizmacı-evrimci sosyolojisine uygun olarak bireysel çıkarın egemen olduğu toplumların ve rekabette öne çıkan güçlü bireylerin, acı ve kan dolu yaşam savaşını kazanacağını düşünür. Zorunlu işbirliği etrafında örgütlenen, kamu yararını gözeten toplumlar ve bireyler ise endüstriyel topluma göre daha aşağıdır ve yok olmalarında bir beis yoktur. Spencer bu uğurda parasız devlet kütüphanelerinin kurulmasına dahi karşı çıkar. Çünkü “en zayıf üyelerini yapay bir biçimde koruyan kurumlar, bir bütün olarak toplumun ahlâki ve entelektüel standartlarını düşürür.”[2]

Günümüz dünyasında insanlar arası ilişkilerde hırs, rekabet ve şiddetin önemli bir yer tuttuğunu ya da cinayetleri, savaşları ve kitlesel kıyımları inkâr edecek değiliz. Ancak dinamik ve tarihsel bir varlığa sabit bir doğa atfetmek, bir anlamda insanın her zaman ve her mekânda bunlardan ibaret olduğunu söylemek yaşamın gerçekleriyle ne kadar örtüşür? Tüm bunların müsebbibi kötücül doğamız değil de, toplumsal ilişkiler bütününün belirlediği yaşam koşullarımız olamaz mı?

Elbette tarihin farklı dönemlerinde yaşayıp, apayrı sınıfsal-politik konumlanışları olmasına rağmen meseleye bu perspektiften bakan birçok düşünür ya da bilim insanı oldu, ancak bu yazıda odak noktamız Kropotkin ve onun “Karşılıklı Yardımlaşma” eseri olacak.

Başka Bir İnsan Ve Başka İlişkiler

Ünlü anarşist kuramcı Kropotkin bahse konu olan kitabını yazma gerekçesini kitabın giriş bölümünde aktarıyor. Buna göre Kropotkin, Darwinizm ile sosyoloji arasındaki ilişkilere dikkat kesildiğinde bu önemli konuda yazılmış hiçbir eserle hemfikir olamadığını fark ediyor. Kropotkin’e göre, hayvanlar ve insanların hem kendi aralarında hem de birbirlerine karşı ilişkilerinde bir doğa yasası olarak acımasız bir hayatta kalma savaşının olduğunu vaaz eden bu eserler gözleme dayanmayan kanıtsız iddialardan oluşuyor. Bu nedenle Kropotkin de kendi gözlemlerinden ve başka bilimsel eserlerden yola çıkarak doğaya ve insana dair farklı bir tablo çiziyor.

Kitap ilk bölümlerinde hayvanları, ilerleyen bölümlerinde ise -çeşitli tarihsel evrelere göre sınıflandırarak- insan davranışlarını ve insanlar arası sosyal ilişkileri konu edinse de, tüm bölümlere sinen genel kanı; Darwin takipçilerinin aksine canlılar arasındaki sosyalliğin ve bu zeminden doğan karşılıklı yardımlaşma davranışının canlılığın sürdürülmesinde önemi yadsınamaz, temel bir işleve sahip olması oluyor. “Toplumsallık, karşılıklı yardımlaşma ve destek ihtiyacı insan doğasının öylesine içselleşmiş parçasıdır ki, tarihin hiçbir döneminde insanları geçim için birbiriyle savaşan ve tek başına yaşayan aileler haline göremeyiz. Tam aksine (…) çağdaş araştırmalar, tarih öncesi yaşamın başlangıcından bu yana insanların ortak soy fikri ve ortak atalara tapma ile kurulan gentes, klan veya kabileler halinde toplandığını kanıtlamaktadır. Binlerce yıl boyunca bu örgütlenme, dayatıcı hiçbir otorite olmaksızın insanları bir arada tutmuştur.”[3]

Güçlü sosyal ilişkiler tüm memelilerde olduğu gibi insanın da doğasında vardır. Toplumsallık bizim gibi zayıf bir türe zorlu koşullarda hayatta kalabilmek için büyük avantaj sağlar. Darwin de, insanı gezegenin başat türü haline getiren zihinsel yetilerindeki büyük ilerlemenin -fiziksel güçsüzlükten doğan dezavantajları gidermemize yarayan- toplumsallık ile bağlantılı olduğunu savunuyordu. Ona göre, toplumsal bir hayvan olmasaydık “duygudaşlık ve soydaşlarını sevmek gibi yüksek zihni nitelikleri” kazanmamız mümkün olmayacaktı.[4]

