Bilinç ve Bilinçaltının İşlevleri (İnsan Ruhuna Yöneliş)

Talha Ocakçı
Türkçe Yayın
Published in
12 min readNov 6, 2017

Yakın zamanlarda kitaplardan öğrendiklerim — 4

Bilinç ve Bilinçaltının işlevi, Jung’un “giriş mahiyetindeki” kitaplarından biri… Bu isimle çok ilgi çekmediği için “Modern Man in Search of a Soul — İnsan Ruhuna Yöneliş” ismiyle yeniden yayınlanmış.

Carl Gustav Jung, Freud ve Adler, birbirlerinden etkilenerek veya birbirlerine karşı çıkarak psikanalizin 3 önemli ekolünü oluşturdular.

Jung, Afrika kabilelerinden, Uzakdoğu’daki ufak köylere kadar çeşitli yerlerde yaşayarak az bilinen ilkel inançları dahi araştırmış, Hristiyan kimliğinden kopmamış, materyalist bakış açısını aşmış ilk ve en önemli psikanalistlerden. Yıldız falını, telepatiyi savunması, düşlerde geleceğin görülebileceğini düşünmesi kimi zaman bizi zorlasa da şunu bilmekte fayda var:

Gizemli öğretileri de araştırmış olan Jung, bizleri fazla materyalist olmakla suçluyor ve farklı bir bakış açışı geliştirmemizi bekliyor.

İnsan Ruhuna Yöneliş — Bilinç ve Bilinçaltının işlevleri

Kitabın başındaki önsözde çok hoşuma giden bir yorum var:

Freudcu devrim öylesine önemli ki, insanlığın bunu sindirmesi, kavraması ve fayda sağlaması için bir yüzyıl gerekti. Freudcu devrim kendini tanıtma çabası içindeyken hemen ardından bir ikincisi, Jung’un devrimi çıkageldi. … İşte tüm modern ruhbilimin güçlüklerinden biri, peşpeşe ortaya çıkan bu iki devrimin birbirlerine çok yakın ve uyuşmaz oluşu nedeniyle işleri karmaşık kılmasıdır.

Jung’un sunuş bölümünde ise şöyle deniyor:

Bugün, genel düşünceden başka bir biçimde düşünmek töreye aykırılıktır, bir bozukluktur. … Bugüne göre gövdeyi ayakta tutan ruhun gücü değildir; aksine, ruhu, kendine özgü kimyasallığı ile madde oluşturur. … Dönemin düşüncesi, ruha özgü bir tözü (töz, çevresindeki her şey değişse de değişmeyen sabit demektir) kabullenmez. … Ruhun bir salgı bezine benzediği fikri “ruhsuz bir ruhbilim” yaratmaktadır.

Gelelim öğrendiklerimi sıralamaya :)

Jung, Freud ve Adler

1- Jung, Freud ve Adler’e karşı çıkışını en özet haliyle şöyle anlatır:

Freud, bilinçdışına bilincin şekil verdiğini düşünürken, Jung, bilincin, bilinçdışından sızanların 4 ana algılama biçiminin(duyum, düşünce, sezgi ve duygu) yoğunluğuna göre şekil almış hali olduğunu düşünür.

Ruhsal fenomenlerin ortaya çıkışını Freud sadece cinsel içgüdü ile, Adler ise sadece irade gücüyle açıklar. Bu kuramlar, ana ilkeleri itibari ile diğer kuramları dışlar ve tek çözümün kendileri olduğunu düşünür.

Freud ve Adler’in nesnel ve değişmez kuramları insanların, aynı olaylara farklı ruhsal tepkiler geliştiremeyeceğini varsayar. Ruhsal fenomenler ise bu kadar basit, bu kadar genel, katı ve mutlak değildir.

Freud ve Adlerin kuramlarının bu katılığı ve genelliği, kuramlarda “küme bilinci”nin olmadığını gösterir.

2- Küme bilincinin olmaması insanı acımasız genellemeler yapmaya götürür

Küme bilinci, bir insanın belli bir kümeye ait olduğunu, başka kümelerin ve başka düşünüşlerin, gerçekliklerin de olabileceğinin farkında olmak demektir. Sağlıklı bir fikir ya da insan küme bilincine sahip olmalıdır.

