gettyimages: Çiftçilikte Ders, Jean-Jacques Rousseau: Emile

Jean-Jacques Rousseau: Meczupluk ve Dâhilik Arasında Bir Yaşam — 1

Efe Salihoğlu
Türkçe Yayın
Published in
7 min readJul 21, 2019

--

Yazıya başlamadan evvel neden böyle bir başlık seçtiğimi açıklamak isterim. Rousseau; fikirleri, hayalleri, tasvirleri ve eserleriyle insanlık tarihinin önemli bir yerinde duran şahsiyettir. Bunun aksini söylemek tarih bilmezlik olacaktır elbette. Fakat, Rousseau’nun hayatını ve düşüncelerini inceleyen birçok felsefe tarihçisi onun meczup olduğunu düşünürken birçoğu da zor şartlara rağmen yalnızca fikirleriyle ayakta kalabilmiş bir dâhi olduğunu düşünmektedir. Kanaatimce Rousseau tam da bu iki uç noktanın ortasında duran bir kişidir. Ne büsbütün bir meczup ne de büsbütün bir dâhidir.

Bu yazının temel amacı Rousseau hakkında uydurulmuş mitleri, ona yönelik atılan iftiraları ve fikir hayatına mâl edilmiş olan yanlışları ortaya koymaktır. Yazının ilk bölümünde Rousseau’nun hayat hikayesi ve edebî yaşamına başlangıcını ele alacağım. Siyaset ve ahlâk alanındaki görüşlerine ikinci seride yer vermeyi düşünüyorum. Zirâ diğer türlü bir hayli uzun bir yazı meydana gelecektir.*

Madame de Warens (Kaynak: Wikipedia)

Jean-Jacques Rousseau, 1712 yılında Cenevre’de dünyaya gelmiş, doğumundan birkaç hafta sonra annesi ölünce ona bir sanatkâr olan babası bakmıştır. Yoksul bir hayat süren babası saat ustalığı ve dans öğretmenliği yaparak geçimini sağlamaya çalışmıştır. Fakat bir zaman sonra Fransız bir subay ile kavga eden baba hapse atlınca Rousseau, akrabalarının yanına veilmiştir. Bu, gayet hercümerç haldeki hayatın bunalımını yaşayan Rousseau, on iki yaşındayken okulu bırakmış çeşitli mesleklerde kendi becerisini denemeye başlamıştır. Küçük Jean-Jacques, bu mesleklerin hiçbirine ısınamamıştır. Kendisine şiddet gösteren bir oymacının yanından kaçması onun ilk kaçışı olmuştur (Hayatı da buna benzer bir şiddetten, sevmediği işlerden, bir kadından diğer bir kadına ve ülkeden ülkeye kaçarak geçecektir). Bu arada Rousseau, Madame de Vercelli isminde bir kadının uşaklığını yapmaya başlamış fakat kadın üç ay sonra ölmüştür. Kadın öldüğünde ona ait olan bir kurdele, Rousseau’nun üzerinde bulunmuştur. Rousseau, bunun üzerine suçu hizmetçi bir kızın üzerine atarak suçtan kurtulmaya çalışmıştır. Foyası ortaya çıktığında ise kızı çok sevdiği için suçu ona attığını söylemiş, zirâ sevgisinin büyüklüğünden dolayı aklına gelen ilk kişinin o olduğunu belirten tuhaf bir açıklama yapmıştır. Rousseau’nun duyarlığa aykırı davranışlarından sadece bir tanesi de Lyon sokaklarında dolaştığı ve çok sevdiğini söylediği bir arkadaşının sara nöbeti geçirmesi sonucu Rousseau kalabalıktan yararlanarak arkadaşını oracıkta bırakmış ve gözlerden kaybolmuştur.

Therese la Vassuer (Kaynak: Alchetron)