Kitabın vahşi-barbar insan toplulukları arasındaki sosyal ilişkileri incelediği bölümüne ‘aile’ konusuyla başlar Kropotkin. Buradaki ilk amacı insanoğlunun, varlığının o çok uzun süren ilk dönemlerinde aile örgütlenmesinde sahip olmadığını açıklamaktır. Bunun günümüzde zaten inkâr edilemeyecek bir gerçek olduğu söylenebilir ama yine de aile konusu önemlidir. Çünkü aile, haklı olarak kabile-komün örgütlenmesinin mülkiyetçi ve erkek egemen sosyal ilişkiler lehine çözülmesinin kritik bir eşiği olarak görülür. Ailenin tüm dünyada muhafazakâr politikacılar tarafından bir dokunulmazlık zırhı ile kuşatılması da bu yüzdendir. Alt sınıflara karşı girişilmiş son büyük iktisadi-politik saldırının mimarlarından Margaret Thatcher’ın sözünü hatırlamak yeterli: “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır.” Kropotkin’in de belirttiği gibi aile insanın kültürel gelişiminin çok daha sonraki safhalarının konusudur. “Aile ilkel bir örgütlenme biçimi olmaktan çok uzaktır, insan evriminin çok geç bir ürünüdür (…) ister poligam olsun ister monogam, ailenin ilk çekirdeklerinin ortaya çıkabilmesi için de bu gens ya da klan örgütlenmesinin çok uzun bir evrim yaşaması gerekti.”[5] Özel mülkiyetin bulunmadığı ilkel topluluklarda dolayısıyla aile de yoktur. Büyük topluluklar halinde yaşarlar, birlikte avlanırlar ve birlikte tüketirlerdi. Av aletleri ortaktı, yalnızca kişisel kullanıma ayrılan eşyalar ise çoğu toplulukta eşya sahibinin ölümüyle birlikte imha edilir, miras bırakılamazdı. Bu yolla mal biriktirilmesinin, kişisel zenginliğin önüne geçilirdi. Hatta Kropotkin’in aktarımına göre Eskimolarda bu, servet dağıtımı halini alan bir alışkanlığı yaratmıştır. “Bir kişi zengin olduğunda klanındaki tüm insanları büyük bir şenliğe çağırır ve herkes iyice yemek yedikten sonra tüm servetini onlara dağıtır.”[6]

Sosyal darwinist-bireyci düşünürlerin vahşi ya da barbar topluluklara yönelik ithamlarından biri de hiçbir ahlaki ilkeye sahip olmamalarıdır. Oysa Kropotkin kitabında, çağdaş dönemde de yaşamlarını ilkel geleneklere göre sürdüren birçok yerli halktan verdiği örneklerle çürütür. Buşmanlar, Hotantolar, Papualar, Eskimolar gibi toplulukların sosyal ilişkilerine dair verilen bu örnekler, bu vahşi toplulukların da bir arada yaşayabilmek için oldukça sıkı ahlâki kriterlere sahip olduklarını gösterir. Birkaçını yazımıza almakta fayda var. Hotantolar için şöyle yazıyor Kropotkin: “(…) onları yakından görmüş olanlar toplumsallıklarını ve birbirleriyle yardımlaşmak için gösterdikleri çabayı son derece överler. Bir Hotanto’ya bir şey verirseniz onu hemen orada bulunanlarla paylaşır -bilindiği gibi, Ateş Adası halkında da görülen bu alışkanlık Darwin’i çok etkilemiştir. Bir Hotanto tek başına yemek yiyemez ve ne kadar aç olursa olsun, yiyeceğini paylaşmak için yanından geçen herkesi çağırır.”[7] Hotantoları gözlemleyen Alman gezgin ve etnolog Peter Kolbe’nin değerlendirmesi ise şöyledir: “Avrupa’nın kaypaklığını ve dalaverelerini asla bilmiyorlar (…) Hotantoların bağlılığı, doğrulukları ve adalet uygulamasındaki ivedilik ve dürüstlükleri dünyanın tüm milletlerini ya da hemen hemen tüm milletlerini geride bırakır.”[8] Papualar için de onların arasında yaşayan bir gezginin tanıklıklarına ve değerlendirmelerine başvurur Kropotkin, “sosyal ve neşelidirler; çok gülerler. Cesur olmaktan çok utangaçtırlar. Farklı kabilelere mensup kişiler arasında dostluk nispeten güçlüdür, kabile içinde de güçlüdür (…) Hastalara ve yaşlılara bakarlar; yaşlılar asla terk edilmez, hiçbir durumda öldürülmezler.”[9]

