Jennifer Lopez’in IQ’su

Pelin Korkmaz
Türkçe Yayın
Published in
4 min readOct 21, 2020

Geçenlerde arkadaşlarla mesafeli sosyalleştiğimiz bir anda, lise ve üniversitedeki bölüm tercihlerimizde bizim farkında olmadığımız nelerin etkili olduğunu konuşuyorduk. O sırada bir arkadaş, eskiden zekâ testlerinin sonunda ünlülerin IQ’larının yazdığını ve küçükken Jennifer Lopez’in IQ’sunun yüksek olduğunu öğrendiğinde nasıl şaşırdığını anlattı.

Neden müziği mesleği haline getirmiş, bu şekilde dünyaca tanınmış, maddi başarının yanında ruhen de tatmine ulaştığını tahmin ettiğimiz bir sanatçının IQ’sunun yüksek olmasına küçük yaşta bile şaşırıyoruz? Bu şaşkınlık nereden geliyor? Bunu bize kim öğretiyor?

Bu yazı, JLo’nun IQ’su hakkında bilgi vermeden buna şaşırmamızın nedenlerini sorguluyor.

Bizler, ülkenin aydın yüzleri, Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde lisans ve yüksek lisans eğitimi görmüş “beyaz yakalı” insanlar olarak, acaba gerçekten olmak istediğimiz kişiler miyiz? Aşağı yukarı benzer bakış açılarına sahip ailelerde, seçimlerini kendi yaparak yetiştirilmiş insanlar olarak, bu zamana kadar gerçekten kendi tercihlerimizi mi yaptık? Yoksa aslında toplumun bizden beklediği gibi hareket edip, IQ’muz (!) yüksek diye, esasında içimizde olan ve çok da iyi yapacağımız yetilerimizi derinlere gömmeyi mi tercih ettik?

Düşünelim, çoğumuz sayısal yetenekleri diğer insanlara göre daha gelişmiş insanların daha zeki oldukları algısına maruz kalmışızdır. Ve hemen hemen herkesin etrafında bu zekâsı(!) tıp, mühendislik, mimarlık, gibi bölümlerde değerlendirilmeyi hakkettiği için bu bölümleri okumuş insanlar vardır. Sayısal bölüm olması şart değil aslında, her bölümde en yüksek puanı yapan kişilerin hep en yüksek puan gerektiren bölümlere gitmesi gerekiyor gibi düşünülmüyor mu ?

Belki de bu insanlardan biri de biziz?

İçinde yaşadığımız düzende, gerçekten ne istediğimizi bilmeden -ki bilmemenin de normal olduğu bir yaşta- ömrümüzün çoğunu hangi işi yaparak geçireceğimize ve bunun için hangi bölümde okumamız gerektiğine ama isteyerek, ama aile zoruyla, ama sınav puanına göre bir şekilde karar veriyoruz. Belki benimsiyoruz okurken belki de kendimizi bir türlü olduğumuz yere ait hissetmiyoruz.

Peki mezun olduğumuzda, gerçekten yapmak istediğimiz, ya da yapabileceğimiz en iyi işi mi yapıyoruz?

Photo by Drew Beamer on Unsplash

Diyelim ki şanslı yüzdelikteniz ve bölümümüze uygun bir işe başladık. Peki okurken çok başarılı olduğumuz o alanlarda, çalışırken de kabul edilebilir bir derecede başarılıysak ama yine de mutsuzsak? Yeniden başlayabiliyor muyuz, yeni bir yol çizebiliyor muyuz, yoksa kendimizi sıkışmış ve seçeneksiz mi hissediyoruz? Sorun yalnızca ekonomik kaygılar mı, yoksa toplumun bizde yarattığı baskının da bunda payı var mı?