İnanışımız paylaşılmadığında tüm insanlara “beyinsiz” diyebiliriz, sevdiğimiz müziği sevmeyenleri dışlayabilir ve küçük görebiliriz. Bu, bize, ilkel insandan kalma bir mirastır. İlkel insan, alışılmadık olan her nesneyi, her olayı tehlike olarak görür ve yok etmek, diğer insanları da bundan korumak isterdi. Modern insan, düşüncesini zorla yaymak ister, diğer insanları, bu fikre inanmadıkları vakit “başlarına geleceklerden korumak” için fikirlerini değiştirmeye çalışır. Bunun temelinde kendi düşüncelerimizle yapayalnız kalmaktan korkmamız, küme bilincine sahip olmayışımız yatıyor.

3- Freud, düşleri, çocuklukta yaşanılan cinsel baskılanmalarla açıklamaya çalışırken Jung, mitolojik öğelerle daha derine inmeyi hedefler.

Karşılaştırma için verilen örnek rüya şu: Bir adam, rüyasında bir elma ağacına tırmanıyor ve kimse ona bakıyor mu diye etrafı sürekli kontrol ediyor.

Freud bunu şöyle yorumluyor: Elma, Adem’in elmasını yani günahı temsil ediyor. Bu da demek ki rüyayı gören kişinin libidosu çok güçlendi ve günah işlemek istiyor. Hemen cinsel bir bağlama indirgeniyor.

Jung ise aynı mitle şöyle bir ilişki kuruyor: İnsanın merak duygusu Adem zamanında nasıl cezalandırılmışsa şimdi de öyle cezalandırılabilir. Dolayısıyla adam, merak etmekten, cinsel deneyimler yaşamaktan peşin peşin imtina ediyor olabilir. Yani cinsel gücün artmasından dolayı günah işleme arzusu olarak değil, bunu bilakis günah olarak görüp imtina etmek olarak yorumluyor.

Farklı düş yorumlarıyla da birleştirerek Jung hastasındaki bu komplekse erişebiliyor. Bu kompleks, Freud’un diyeceği gibi çocukluktaki bir taciz vakası ya da bir baskılanma ile ilgili olmak zorunda değildir.

4- Jung, Freud’un bazı yorumlarını gerçekten komik bulur.

Birisi düşünde bir anahtarla kapı açtığını, uçakla uçtuğunu ya da bir tümseğin üzerinden zıpladığını gördüğünü söylese Freud’cu bakış açısı anahtarı erkek, kilidi kadın, uçağı erkek, tümseği kadın memesi oalrak yorumlayacaktır. Bu bakış açısına göre uzun ya da sivri nesneler erkek uzuvları, yuvarlaklar ise kadın uzuvlarıdır. Yani Freudcu bakış açısı nesneleri bağlamdan tamamen kopartıp gayet katı şekilde yorumlar.

5- Ruh, bilinç ve bilinaçaltına göre tepki veren bir mekanizmadır.

Ruhun bilinçli ve bilinçdışı işlemesi arasındaki temel fark şudur:

Bilinç yoğun ve merkezidir, yönlendirilebilir ve anlıktır. Sadece bir anda yoğunlaşabilir ve geçmişe dönüş gücü birkaç on yılı geçmez. Bilinç ancak tek bir andaki gerçekliği algılayabildiği için zaman olgusuyla düşünmek zorundadır. Dolayısıyla hafızayla birebir ilişki içindedir.

Bir gün, her şeyi unutursanız artık siz, siz olmazsınız, çünkü bilincinizi yitirmişsinizdir. Neyse ki, ruh, bilinçdışı da işleyebildiği için bir anda yok olup gitmezsiniz.

Bilinçaltı akışkandır, yoğunluğu ve merkezileşmesi yoktur, yönlendirilemez ve binlerce yıl geriye dönebilir, ileriye gidebildiğinden de şüphelenilebilinir. Çünkü zamana bağımlılığı yoktur.

Bilinçaltının sınırsız okyanusundan taşanlar, zaman zaman bilincin ufak ve taşlı kıyısına birtakım maddeler bırakabilir. İşte bunlar rüyalarda ortaya çıkar. Bilinçaltı, binlerce yıllık insan varlığı süresince şekillenmiştir ve insan ruhunun tepkilerini de şekillendirmiştir. Ruhu, bilinç ve bilinçdışı olarak ayrı ayrı değerlendirmek yerine doğal bir ekosistem olarak düşünmek en doğrusudur. Çünkü çift taraflı bir etkileşim vardır.

