İvan İlyiç’in Yaşamı, Furkan Celep’in Ölümü

Emre Fidan
Türkçe Yayın
Published in
9 min readApr 15, 2021

İvan İlyiç’e ölümünü beklerken en çok acı veren şey sol böğrüne saplanıp kalan ağrı değildi. Doktorların kesin bir teşhis koyamadığı, dolayısıyla da üstesinden gelemediği bu ağrı canını yakıyordu elbet ama İvan İlyiç’e asıl azap veren şey, beynine yerleşen ve tıpkı böğründeki ağrı gibi söküp atamadığı bir şüpheydi. Bu, artık son günlerini geçirdiğinin farkında olduğu ömrünü gerçekten layıkıyla yaşayıp yaşayamadığı şüphesiydi. Ölüm döşeğindeki bir insan için, kendisiyle, üstelik telafi şansı olmayan bir hesaplaşmaya girmesinden daha beter ne olabilir?

Tolstoy’un İvan İlyiç’i için aslında görünürde her şey olması gerektiği gibi gitmişti. Okul yaşamı ve ardından gelen memuriyet, sonra daha yüksek bir memuriyet ve evlilik ve çocuklar. Ardından 5 bin ruble gelir, büyük ve para harcanan bir ev, ağır Şam ipeklileri ile kaplı, abanoz ağacından möbleler, yüksek bürokratlarla kurulan dostluklar… Tüm bunlar o zamanlar oldukça güzel ve gerekli şeylerdi. Oysa şimdi, o hasta yatağında kıvranırken eşinin ve çocuklarının tiyatroya yetişme telaşı ile dostlarının makam hesapları, hep o aklındaki şüpheyi besliyordu. Ömrünü yaşaması gerektiği gibi mi yaşamıştı gerçekten?

İşte ben Tolstoy’dan, bu kahredici şüpheyle ilgili satırları okurken aldım Furkan’ın ölüm haberini. 18 yaşında gencecik bir işçi olarak Furkan Celep, adeta bir manifesto bırakarak ayrıldı bu dünyadan. İntihar notundan[1] anlıyoruz ki, İvan İlyiç’in zihnini kemiren o soru ile Furkan da aylarca boğuşmuştu. Fakat yanıt olumsuzdu. Yaşamasına değecek bir yaşamın kendini beklemediğine emin olmuştu Furkan.

Yaşanmayan Yaşam

Doğada ve toplumda çoğunlukla hem normatif hem de betimleyici tarzda bir uyumdan söz edilir. Fakat aslında, doğada da toplumda da çoğu zaman görülen şey dingin bir uyum değil, ilişkilerin gerçek koşullarında alttan alta süren amansız mücadelenin yüzeye henüz yansımayan o gizli birikim sürecinin yarattığı dengedir.

İnsanlar genellikle bu mücadele içindeki zıtlıkları, birbirine değmeyen, birbirini etkilemeyen iki karşıt kutbun statik konumu olarak algılarlar. Bu da biçimsel mantıktan bize kalmış bilişsel bir arızadır. Diyalektik, zıtlıklar arasında bu türden bir izolasyon olduğunu düşünmez. Oluş, bu çelişkilerin birbiriyle temasının ve aslında savaşımının yarattığı dinamik bir süreçtir. Maddenin bu niteliği sınıflı toplumun ilişkilerine yansırken, kapitalizmin mistik perdesinin ardında bir kırılmaya uğrar.

Yaşam ve ölüm doğal gerçeklerdir ve yaşarken ölüyorsunuzdur. Fakat kapitalizmde bu evrensel-doğal gerçek, hiç de doğal olmayan bir biçimde kırılır. Artık sadece ölürseniz yaşayabilirsiniz. Metaların dünyasında yaşam yaşanmaması için kurulur, anlam anlamsızlaşmayı getirir. “İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların, dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek sadece emtia üretmekle kalmaz; genel olarak emtia ürettiği ölçüde, kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir. (…) İktisat aşamasında emeğin bu edimleşmesi, işçi için kendi gerçekliğinin yitirilmesi olarak, nesnelleşme nesnenin yitirilmesi ya da nesneye kölelik olarak, sahiplenme yabancılaşma, yoksunlaşma olarak görülür.”[2]