Hiç düşündük mü neden okul hayatında başarılı olan insanların iş hayatında da aynı şekilde ezbere bir başarı göstermesini bekliyoruz? Neden eğitim aldığın alan dışında, farklı bir konuda başarılı olmak, o zamana kadar ki eğitim hayatın boşa gitmiş gibi bir algı yaratıyor bizim gözümüzde? Neden içimizde hep ukde kalan o şey her neyse ona yürümekten korkuyoruz? Neden herhangi bir hobi ya da yeteneğimizi işe çevirmek, kurumsal bir firmada “filanca falanca folonca fölünce manager” olmaktan daha aşağı bir şeymiş gibi düşünüyoruz?

Çünkü bize bu öğretildi!

Bir zamanlar mühendis olmak, doktor olmak, avukat olmak çok önemli bir şeydi ya hani, e hala öyle!

Sonuçta okuduk ettik, önemli insanlar, önemli yerlerde çalışır ve önemli işler yapar en nihayetinde!

Nasıl bir zamanlar toplumun bizden beklediği gibi hareket edip ona göre kendimize lise ve üniversitede bölüm seçtiysek, aynı toplum bizden okuduğumuz alanda bir şeyler yapmamızı da bekliyor. Başarıyı ve zekayı böyle tanımlıyor. İçimizde bir yerde biz de böyle tanımlıyoruz aslında. Kendini olduğu gibi kabullenip bununla barışmış ve toplumun yargılarını kendi kimliğine yapıştırmamayı başarmış insanları belki küçümsüyoruz içimizden. Kurumsal hayatını bırakıp kendi küçük işletmesini açmış birine “alt tarafı şunu şunu yapıyor” diyor, içimizde bir yerde belki bütün gün pasta yapmak isteyen o sese, “O kadar okudun ettin, krema mı çırpacaksın” diyoruz sessizce. Çünkü hepimiz okurken, mezun olunca uzaya roket göndereceğimizi, büyük işler başaracağımızı, ya da global bir firmada uzun bir “title” sahibi olacağımızı düşünüyoruz. “Manager” olmak zorundayız, “manager”lar mühim. Bu yüzden içimizde bir yerde aslında gerçekten yapabileceğimiz işleri bulmayı reddediyoruz, sevdiğimiz şeyleri söyleyen o sesi susturuyoruz. Üniversite mezunu olmak, “önemli” bir bölümden diploma almak daha önemli oluyor.

Peki bu böyle olmak zorunda mı?

Photo by Diana Parkhouse on Unsplash

Ekonomik refaha ermiş bir ülke olmuş olsaydık çoğumuz bu soruya rahatlıkla hayır yanıtını verirdik. Ama maalesef bu kaygıları besleyen en önemli etken çoğu zaman maddiyat ve bunun kişiye sunacağı yaşam tarzı oluyor. Yine de ülke ekonomisine, şu an yaşanmakta olan -ve belki de bundan sonra sık sık yaşayacağımız- pandemiye rağmen, böyle olmak zorunda değil. Bakış açımızı biraz olsun değiştirebilirsek, toplum tarafından “başarılı” olarak tanımlanan insan kalıbından kendimizi çıkarabilir ve aslında olmayı istediğimiz kişiyi bulabiliriz. Bir süredir bunun üzerine düşünüyorum ve bu süreçte yazıyı da beklettim aslında. Kendi içimde aradığım şeyleri bulmaya çalışırken, tıpkı eğitim hayatımda yaptığım seçimler gibi yine kendimi tek yönlü değerlendirmeye çalıştığımı fark ettim.

Bize öğretilen bir diğer yanlışı : Tek bir şey olmak mecburiyetini.

Bize öğretilen her zaman tek bir tercih yapabileceğimiz, tek bir şey olabileceğimiz. O tek şeye bağlı olmamız gerektiği, o tek şeyde başarılı olmamız gerektiği. Halbuki ben pek çok şeyi istiyorum. E şimdi ne olacak? Böyle düşünürken, basit bir konuda bile ömürlük seçimler yapmamız gerekiyormuş gibi hissettiğimi fark ettim.

Halbuki değişmekten, dönüşmekten, vazgeçmekten, yeniden başlamak istemekten, denemekten korkmamalı insan.

Bunu başardığımız günlere…

Photo by Austin Chan on Unsplash

--

--