Ardından da 16 yaşında Cenevre’den Fransa’nın Savoie şehrine kaçarak burada Barones François-Louise de Warens’in sekreterliğini yapmıştır. Warens, Rousseau’nun tüm eğitim masraflarını üstlenmiş ve Rousseau yazar, müzisyen ve öğretmen olarak hayatını kazanmaya başlamıştır. Rousseau, Warens’i metresi yapmasına rağmen ona sürekli ‘’ana’’ diyerek hitap etmiştir. Hanımefendilerle arası pek iyi olan Rousseau, önemli bir mertebede bulunan bir hanımefendinin yardımıyla Venedik büyükelçisinin sekreteri olarak işe başlamış ve buradaki işini hakkıyla yerine getirmeye çalışmıştır. Paris’te kaldığı sıralarda ise okuma yazması olmayan, pespaye bir kadın olarak görülen Therese la Vassuer ile arkadaşlık kurmuş ve ondan beş çocuğu olmuştur. Bu çocukların her birini sırasıyla Kimsesiz Çocuklar Yurdu’na bırakmış, açıklama olarak da parasının bu çocuklara bakmak için yeterli olmayacağını, annelerinin elinde büyürlerse cahil, anneannelerinin elinde büyürlerse ahlâksız olacaklarını düşündüğünden yurda bırakmayı yeğlediğini söylemiştir. Therese ile evlilik bağı kurmayan Rousseau ilişki kurduğu tüm kadınlara ondan bahsetmeyi de ihmâl etmemiştir.

Edebî Hayat

Rousseau; gerçek anlamda ilk edebî başarısını, Dijon Akademisi’nin sanat ve bilimin insanlığa yarar sağlayıp sağlamadığı konusunda açtığı ödüllü yarışma sayesinde kazanmıştır. Rousseau, bu yarışmada sanatın ve bilimin insanlığın birçok değerine karşı geldiğini, ahlâkı bozduğunu ve hatta bunların köleliğin kaynağı olduğunu belirtmiştir (Daha geniş bilgi için bkz: Bilim ve Sanatlar Üzerine Söylev, J.J Rousseau).

Bilimler ve sanatlardaki ilerleme gerçek mutluluğumuza bir şey katmamış, ahlâkımızı bozmuş, bu yüzden zevkimizi de berbat etmiş olduğuna göre, kendi yollarında ileri bile gitmemiş olan sayısız yazar taslaklarına ne diyeceğiz? (Bilim ve Sanatlar Üzerine Söylev, J.J Rousseau, İş Bankası Kültür Yayınları s.31)

Rousseau’nun gözünde felsefe de aynı kaderi paylaşmaktadır:

Yalnız şunu soracağım: Felsefe nedir? En tanınmış filozofların kitaplarında bulduğumuz nedir? Bu hikmet aşıklarının bize verdikleri dersler nelerdir? Onları dinlerken insan kendini bir pazar yerinde avaz avaz müşteri çağıran bir madrabaz arasında sanır, her biri: Bana gelin, bana gelen aldanmaz diye bağırır durur. Kimi cisimlerin var olmadığını, her şeyin kafamızda var olduğunu iddia eder, kimi maddelerden gayrı varlık olmadığını ileri sürer ve Tanrı dünyanın kendisidir, iyilik ve kötülük birer kuruntudan ibarettir; öteki der ki: İnsanlar birer canavardır, birbirlerini parçalayıp yemek suç sayılamaz. En büyük filozoflar, bu yararlı dersleri yalnız kendi dostlarınıza, kendi çocuklarınıza verseniz ne olur! Hem siz fikirlerinizin meyvesini daha çabuk elde edersiniz, hem de bizim çocuklarımız sizin mezhebinize girmek tehlikesinden kurtulmuş olurlar (Bilim ve Sanatlar Üzerine Söylev, J.J Rousseau, İş Bankası Kültür Yayınları s.30).

Rosseau’ya göre; astronomi boş inançlardan doğmuştur, güzel söz söylemek hırstan, kinden, dalkavukluktan, yalandan; geometri cimrilikten; fizik, boş bir meraktan ve hepsi birden hatta ahlâk bile insanın kendini beğenmesinden doğmuştur. Rousseau, bu yazdıklarıyla ödülü kazanmış (1750) ve edebiyat çevrelerinde adını duyurmaya başlamıştır. O, bu durumu iyi kullanmış ve ardı ardınca denemeler yazmaya başlamıştır. ‘’Eşitsizlik Üzerine Söylev’’de (1754) insanlar arasındaki eşitsizliği kaynağını aramış ve insan doğasına ilişkin birtakım saptamalarda bulunmuştur. Rousseau’ya göre insan doğuştan iyidir; kurumlar, birtakım gelişmeler insanın doğasının kötüye meyletmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla ona göre insan kötülüğü gidermek adına uygarlığı terk etmeli ve doğal durumuna geri dönmelidir. Bu fikirlerinin yer aldığı bir denemesini çağdaş yazar Voltaire’e göndermiş ve ondan şu cevabı almıştır:

Zekâların Vuruşması: Voltaire, Rousseau

François Marie Arouet (Voltaire)

’İnsan soyuna karşı yeni kitabını aldım ve teşekkür ederim.