Yaşamın bu kadar kutsandığı, ancak aynı zamanda, yaşamın, insanın sadece kendi ruhunu ve anlamını öldürmesinden geçtiğine dair radikal vaazların da aynı ölçüde yaygınlaştığı başka bir dönem olmuş mudur? Televizyon, internet, reklam panoları, gazeteler ve kişisel gelişim endüstrisi ‘anı yaşa, hayatın keyfini çıkar, yaşamın tadına var’ sloganlarından geçilmezken, bir yandan da bu tarz bir yaşam için piyasa toplumuna biat etmekten başka bir yol olmadığı fısıldanıyor. Çünkü yaşamın tadına varmak nesnelere sahip olmak anlamına geliyor artık. Hazcı bir temelde yüceltilen yaşam, yüz binlerce yıllık türsel varlığımızın öldürülüp, yerine piyasa tarafından arz edilen bir ‘biricikliğin’ satın alınmasına dönüşüyor. İnsan denen devin güç ve potansiyellerinin sınırının zorlanmasıyla gerçek-pratik yaşamdan damıtılan bir anlam dünyası değildir bu, kendini dâhi çocuk zanneden reklamcının pazara sunduğu imgelerle şehvete kapılan bir başıboşluktur. Bir ev, bir araba için ömrünü tüketmek istemeyen Furkan’ın reddettiği budur.

‘Vitrinde Yaşamak’ kitabında Nurdan Gürbilek de 1980’lerin sadece devletlû bir baskı dönemi olarak görülemeyeceğini, kitlelerin fiziksel zor ile susturulmaya çalışılmasının yanında eşzamanlı olarak piyasanın ‘ıslah edici’ tornasından geçme şartı ile ‘söze kışkırtıldığından’ bahseder. Gürbilek 80’lerle birlikte siyasalın yerini kültürel olanın aldığını, siyasal baskı altındaki kitlelerin bir ‘aşağı kültür’ patlaması eşliğinde görünür olduğunu belirtir ve ekler, “onlara baskı ortadan kalkmadığı halde geri dönme imkânını veren tek bir şey var: Piyasa. Piyasanın baskısını ise geçmiş bütün baskılardan ayırt eden bir yön var. Ne kadar kaba ve ikiyüzlü olabilirse olsun, Kemalizmin taşraya uyguladığı baskı her zaman bir vaadi, modernleşme, medenileşme vaatlerini içinde taşıyordu.”[3] Yani hangi defolarla gelirse gelsin modern siyaset bütünsel bir ilerleme ufku üzerinden dünyaya bakıyordu. Postmodern ideoloji ise ilerlemenin doğrudan sonucu olarak Auschwitz’i gösterip, bütünselliğin de kopuk tikelliklerin dünyasını yapay olarak homojenize eden bir totaliterlik olduğunu ilan ederek hem insanın bastığı zemini çözmüş hem de geleceğe yönelik umudunu kırmıştır. Postmodern dönemin insanı Şükrü Argın tarafından ‘şimdiki zamanın tutsakları’ olarak tariflenir. “Modern-öncesi dönemde yaşayan ortalama insanın ‘dingin’ bir ruh hali vardır; çünkü henüz geçmemiş olan bir geçmişin gölgesi altında yaşar. Modern dönem insanı ise henüz gelmemiş bir geleceğin peşinde koşar; bu nedenle telaşlı bir ruh hali içindedir. Modern-sonrasına gelince, bu dönem insanı, artık geçmiş olan bir ‘geçmiş’ ile asla gelmeyecek olan bir ‘gelecek’ arasında ‘şimdiki zaman’a çakılıp kalmıştır; bu nedenle de, esas olarak ‘şaşkın’ bir ruh hali içinde kıvranır durur.”[4] Evrensel ilerleme ufkundan koparılan insanı başka bir totallik sarmıştır: Piyasa. Bu, kültür de dâhil, yaşamı üreten insanın, yani faaliyetin failinin bir nesne haline gelmesi demektir.