Yine de vahşi topluluklar arasında yamyamlık, çocuk ya da yaşlı katline rastlandığı da bir gerçektir. Ancak bu onların korkunç doğalarından kaynaklanmaz. Bu tip olayların ardında güvenlik kaygısı, besin yetersizliği ve batıl inanışlar gibi gerekçeler vardır ve koşulların değiştiği durumlarda bu davranışların da değiştiği görülmüştür.

Elbette insanlığın gelişim aşaması burada sonra ermedi. Binlerce yıllık dayanışmacı-ortakçı klan örgütlenmesi, insan gelişiminin belli bir evresinde -ki bu evrenin temel dinamiği üretici faaliyette yaşanan ilerlemelerdir- parçalanarak yerini aileye bıraktı. Fakat insanoğlu gene de kötücül insan doğası savunucularının iddia ettikleri gibi bireyler ya da aileler halinde, hiçbir ahlâki ilkeye dayanmayan, vahşi bir yaşam savaşına tutuşmadılar. Tam tersine dayanışma ve yardımlaşmanın, topluluk çıkarının yüceltilmesinin değişik biçimlerini bulup, buna uygun yeni sosyal yapılar kurdular. Bu evrede bunun adı, köy komünü idi. Kan bağına dayanan gens/klan örgütlenmesi dağılmıştı ve bununla birlikte kişisel iktidarın, özel birikimin ve bunun miras yoluyla aktarımının beşiği olan ataerkil aile doğmuştu. Ancak yine de barbar topluluklar köy komünü ile eski ortak yaşamlarının avantajlarını koruyabilecekleri bir sosyal düzen oluşturdular. “Ortak çabalarla elde edilmiş ve korunmuş ortak bir toprak anlayışı doğdu ve kan bağına dayalı bir komüne dair zayıflayan anlayışın yerini aldı.”[10] Köy komünleri hem iktisadi hem de idari alanlarda düzenleyici ve denetleyici güçtü. Elbette düzenlemeleri de topluluk çıkarı gözetilerek yapıyordu. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet henüz yaygınlaşmamıştı.

İnsanın sosyal-kültürel gelişiminin başka bir evresi olarak feodal dönemde özel mülkiyet ve devletler tam egemenliklerini kabul ettirmiş olsa da buna direnen ve köy komünlerinin elindeki bazı idari hakları koruyan toplumlar vardı.

Öte yandan üretimin daha da gelişip karmaşıklaşması, zanaatlarda uzmanlaşma ve işbölümünün derinleşmesi iktisadi alandan doğan başka bir sosyal yapıyı üretti. Kropotkin’e göre bu yapı lonca birlikleriydi. “Ortaçağda ise karşılıklı yardımlaşma ve desteğin, [köy komünü ile] aynı ruhtan esinlenmesine rağmen yeni bir model temelinde şekillenerek varlığını ve etkisini sürdürmüş yeni bir birlik biçiminde loncalarda görürüz.”[11] Bir tür kardeşlik camiası şeklide örgütlenen bu loncalar, içerisinde yer alan herkesin hakkını hukukunu korur, dar günlerinde yardım eder, yoldan çıktıklarında ise yargılar ve cezalandırırdı. Bu birlikler o kadar yaygındı ki, olası tüm mesleklerden insanlar kendi loncalarını kurmuştu. Hatta dilencilerin, cellatların ve fahişelerin dahi kendi loncaları vardı. Sosyal ilişkileri tümüyle düzenleme yetkisine sahip bu birliklerin bu kadar yaygınlaşması neye işaretti? Kropotkin’e göre “loncalar, insan doğasının derinlerindeki bir ihtiyaca cevap veriyordu; üstelik de daha sonraları devletin bürokrasisi ve polisi aracılığıyla üstlendiği tüm özellikleri bir araya getiriyorlardı. Hatta daha fazlasıydılar, çünkü her koşulda ve yaşamda olabilecek tüm kazalara karşı ‘eylem ve tavsiye’ yoluyla karşılıklı destek için bir birliği temsil ediyorlardı.”[12]