Bireysel bilinçaltı kişinin bilincinden etkilenir.

Kolektif bilinçaltı ise insanın binyıllık geçmişinde öğrendiklerinin, yaşadıkları travmaların, inandıkları mitlerin bir toplamıdır ve her insanı etkileyebilir.

Bireysel bilinç, kolektif bilinçaltının uçurumları ile çepeçevre sarılmıştır, çok kırılgandır ve temeli her an sallantıdadır.

Bilinçdışı ise bireysel değildir ve nesnel ruhsallık olarak tanımlanabilir.

6- Modern insanın sıkıntısı, psikolojinin terimlerini bilerek sorunlarını çözebileceğini düşünmesidir. Ruha, “ruh” olarak davranılmasını ise büyücülük olarak görmesidir.

Jung’a bir hastası gelir ve kitaplardan öğrendiklerini özetlediği onlarca sayfalık makaleleri okumasını ister. “Bütün bunları bilmeme rağmen neden iyileşemiyorum” diye sorar. Jung da, terimleri bilmenin, hastalığın sebebini bilmenin, hastalığın çözümüne bir katkısının olmayacağını söyler.

Bir diğer hastası ise her türlü tedaviyi denemiş olmasına rağmen, Jung’tan rüyalarının yorumlanması gerektiğini duyduğunda Jung’u büyücülük yapmaya çalışmakla suçlar. Bugün çoğumuzun vereceği tepki de budur sanırım. Çünkü materyalist insana göre düşler aldatmacadır ve isteklerin oluşturduğu fenomenlerden başka bir şey değildir.

7- Bölünmüşlik duygusu insanın tüm hayat enerjisini emer

Jung’un entelektüel hastalarının ortak noktalarından biri şudur: Kendilerini farklı entelektüel alanlarda geliştirmeye çalışırlar, aynı zamanda sporda iyi olmaya, iyi bir aile babası olmaya çalışırlar. Aynı zamanda aslında hiç anlamadıkları güncel konularda bilgi sahibi olmaya çalışırlar. Periyodik olarak, hiçbirinde iyi olmadıklarını fark ederek çaresizliğe düşerler. Aynı anda çok fazla şeyde iyi olmaya çalışırken bir anda tek bir tanesine bile yoğunlaşacak enerjiyi kendilerinde bulamazlar.

Bu, net bir nevroz vakasıdır.

8- Dış dünyadan edinilenler 4 aşamada işlenerek bilince dahil edilir. Bilince dahil edilemezse bilinçaltına kadar sızarlar ve işleme işini bilinçaltı üstlenir. Bu durumda ortaya çıkacak çıktı tahmin edilebilir olmaz.

Herhangi bir nesneyi, fikri ya da enerjiyi önce duyularla algılarız, sonra ne olduğunu düşüncemiz ile anlamaya çalışırız, sonra bizim için ne ifade ettiğini hislerimizle anlamaya çalışır ve sonra duygularımızla son bir kez manalandırmaya çalışırız. Hepsi başarıyla aşılırsa bilinçte kategorilendirilebilir.

Eğer herhangi bir aşamada işlenemez ise bilinçaltı bunu, insan evriminin onbinlerce yılından edindiği bilgiler ışığında bir kategoriye koyar. Bu kategorilendirme gelecekte bilinç tarafından “kendisi işlemişçesine” güvenle kullanılır.

Her insanın, bu dört adımdaki işleme yetenekleri başkadır. Kimisi sadece duyularına, kimisi sadece düşüncelerine, kimisi ise sadece sezgilerine güvenebilir. Kimisi ise çeşitli kombinasyonlarına… Her bir adıma “işlev” denir.

Görüleceği gibi, bu farklı kombinasyonlara bilinçdışının tahmin edilemez çıktıları da eklenince her insanın “ben”inin bambaşka olduğu ortaya çıkar. Sonsuz olasılıklı bir yelpaze olduğu aşağıdaki grafikten görülebilir.