Anlamsız Anlam

Hazcı bir yaşamın yaşanabilmesi için özne olarak ölmeniz, nesnelerin boyunduruğuna girmeniz gerekir. Dolayısıyla nesnelere yüklenen anlam insanın anlamsızlaşmasına yol açar. Auschwitz ve Dachau toplama kamplarında üç yıl kalan psikiyatr Viktor Frankl “kamplarda yaşama şansı en yüksek olanlar, onları gelecekte bekleyen bir göreve, bir insana, gelecekte onlar tarafından gerçekleştirilecek bir anlama sahip olanlardı”[5] diyor. Teğmen Giovanni Drogo’ya Bastiani Kalesinde bir ömür geçirten de, doğru ya da yanlış, bir anlama sahip olması değil miydi?

Bir anlama sahip olabilmenin ilk adımı kendini tanımlama, adlandırma ve belirleme işidir. Fakat günümüz kapitalizmi emek sürecinden sanata kadar belirsizlik, esneklik, tanımsızlık boca etmektedir üstümüze. Postfordizmin esnekliği ile kavramsal sanatın ‘hazır nesne’leri arasında bir bağ vardır. Otoriter bürokrasilerin baskısından kaçan kitleler piyasa toplumunun fluluğuna esir olmuştur. Artık her şey belirsizdir, en başta da iş tanımlarınız, iş zamanlarınız ve mekânlarınız. Sosyolog Richard Sennett ‘Yeni Kapitalizmin Kültürü’ kitabında bu dönüşümü ‘parçalanma’ olarak tarif eder. Kitabına trajik bir giriş ile başlayan Sennett, 1960’ların radikallerinin, otoriter bürokrasileri yıkma hedefinin kapitalizm tarafından gerçekleştirildiğini ancak bunun ‘yeni sol’un umduğu sonuçları vermediğini aktarır. “1960’larda genç ve ciddi radikaller kurumlara, özellikle de büyüklüğü, karmaşıklığı ve bükülmezliğiyle bireyleri demir bir pençe içinde tutuyor görünen büyük şirketlere ve büyük devlete nişan aldı. Yeni Sol’un kurucu belgelerinden biri olan 1962 tarihli Port Huron Bildirgesi, devlet sosyalizmine ve çokuluslu şirketlere eşit derecede sert bir tutum içindeydi; her iki rejim de birer bürokratik hapishane gibiydi. Tarih, Port Huron Bildirgesi’ni tasarlayanlara istediklerini kısmen verdi. Sosyalistlerin beş yıllık plan yapma, merkezi ekonomik denetim uygulama kuralları silindi. Çalışanlara yaşam boyu işler sağlayan, yıllar boyunca aynı ürünleri ve hizmetleri üreten kapitalist şirket de yok oldu. Refah kurumları da öyle: Örneğin sağlık ve eğitim hizmetlerinin veriliş biçimi daha az sabit hale geldi ve çapı daraldı. Bugünün yönetenlerinin hedefi, elli yıl öncesinin radikallerininkiyle aynı: Katı bürokrasiyi yıkmak.”[6] Sennett’e göre yıkılan bürokrasilerin altında yönetenler ya da kapitalistler değil, işçiler kalmıştır. Çünkü Weber’in ‘demir kafes’ bürokrasisinde tanımlı olan şeyler artık tanımsızlaşmış, bunun yarattığı kuralsızlık ise çalışan kitlelere yeni zorluklar yaratmıştır. “İstikrarsız, parçalanmış toplumsal koşullarda ancak belli türden bir insan başarıya ulaşabilir. Bu ideal kadın ya da erkeğin başa çıkması gereken üç