Elbette insanoğlunun yolculuğu devam ediyor ve geliyoruz modern-sanayi toplumuna, yani kapitalizme. Aslında tüm fırtınanın koptuğu; iktisadi, siyasi ve felsefi yandaşlarının ve muarızlarının fikirlerinin halen yankılandığı, hayatın tarihte hiç olmadığı kadar hızlandığı çağdır bu. İnsanın uygarlaşma yolculuğunda en başından beri heybesinde taşıdığı kötü huylarının makine kabiliyetiyle buluşmuşçasına sivrildiği bir çağ. Ancak Kropotkin’in iddiası odur ki, insan, yukarıda temas ettiğimiz kimi sosyal ve biyolojik sebeplerle heybesinin daha derinlerinde farklı vasıflar taşımaktadır. Bu vasıflar bireycilik, özel mülkiyet ve hırs gibi değerleri sürekli kamçılayan kapitalist sosyal düzene rağmen kendilerini gösterirler. Köy komünlerinin yerini imece faaliyeti alır, loncaların yerini ise sendika ve meslek odaları.

Elbette çeşitli farklılıklar mevcuttur. Önceki tarihsel merhalelerde devletin ya hiç var olmaması ya da kapitalist ulus-devlete nazaran yürütme, denetim, yargı gibi hakimiyet olanaklarının çok daha kısıtlı olması insanlar arasındaki doğrudan yardımlaşmanın önünü açarken, kapitalist devletin yaşamın tüm alanlarında kurduğu hakimiyet karşılıklı yardımlaşma fiillerinin de doğrudan olmak yerine devlet dolayımı ile gerçekleşmesine sebep oluyor. Artık yoldan çıkmış bir kimseyi bağlı olduğu meslek loncasındaki sıradan insanlar değil devletin yetkili mahkemeleri yargılıyor. Topluluk ahlakına uymayan fiiller nedeniyle yapılacak bir soruşturmayı doğrudan o topluluk değil, ama onun adına görevlendirilmiş kolluk gücü yürütüyor.

Kâr maksimizasyonundan başka hiçbir değer taşımayan kapitalizmin sıradan insanların şahsiyetlerinde de bir erozyon yaratarak değersizleşmeyi kışkırttığı bir gerçek. Ancak kapitalizmin ayırt edici sahasına, üretim ilişkilerine bakarsak, geniş çaplı ve derinlemesine iş bölümünün geri döndürülemez bir sosyalliği inşaa ettiğini görürüz. Büyük ölçekli üretim manifaktür üretimin yerini alırken aynı zamanda yeni bir evrensel kümeyi, işçi sınıfını tarih sahnesine çıkarmıştır. Ve bu sınıf, tüm ezilenlerin yaşamında yeniden yardımlaşma ve dayanışmanın hâkim olabilmesi için türlü tehlikeleri göze alarak örgütlenme çabaları içinde olmuştur. Devletlerin toplum üzerindeki hakimiyetini kaybetmemek için başvurduğu her türlü yasal ve fiili önlem, insanoğlundaki dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma eğilimini önleyememiştir. “Bu tür önlemlerin eğilimi yok edemeyeceğini söylemeye gerek var mı? On sekizinci yüzyıl boyunca, işçi birlikleri sürekli olarak yeniden kuruldu. 1797 ve 1799 yasaları uyarınca ortaya çıkan zalim kovuşturmalar da onları durduramadı. Denetimdeki her kusur, efendilerin birlikleri ihbar etmekte gösterdiği her gecikme işe yaradı. Gizli cemiyetler dostluk kulüpleri ya da defin kulüpleri örtüsü altında; birlikler işe tekstil endüstrisinde, Sheffield bıçakçıları arasında, madenciler arasında yayıldı; grevler ile kovuşturmalar sırasında bu meslek birliklerini desteklemek için güçlü federal örgütlenmeler oluşturuldu.”[13]

Kapitalizmin hâkim olduğu her bir kara parçasında kendini gösteren ve kitleselleşen bu örgütlenmeler verdikleri militan mücadeleler ile çeşitli kazanımlar da elde ediyordu. Bu kazanımlar yalnızca yönetilenler arasında karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma önemini göstermiyor, aynı zamanda hâkim sınıflara da liberal vahşiliğe gem vurmadıkları takdirde çeşitli sosyal patlamalara yol açabileceklerini de göstermiş oluyordu. Dayanışma ve eşitlikçilik fikrini temel alan siyasal ideolojiler tarih sahnesine çıkıyor, kapitalizm nezdinde ise sosyal devlet uygulamaları idare yapısında kendine yer bulmaya başlıyordu. Bu durum gösteriyor ki, maymun atalarımızdan modern insana kadar geçirdiğimiz tüm merhaleler güçlü bir sosyallikle bezelidir. Bu adeta organizmamızı kuşatan bir hayatta kalma eğilimidir. Tüm aksi yöndeki baskılayıcı maddi koşullara ve bilim adamları ile filozofların (ki bunlar büyük oranda hâkim sınıfların ideologlarıdır) bireyci vaazlarına rağmen yaşamda yeniden ve yeniden kendine yer bulmaktadır.