Baskın olan işlev ana işlevdir, diğerleri ise alt işlevdir. Asıl işlev, bilincimizi belirler ve bizim kontrolümüz altındadır. Ruhumuzla bize gelen mirasları “uygar dünya”nın bir parçası olan benimiz ile baskılarız. Alt işlevlerimiz ise kontrolümüzden çıkabilir ve ilkel insanların yaşayışlarıyla şekillendiği şekilde bilincimizde aynen ortaya çıkarlar.

Mesela işlevi düşünce olan birey, duygularını bilinçli olarak yönetmekten aciz olacaktır.

9- Düşünce ya da duygu yönünden gelişmiş benlik, kendisiyle sık sık çelişkiye düşer:

Duyum ve sezgiler bilincin dışında gerçekleştiği için daha katılaşmış daha ayakları yere basan kronik algılama biçimleridir. Düşünce ve duygu ise yaşa, bulunulan yere, kişinin geçmişine bağlı olarak sık sık değişebilme eğilimindedir, daha akuttur.

Bu yüzden düşünce ve duygu yönünden gelişmiş kişiler sık sık çelişkili “ben”ler yaratabilirler. Diğerleri ise daha tutarlıdır. Daha manalı ya da doğru demiyorum, sadece daha tutarlıdır diyorum.

10- Sezgi yönünden gelişmiş kişi gerçekliğin şu anki durumunu değil ileride alacağı durumu algılayabilir.

Sezgi, bilinçaltına yönelik algılama demektir. Bir insanın bilmemesi gereken bir şeyi bilivermesi demektir.

Sezgisel kişi, gerçekle yüzyüze gelmekten imtina eder. Mesela bir tarlayı ektikten sonra ürünlerin olmasını beklemeden diğer tarlaya geçer. Kendini somut bir sonuçla karşı karşıya bulduğu anda bundan kurtulmaya, tutsak edilmiş gibi bu gerçekten kaçmaya ve özgür olmaya çabalar.

11- Kompleks terimi ilk defa Jung tarafından kullanılmıştır.

Kompleks, bilinçaltından, sebebini kestiremediğimiz zamanlarda bilince akan, kendi iradeleri olan, kişinin karar verme yetisini, ruh ve duygu durumunu etkileyen güçtür.

Freud’un dediği gibi çocuklukta yaşanılan travmalarla bağlantılı olmak zorunda değildir.

Daha önce bahsettiğimiz 4 filtrenin herhangi birindeki eksikliği bilinçaltının kendisinin doldurmaya çalışmasıyla ortaya çıkan tuhaflıklardır diyebiliriz. Benlik de başlı başına bir komplekstir hem de diğer komplekslerin merkezidir. Komplekslerden biri bile gizlenmeye çalışıldığında benlik baskı altında kalır ve kişi nevrozlar şeklinde bir kişilik bölünmesi yaşar.

12- Düşler, kişisel komplekslerin, bilinçdışının sembollerle dolu dünyasıyla yorumlanarak oluşturduğu fenomenlerdir.

Jung’un hastaları, rüyalarında kendilerini sokakta yatan sarhoşlar olarak ya da temel çukurlarında yuvarlanan fahişeler olarak görüyorlar.

İkinci rüya, çok namuslu ve örnek bir kadın olan hastanın aslında bilinçdışında yatan “namussuz olma” korkusundan kaynaklanıyor da olabilir, bastırılmış cinselliğinin bilinci zorlaması da olabilir. Freud’a göre bu iki seçenek son derece doğru iken Jung’a göre üçüncü bir seçenek daha vardır: Hiçbir şey ifade etmemesi…

Düşler, mitolojik öğelerle sarmalanmadıkça net fikirler vermeyebilirler. Çünkü kolektif bilinçdışından taşan imgeler, öznel bilinci ezip geçebiliyorsa o noktada ciddi bir durum var demektir. Günlük yaşantıdaki direkt imgelerle gözüken imgeler ise sadece bilincin üretimleri olabilir.

Mesela, bir kişi kendi ölümünü rüyalarında görürse, bu çok da ciddiye alınacak bir şey değildir. İş eğer o raddeye geldiyse bilinçaltı çok daha şifreli, üstü kapalı, sembollerle dolu bir anlatımı seçecektir.