güçlük vardır. Birincisi zamanla ilgili: Görevden göreve, işten işe, bir yerden başka bir yere göç ederken insan kısa süreli ilişkileri ve kendini nasıl yönetir? Kurumlar artık uzun süreli bir çerçeve sağlamaz olduğunda, birey kendi yaşam anlatısını doğaçlamak, hatta süregiden bir benlik duygusundan yoksun yaşamak zorunda kalabilir. İkinci güçlük yetenekle ilgili: Gerçekliğin talepleri değişirken yeni beceriler nasıl geliştirilir, potansiyel kabiliyetler nasıl günışığına çıkarılır? Pratikte, modern ekonomide pek çok becerinin raf ömrü kısa; teknolojide ve bilimlerde, tıpkı ileri imalat biçimlerinde olduğu gibi, işçilerin ortalama olarak her sekiz, on iki yılda bir yeniden eğitilmeleri gerekiyor artık. (…) Üçüncü güçlük bunun devamı olarak ortaya çıkıyor ve feragatle, yani geçmişi geçmişte bırakmakla ilgili. Dinamik bir şirketin başkanı geçenlerde, onun şirketinde çalışan hiç kimsenin oturduğu koltuğun sahibi olmadığını, geçmişteki hizmetlerin hiçbir çalışanın koltuğunu garanti altına almadığını ileri sürdü. İnsan böyle bir iddiaya nasıl olumlu tepki verebilir ki?”[7] Bürokrasinin ordu tipi örgütlenmesinde kesin olarak belirlenmiş iş tanımları vardır ve bunların dışına çıkmak hoş karşılanmaz. Ayrıca parça ile bütünü birbirine bağlayan moral değerler bir tutkal görevi görür. Yeni kapitalizm ise bunların hiçbirini istemez, parçalanmış ve sürüklenen insan tipi onun için daha makuldür. Bu, neoliberal kapitalizmin görüngüleri açısından aydınlatıcı bir perspektif olsa da mesele daha köklüdür ve Marks’a bakmak gerekmektedir. Çünkü Marks için mesele, kapitalizmin konjonktürel yöneliminden öte, onun doğasıyla ilgilidir. İnsanın yaşamını üzerine bina ettiği üretici faaliyeti, yararlı nesneler ortaya çıkarmak için yapılan kullanım değeri üretimi değil, mübadele için yapılan meta üretimidir.“(…) emek ürünlerinin değer olma nitelikleri, ancak bunların birbirlerinin karşısına değer büyüklükleri olarak çıkmaları ile kararlılık kazanır. Bu büyüklükler, mübadelede bulunanların iradelerinden, ön bilgilerinden ve eylemlerinden bağımsız olarak sürekli değişir. Mübadelede bulunanların kendi toplumsal hareketleri, onlar için, şeylerin bir hareketi biçimine sahiptir ve şeyleri denetlemek yerine, onlar tarafından denetlenirler.”[8] Birey, toplumsal ilişkiler bütünlüğüne doğrudan bir insan olarak katılmaz, ürettiği metalar dolayımı ile katılır. Yani “insanlar feodalizmdeki kişisel bağımlılıklardan kurtulup, piyasaya bağımlı hale geldikçe, aralarındaki toplumsal ilişkiler de kişisel olmaktan çıkar, herkesin birbirini yalnızca bir araç olarak kullandığı, metalar arası ilişkilere dönüşür.”[9] Buradan bir anlamlı bir yaşam çıkmaz, burada ‘anlamlı’ olan tek şey nesneler ve onlara sahip olmaktır.