Sonuç Yerine

İnsan doğasının sabit-değişmez bir kötücül niteliğe sahip olduğu tezi gerçeği yansıtmamaktadır. İnsanda sabit olan, marksizmin de ‘türsel doğamız’ olarak nitelediği şey doğadan kopuşumuz ve onu dönüştürerek kendi nesnemiz haline getirmemizdir. Bu, insanın evrensel niteliği ve insan olmanın gerek şartıdır. Tam da bu nedenle, yani doğayı dönüştürebilme sabitemiz nedeniyle his, fikir, ve eylem sabitelerimiz yoktur. Çünkü dönüştürme eylemi hiçbir zaman tek taraflı değil, her zaman karşılıklıdır. Doğayı dönüştürme eylemi insanın kendi kendinin dönüşümüne yol açar.

Marx’a göre üretici faaliyet tüm insan varlığının temelidir. İnsan -kimilerini hayvanlarla da paylaştığı- güçlerini bilinçli-amaçlı bir yaşamsal uğraşa sevk ettiğinde aynı zamanda doğayı sahiplenerek nesneleştirmiş, kendini de gerçekleştirerek nesnelleştirmiş olur. “Üretici etkinlik insanın birleşik güçlerinin ifadesinin temel vasıtası ve bu güçlerin gerçekleşmesinin önünde doğanın dayattığı sınırları kaldıran başlıca araç olarak hizmet eder. Bunların yanında, bu güçlerin güç olarak gelişmesi üzerindeki ana etkinlik de üretici etkinliktir.”[14] Kendini kuşatan koşullara müdahil olma aracı olarak emek “insanın tüm varlığının başlıca temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanı bizzat yarattı diyebiliriz.”[15] Buradan şu sonucu çıkarmalıyız; emek sürecinin aldığı biçimler ve bu süreçte girilen ilişkiler, insan güçlerini ve bu güçlerin genel olarak hangi yönde ve hangi amaçlarla kullanılacağını belirler.

İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük yağma ve talan düzeni olarak kapitalizm dahi karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma davranışına tümüyle engel olamamıştır. İnsanoğlundaki bu eğilim gündelik yaşamda olduğu kadar siyasal mücadelede hâlâ korunan eşitlikçi idealler ile de kendini göstermektedir. Yine Kropotkin ile bitirelim; “Kısacası ne kibar felsefeci ve sosyologların bilimin sembolleriyle süsleyerek ortaya attığı karşılıklı nefret ve mücadele öğretileri, ne de merkezi devletin ezici güçleri; insan zekâsı ve yüreğinin derinliklerine yerleşmiş olan insani dayanışma duygusunun kökünü kurutamadı; çünkü bu duygu tüm geçmiş evrimimizden güç alıyor. Evrimin ilk evrelerinden beri kendini gösteren bir ürün aynı evrimin bir yönü tarafından alt edilemez.[16]

— — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — —

[1] Thomas Hobbes, Leviathan, Yapı Kredi Yayınları

[2] Alan Swingewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Bilim ve Sanat Yayınları, 1998, s.78

[3] Pyotr Kropotkin, Evrimin Bir Faktörü Karşılıklı Yardımlaşma, Kaos Yayınları, 2018, s.142

[4] Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, Onur Yayınları, 2.baskı, s.89

[5] Pyotr Kropotkin, age, s.80

[6] Age, s.96

[7] Age, s.90

[8] Age, s.90

[9] Age, s.92

[10] Age, s.115

[11] Age, s.151

[12] Age, s.161

[13] Age, s.236

[14] Bertell Ollman, Yabancılaşma, Yordam Kitap, 2008, s.171

[15] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, 1979, s.216

[16] Pyotr Kropotkin, age, s.257

(Bu yazı Berfin Bahar dergisinde yayınlanmıştır)

--

--