13- Çağrışım deneyleri ile kişinin sahip olduğu komplekslere dair ipuçları bulunabilir

Jung, çağrışım deneylerinde, hastalarına, birbiriyle hiç alakası olmayan kelimelerden bir dizi hazırlar. Hastasına, her kelime ile ilgili aklına ilk gelen kelimeyi söylemesini ister. Eğer denek, bir kelime geldiğinde diğerlerinden bariz şekilde fazla düşünmüşse ya da o kelimeden sonraki kelimelerde hep aynı minvalde kelimeler türetmeye başlamışsa, bilincinde o kelimeye dair bir travma ya da ciddi bir anısı olduğunu varsayar.

Örnek olarak şöyle bir vakayı anlatıyor:

Kadın hastası onlarca kelimeye 1 saniyenin altında çağrıştıran bir kelime söyleyebilirken şu kelimelerde duraksıyor: melek, inatçı, su, kötü, mavi, zengin, düşmek…

Bu kelimeler bir kenara not ediliyor ve haklarında daha derin araştırma yapılıyor. Kelimeler hakkında daha derin sorular soruluyor ve en sonunda şu sonuçlara ulaşılıyor:

Melek, kadının ölen kızını anımsatıyor; inatçı, kocasının evliği sürdürme inadını; su, kızının içtiği sudan tifo kapmasını; mavi, kızının mavi gözlerini; zengin, zengin sevgilisini anımsatıyor.

Tam mevzu ise şu: Kadın gençliğinde zengin bir adama aşıktır ama kendisine bakmayacağını düşünmektedir. Kadın, başkasıyla evlendikten sonra bu adamın kendisine aşık olduğunu öğrenir. Kocasıyla durumu konuşmasına rağmen boşanamazlar. Adam da, kadının iki çocuğu olduğu için kadınla görüşmek istemez. Bu yüzden kadın, kızının, tifo mikrobu taşıdığını bildiği sudan içmesine göz yumar ve tifodan ölmesine sebep olur. Amacı, çocuklarından kurtulup evlilik bağını zayıflatarak kocasını boşanmaya razı etmektir.

Bu gerçeklik çağrışım deneyi ile ortaya çıkmıştır.

Bu deneyler, eğitimli insanlarda ve deneyin neden yapıldığını bilen insanlarda zamanla işe yaramamaya başlamıştır çünkü eğitimli insanlar dili kendilerini ifade etmek için değil, kendilerini saklayabilmek için kullanırlar daha çok.

Aynı şekilde, kelimelerin neden sorulduğunu bilen deneklerin tehlikeli kelimelere diğerlerinden bile daha hızlı cevap verebilecek şekilde hazırlık yapabildikleri görülmüştür.

14- Çağrışım deneyleri Freud’un serbest çağrışım deneylerine benzemez.

Jung belli ve rastgele bir dizi üzerinden tepki verme sürelerini hesaplarken Freud tamamen hastaya bıraktığı bir dizi üzerinden giderek sonuç çıkarmaya çalışır. Jung bu yöntemin çok da işe yaramadığını çünkü yoldan sapmış kelimelerin getirdiği iyice sapmış kelimelerin analizi ana fikirden çok uzaklaştırdığını fark etmiştir. Ana hedefe olan mesafe eksponansiyel olarak artmaktadır.

Mesela düşünde lokomotif gören birine serbest çağrışım deneyi uygulanırsa önce demiryolundan bahseder, sonra Sibirya’dan oradan Birleşmiş Milletler’e atlar ve bunlar kişinin ruh halini çözmede hiçbir işe yaramaz.

15- Düşler, bilincin yaşadığı sıkıntıları dengelemek için zıt bir gerçekliği sembollerle ifade ediyor olabilir. Freud’un dediği gibi sadece bilinçaltından fışkıran travmaları da ifade ediyor olabilir.

Düşler tanıtıcı, indirgeyici ya da özdengeleyici olabilir. Tanıtıcı düşler Freud’un bahsettiği, travmalardan kaynaklı, bilinçaltına itilmiş gerçeklerin tekrar bilince atılmasıdır.