Anlamlı Bir Yaşama

Toplum farklı düzeylerde çeşitli bağıntılara sahip ilişkisel bir bütündür. Dolayısıyla ondaki tikellikleri bir araya getirip, onu düzenli bir kategori haline sokan bir öze sahiptir. Günümüz toplumu için bu öz, piyasa egemenliğidir. Bu nedenle yeni bir topluma ancak bu özün dönüşümü ile ulaşılabilir. Burada iddia edilen şeyler, yani bütünün var olduğu, ona temel niteliklerini veren bir özü olduğu ve bu öze odaklanan mücadelelerin hiyerarşik olarak daha önemli ya da etkili olduğudur. Neoliberal kapitalizmin ideolojisi postmodernizm bu üç iddiaya da itiraz eder. O bütünlük yerine mikro olanı, öz yerine heterojen çoğulluğu, hiyerarşi yerine ise farklılığı savunur. Buna göre yeni bir yaşam için kapitalizmin meta toplumuna savaş açmak yerine, örneğin, AB ülkelerinin göçmen politikalarına odaklanmak daha gerçekçidir. Zaten kapitalizm ile göçmen politikalarını birbirine bağlayan bir özden söz edilemez ki. Peki, kapitalizmin, göçmen sorunundan daha önemli olduğuna kim karar vermiştir? Hâlbuki kapitalizmin savaşlar ve yoksulluk dolayımı ile göçmenliği koşulladığı, mültecilerin bir problem haline getirilmesinin üst sınıfların çıkarına olduğu gayet açıktır. Ancak bu parça-bütün diyalektiği ustaca hasıraltı edilmektedir. Çünkü “totaliteler (bütünlükler), kendi baskıcı koşullarını değiştirmeye girişmek için bu koşulların bütünsel bilgisine acilen ihtiyaç duyanlar açısından düşünülmüştür. Bazı insanlar sırf özgür ve mutlu olmak için, kendi özgül durumlarının daha kapsamlı bir bağlamla iç içe geçme tarzını kavramaya ihtiyaç duyarlar.”[10] Sadece atomize edilmiş, nesnelere, üstelik kendi ürettiği nesnelere tutsak düşmüş insan için elzemdir, ilişkilerin bütünsel bilgisine ulaşmak. Fakat ‘şansa’ bakın ki, en çok ihtiyaç duyduğumuz dönemde nesnellik ya da üretim biçimi ortadan kaybolmuş, yerine söylem ya da öznellik gelmiştir. “Bir yanda, özgür olabilmek için dünyadaki şeylerin kendileri açısından nerede durduğunu kaba hatlarıyla bilmeye ihtiyaç duyanlar vardır, öbür yanda ise ‘şeylerin nasıl bir konumda bulunduğu’ gibi ifadelerin nesnelcilik, bilimcilik, fallus-merkezcilik, aşkın ve kayıtsız özneler ve daha pek çok ürpertici şeyler ima ettiğini düşünenler bulunur.”[11] Üstelik tüm bunlar ideoloji merkezlerinin ‘bilgi toplumu’ ve ‘enformasyon çağı’ yaygaraları eşliğinde yaşanmaktadır. Bu büyük bir illüzyondur.

Piyasa egemenliği öncesinde, iktisat dışı zor aygıtlarıyla zapturapt altına alınan insanda, tarihte ilk kez bu kadar yoğun bir biçimde (ve genellikle iktisadi araçlarla) özgürlüğünün köleleşmeden geçtiğine dair bir rıza oluşturulmaya çalışılmakta. İnsanın krizi buradan doğmaktadır. Furkan Celep gibi; güç, potansiyel ve gereksinimlerinin farkına varan, ancak tüm bunlara ulaşmaması için nasıl devasa bir mekanizmanın kurulduğunu ve bu mekanizmanın aynı kaderi paylaştığımız insanlar tarafından da nasıl yeniden üretildiğini görenler, bu yüzden sıkışmaktadır. Yeni bir yaşamın çağrısı onlara ulaşmadıkça, onlar görkemli bir mücadelenin öznesi olmadıkça, nahif bir vazgeçişin nesnesi olacaklar. Üstelik tam da bir işçi olmaları nedeniyle, kendilerinde o yeni ve anlamlı yaşamın cevherini taşımalarına rağmen.

Kazimir Malevich — Kızıl Süvariler

Velhasıl, diyebiliriz ki, İvan İlyiç’in yaşamı uzun bir intihardı, Furkan Celep’in ölümü ise, belki de yeni bir yaşamın zorunluluğuna dair bize bir şeyler söylemektedir. Alman komünistlerin defnedildiği Friedrichsfelde mezarlığındaki taş anıtta yazdığı gibi: Die toten mahnen uns*

[1] https://tinyurl.com/y43fqgpv

[2] Karl Marks, 1844 El Yazmaları, Sol Yayınları, s.140

[3] Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, s.107

[4] Aktaran Emre Yeksan, Gelecek Krizi, bir+bir Forum

[5] Viktor E. Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı, Öteki Yayınevi, 2016, s.28

[6] Richard Sennett, Yeni Kapitalizmin Kültürü, 2011, Ayrıntı Yayınları, s.9

[7] A.g.e, s.11

[8] Karl Marks, Kapital Cilt I, Yordam Kitap, 2011, s.84

[9] Yıldız Silier, Özgürlük Yanılsaması: Rousseau ve Marx, Yordam Kitap, 2006, s.132

[10] Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı Yayınları, 2011, s.22

[11] A.g.e, s.25

* “Ölüler bizi uyarır”

[Bu yazı YeniGelen dergisinin Aralık 2020 tarihli sayısında yayınlanmıştır]

--

--