Hepimizi aptallaştırma tasarısında hiçbir zaman böyle bir zekâ kullanılmamıştır. Sizin kitabınızı okuyunca insan dört ayak üzerinde yürümek istiyor. Ama altmış yıldan fazla bir süre ne yazık ki tekrar dört ayak üzerinde yürümenin olanaksız olduğunu düşünüyorum. Kanada vahşilerini araştırmaya da girişemem, çünkü mahkûm olduğum illetler, Avrupalı bir cerrahı benim için zorunlu kılıyor. o bölgelerde de savaş devam ediyor zirâ bizim eylemlerimizi örnek alan vahşiler neredeyse bizim kadar kötüleşmiştir.’’ (Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi 3, Alfa Yayıncılık, s.348)

Buradaki Avrupalı bir cerrah vurgusu bir hayli sağlamdır. Aynı zamanda o dönem, Kanada vahşileri hiçbir şekilde Avrupa’yı örnek almamıştır. Burada da sağlam bir ironi vardır. Dört ayak olayı ile de aslında vahşi insanın hayvandan bir farkı olmadığını belirtmesi zannedersem Rousseau’ya en ağır gelen kısım olmuştur. Zirâ, kendisinin düşünceleri tamamen bunun üzerine kuruludur.

Bu cevaptan sonra Voltaire ile Rousseau arasında amansız bir düşmanlık başlamıştır. Bir zaman sonra deprem konusunda bir tartışmada Voltaire, depremlerin yaşandığı bir dünyanın tanrı tarafından yaratılamayacağını söylemiş, Rousseau ise onun Tanrı’ya değil şeytana taptığını belirten bir cevap vermiştir. Voltaire sırf ‘‘püriten’’ler ile ters düştüğü için Rousseau püritenlerin ihya olmaz savaşçılarından biri dahi olmuştur.

Voltaire’den hırsını pek alamayan Rousseau Voltaire’e 1760 yılında şunları yazar:

‘’Aslında sizden nefret ediyorum, çünkü bunu siz istediniz; ama eğer istememiş olsaydınız, hâlâ sizden nefret ederdim. zirâ, size yönelik kalbimi dolduran bütün duygulardan, yalnızca ince dehanızdan esirgeyemediğimiz hayranlık ve yazılarınıza duyulan sevgi duruyor. Sizde yetenekleriniz dışında onurlandırabileceğim herhangi bir şey yoksa bu benim suçum değildir.’’

Tüm bunların sonucunda Voltaire Rousseau’ya paranoyak ve yaramaz bir deli, gözüyle bakarken Rousseau, Voltaire’i dinsizliğin borozanı, keskin dehâ ve alçak bir ruh olarak nitelemiştir.

David Hume’un Yardım Eli

David Hume (1711–1776)

Fransa’da pek de istediğini bulamayan Rousseau bir zaman sonra ölüm tehditleri almış ve İngiltere’ye kaçmak zorunda kalmıştır. Burada Hume’un dostluğuna muhatap olan Rousseau, Hume’un kendisini çok sevdiğini söylemesine rağmen onun kendisini öldürme planları olduğunu söylemiş ve bunu büyük bir takıntı haline getirmiştir. Bazı zamanlar ise ‘’Hayır, hayır, hayır! Hume bana ihanet etmez, o bir hain değil.’’ diye haykırarak ona karşı güvenini göstermeye çalışmıştır. Fakat en sonunda paranoyaklığından kurtulamadığı için tekrar Paris’e kaçmıştır. Paris’e döndüğünde yıllarca nikâhsız eşi olarak kabul ettiği Threse’nin kendisini bir seyisle aldattığını öğrendiğinde büyük bir huzursuzluğa kapılmıştır. Hayatının son yıllarında birçok kitabı yasaklanan Rousseau, 1760'lı yıllarda paranoid huzursuzluk hastalığına yakalanmış, 1778 yılında sebebi net olarak bilinmeyen bir sebepten (kimilerine göre bir yürüyüş sırasında düşer ve kan kaybından ölür, kimilerine göre intihar etmiştir) ötürü hayatını kaybeder.

Rousseau’nun siyaset ve ahlâk alanındaki düşüncelerine ikinci bir yazıda devam edeceğim.

Şimdilik sorgulamanın, akletmenin ve hürriyetin zevki ile kalınız…

Diğer Yazılarım:

--

--