Özdengeleyici düşler, bilinçteki sıkıntıları ters bir gerçeklik ile dengelemeye çalışır. Çocuğunu kaybetmiş bir annenin rüyasında kendisine gelen bir melek görmesi gibi. Özdengeleyici düşler, genelde kompleksler tarafından saldırıya uğrayan bilince yardım etmek için bilinçaltının mitolojik öğelerle sembolleştirdiği imgelerdir.

Eğer özdengeleyici rüya kişide daha kötü bir sıkıntı meydana getirmiş, kabullenilmemişse indirgeyici bir rüya olarak tekrar belirebilir. İşte bu zaman, bilinçaltı “çivi çiviyi söker” tekniği denerken kişiyi çok çok daha zor bir durumda bırakacaktır. İndirgeyici düşler bilinci daha aşağılık, daha zor bir durumda bırakmaya çalışır. Bunun için çocuklukta yaşadığı travmaları, güç elde etme isteğini bir şekilde tekrar sembolleştirerek kullanmaya çalışır.

Çok saygın bir kadının kendisini fahişe olarak görmesi böyle indirgeyici bir rüyadır mesela.

Jung’un bir diğer verdiği örnek ise şu: İşinde gayet başarılı bir adam, dişiyle tırnağıyla önemli bir yere gelmiştir. Fakat gördüğü düşlerden ötürü uykusu sık sık bölünmektedir. Gördüğü rüyalardan birincisi şu: adam doğduğu köye gider. Beraber büyüdüğü herkesi görmezden gelip evine giderken yoldan bir çocuk onu işaret eder ve “köyde ne işin var, buralara gelmezdin ki sen” diye bağırır. Rüyanın anlamı basittir: Geldiğin yeri unutuyorsun.

Bu özdengeleyici bir rüyadır. Buna tepki vermeyen, bilinç durumunda değişiklik yapmak için aksiyon almayan adamın bilinçaltı, başka bir sembolle bilinci dengelemeye çalışır. Bunu anlatmak için bilinçaltı daha sert bir yol seçer. Aynı hasta bir süre sonra şu rüyayı görüyor:

“Acil olarak bir yere yetişmek için tren garına koşuyorum. Fakat önemli evrakları almayı unutup, eve geri dönüyorum, bu sırada treni kaçırıyorum. Söylene söylene başka bir yol ararken trenin kısa süre sonra raylardan çıkarak kaza yaptığını, içindeki herkesin öldüğünü dehşet içinde öğreniyorum.”

Jung, kişiye daha az çalışması gerektiğini, bilinçaltının gelecekteki sıkıntıyı sembolleştirerek bilinci dengelemeye çalıştığını, tutkularından sıyrılıp hayatı akışına bıraktığında tehlikelerden uzak kalacağını belirttiğini söyler.

Adam Jung’u ciddiye almamıştır, büyücülükle, falcılıkla suçlamıştır. Fakat zaman geçtikçe tutkularına yenik düşen adam histeri krizleriyle dolu bir hayat yaşamaya başlar.

Jung bu tür “tutkuya esir olma” durumlarının sık sık zirveye tırmanırken soluksuz kalma temalı düşlerle belirdiğini vurguluyor.

16- Bazen bilinçaltı, kişi için doğru olduğunu düşündüğü şeyi kişiye kabul ettirmeye çalışır. Çok saçma ve manasız gözükse de…

Jung’un hastası şöyle bir rüya görür.

“Babam yeni arabasına beni bindiriyor ve gezintiye çıkıyoruz. Babamın araba sürüşü son derece beceriksizce… Sağa sola ani dönüşler yapıyor, yolda geri gidiyor ve en sonunda bir duvara tosluyor. Babama bağırıyorum ve aklını başına toplamasını söylüyorum. Yüzünü bana döndüğünde ise şoka giriyorum: Körkütük sarhoş ve kahkahalar atıyor!”

Rüya, dengeleyici bir rüya. Kişiye, babasını kötü göstermeye çalışıyor. İlk düşüneceğimiz şey, baba ile oğulun ilişkisinin kötü olduğu. Fakat hastanın söylediğine göre ilişkileri gayet iyi. Bu durumda bilinçaltı, neden babayı değersiz kılmaya yönelik böyle bir çaba içine girmiş olabilir?

Akla gelen ihtimal, ilişkilerinin aşırı iyi olduğu. Başka bir deyişle, ilişkinin bireyleri ortadan kaldıracak kadar güçlü olması.

Biraz daha irdelendiğinde hastanın, babasının kanatları altında, kendini gerçekleştiremeden eğreti bir hayat yaşadığı ortaya çıkıyor. Bilinçaltı, kişinin babasından biraz uzaklaşmaya cesaret bulabilmesi için babayı kötü göstermeye çalışıyor.

17- Düşlerde, gündüz yoğun olarak yaşanılan şeylerin tersi görülmelidir. Sağlıklı olan budur.

Jung, Afrika kabileleleri içinde yaşadığı dönemde gördüğü rüyalarda hiç zenci insan görmediğini söyler, aksine rüyalarında hep beyaz insanlarla yaşadığını görür.

Askerde olan kişiler rüyalarında hep sivil hayatlarını görürler. Bilinçaltı yoğun gerçekliği dengelemeye çalışır. Sağlıklı olan budur.

Savaş zamanlarında, rüyalarında savaş gören askerler cepheden geri çekilirler. Çünkü bu, kişinin bilinçaltının, akıl sağlığını koruyamayacak kadar zayıf düştüğünü gösterir.

Sağlıklı olan, bu askerlerin düşlerinde barış dolu sivil dünyayı görmeleridir.

18- Düşteki semboller tamamen bireysel bir doğaya sahiptir.

Jung’un hastası şöyle bir rüya görüyor:

“Tanımadığım çiftçi bir kadının çiftliğindeyim. Kadına, Leipzig’e yaya olarak yapacağım uzun yolculuğu anlatıp camdan dışarı bakarken orakla çalışan işçiler görüyorum. Dışarı çıktığında dev bir ıstakoz-kertenkele gibi bir canavar görüyorum. Canavar bacaklarını açıp benden kaçmaya çalışırken ben de ondan kaçmaya çalışıyorum. Bu sırada elimde bir değnek beliriyor. Değnekle canavara vuruyorum, yere yığılıp kalıyor. Canavarın leşine uzun uzun bakarken uyanıyorum!”

Buradaki simgeler her hasta için farklı şeyleri sembolize ediyor olabilir. Mesela çiftlikteki yaşlı kadın çoğumuz için anneyi, çiftlik ise evi temsil edebilir ama bu kadın için çok daha başka şeyleri sembolize ediyor.

Freud bu düşü çok kabaca şöyle yorumlardı: Canavar anneyi temsil ediyor ve bacaklarını açıp yürümesi de kızının kendisine geri dönmesini arzuladığını gösteriyor.

Jung ise sembolleri çözmeye çalışıyor. Orakla çalışan işçilere uzaktan bakması, gençlik yaşamındaki sıradan hayatın devam ettiğini fakat artık hayatının bu kadar basit olmadığını gösteriyor. Artık o daha büyük canavarlarla uğraşıyor.

Canavarı basitçe alt etmesi, rüyanın dengeleyici unsuru. Kişinin, geçmişteki basit yaşantısından uzaklaşıp Leipzig’e kadar uzun bir macera yaşayacak olmasından duyduğu korkuyu alt etmek için cesarete ihtiyacı var ve bilinçaltı ona, bunu başarabileceğini, güçlerin yanında olduğunu söylemeye çalışıyor.

Jung’un hastasının, Leipzig üniversitesinden teklif aldığı fakat yabancı memlekette yaşamaktan çekindiği için reddettiğini sonradan öğreniyoruz.

Bu okuduklarımız bize saçma gelebilir. Fakat Jung, bizim gibi düşünen, fizikötesini saçma bulan insanlar ve bilimadamları için şöyle bir uyarı yapıyor:

Ruh, maddeden ulaşan beynin bir sonucu olarak düşünülmemelidir. Bir tahlil sonucunda kanda üre çıkmışsa burada sıkıntı kanda üre olması değildir, böbreğin kanı süzememesidir. Aynı şekilde bilinçaltından sızanlara da bu şekilde bakılmalıdır. Umarım bilimadamlarının bu materyalist bakış açısından kurtulmaları yakındır!

--

--

Talha Ocakçı
Türkçe Yayın

Yazılarımda bazı şeyleri yanlış anlatıyor olabilirim. Kesin yanlış anlatıyorumdur.