Kıyamet Emeklisi: Alçalan Yeryüzü ve Ayartı Alemi

Elif Bengüsu A.
Türkçe Yayın
Published in
8 min readJun 12, 2022

1927 doğumlu dedemin ticaret meslek lisesinde yatılı okurken çok az bir alakası olduğu dersleri güçlükle geçip kalan vaktini hayallere dalarak harcadığı bir genç olduğu zamandan bana anlattığı bir anısı vardı. Dönemin disiplinli, müşkülpesent matematik öğretmeni; tahtadaki soruyu çözmeyi bırakıp sınıfın ortasında bir süre sessiz durduktan o esnada da ağırlığını öne vermiş, başını dirseklerini sıraya koymuş öğrencilerde de süratli bir toparlanma yarattıktan sonra talebelerine 70 küsur yaşında diploma almak için okula gidip gelen bir öğrencinin okul yolunda ölmesi sonucu okul bahçesine dikilen heykelini anlatırmış. Kıyamet Emeklisi’nin edebiyat hocası Nazif’in öğrencisi Aziz’i büyük bir şey büyük bir adam bir heykel yapabilme arzusunu okuduğumda belki dedemin matematik öğretmeninin de şehirdekilerin “heykelin önünde” diyerek öğrencisinin önünde buluşmalarını hayal ederek öğrencisini yonta yonta ona bu şekli bu şehrin merkezinde taştan, belki de çırılçıplak dikilme cüretini verebilmeye duyduğu açlığa” benzer bir şeyler hissettiğini düşündüm. Dedem, matematik öğretmeni bu hikayeden sonra sınıftakilere anlık bir düşünme süresi verip kara tahtada sorunun çözümüne devam ettiğinde hiçbir şey anlamadığı soru yüzünden sesli bir şekilde ofladığını bunun üzerine öğretmeninin hınçla “Sen ne diye bu okula geliyorsun?” diye sorduğunu anlatırdı. Dedemin verdiği cevaptan çok memnun olduğunu bildiğimden aynı hikayeyi defalarca anlatmış olsa da baş ve işaret parmağı ile 7–8 santimlik bir cismi tutar gibi yaparak “Böyle giderse ben sadece küçük bir heykelimi diktireceğim.” demesini dinlerdim. Şule Gürbüz’ün son romanı Kıyamet Emeklisi’ni okurken dedemin hayali heykelciğinin aklıma gelmesinin bir sebebi vardı. O da Gürbüz’ün İslami motiflerle şekillendirdiği ve bir Müslümanın var oluş hikayesi olarak okunabilecek bu kitabın haleka خلق / yaratmak fiili ile ilişkisi olduğunu düşünmemdi.

Ebû Bekir İbnü’l-Enbârî’den alıntı ile bu fiil; “ilk defa ortaya konan bir örneğe göre eşyaya yapı kazandırma” (inşâ) anlamına geldiği gibi romanın diğer önemli temalarından biri olan “olması istenen şeyin ölçülerini belirleme” (takdir) şeklinde de anlamlandırılabiliyordu. Romanın, binyıllar evvel inşa edilen ve insanın içine dikilen ya da sinirlenince insanın içinde bir çırpıda inşaatı başlayan binalara yaptığı vurgu kadar sofrayla, unla, mayayla bir şeye şekil vermeyle ve almayla kurduğu ilişki dikkatimi çekti. Kendini beğenme ve faydalı bulma inancı, etrafı beğenip bunu kafi bulabilmek, müşkülpesentlik, Baba’dan takdir görme hem İslamiyet'in hem romanın büyük bir meselesini oluştururken Gürbüz’ün bunları anlatırken tasavvufi ve folklorik öğeleri bu kadar etkili kullanılabilmesine şahit olmak çok iyiydi. Bu nedenle iki ciltlik büyük romanı daha da katmerlendiren bu durumu çözümleyecek kadar din felsefesi, ilahiyat ve halkbilimi bilgim olmasa da romanın bana düşündürttükleri hakkında yazarken ilkin inşa ve takdir hakkında konuşmanın önemli olduğunu düşündüm. Diğer dikkatimi çeken romanın ana kahramanı Aziz’in 1975 yılında 15 yaşındayken evden güçbela kendini attığında tesadüfen yolunun düştüğü Sarılık Tekke’sinde karşılaştığı şifacı ayı ile kurduğu ilişki oldu. Bu yaşlı ayı gençliğinde dans edip sahiplerine para kazandırırken yaşlanınca tekke sahibine verilmiş; ağrısı, uyuzu, sıkıntısı olanların sırtını çiğneyerek onlara şifa dağıtmadığı zamanlarda ise tekkenin bahçesinde zincirlenmişti. Aziz ayıyla tanıştığı andan itibaren yaşlı ayının heybetinden huşu duyar, bir yandan da onunla bir olmak “ayının içine girip karnında yaşamak” ister, aralarında kurduğu bir benzerlikten ötürü ayrı duruşlarına ise hayf eder. Ayıyla kurmaya çalıştığı ilk yakın temasın bedelini yüzünde acısı ve izi günlerce kalacak bir pençe darbesine uğrayarak ödese de aynaya baktığındaki yüzünü bir anda büyümüş ve olgunlaş bulur. Bu değişimi anlamak için araştırma yaptığımda Seçkin Sarpkaya Türk Efsanelerinde Ayı Tasavvurunun Değişimi ve Dönüşümü makalesine rastladım. Sarpkaya Ivanov’dan alıntıyla “Dünya kültürlerinin mitik tasavvur ve ritüellerinde ayının; bir tür ilah, kültür kahramanı, geleneğin koruyucusu, ata veya soyun başkanı, totem hayvanı, koruyucu veya tedavi edici ruh, kutsal hayvan veya kurban hayvanı, insanın hayvan ikizi, şamanın yardımcısı ve bir tür zoomorfik tasvir” olarak görüldüğünden bahsediyordu. Hatta Orhan Hançerlioğlu’nun ‘Dünya İnançları Sözlüğü’ adlı kitabından alıntıyla da Kıpçakların ayıya Baba anlamına gelen hitaplar kullandığını aktarıyordu. Ayının işaret ettiği tüm bu anlamların; Aziz’in kendi babasıyla, Sarılık Tekke’sinden sonra Hilmi Baba ile, edebiyat öğretmeni Nazif’in bir fikir babası olma arzusu ile, Hilmi Baba’dan sonra Aziz’in şeyhi olan Kemaleddin Efendi ile, Nuhu ile, kendi çocukları Adil ve Alev ile kurduğu ilişkilerde olduğu kadar “kendinden saçılan düşünceleri de evladından tereddütlü bir baba gibi uzaktan, hemen de yakıp yıkabilecek bir bakışla süzmeyle” ilişkili bularak ayının romanda en az diğer karakterler kadar önemli bir figür olduğunu düşündüm.

Türkiye’nin hayatta kalan son dansçı ayısı olduğu bilinen Brütüs’ün Bursa’da bir hayvan barınağında 27 Kasım 2021'de çekilmiş fotoğrafı

Öte yandan romanın birinci ciltten itibaren Arapça ses ve duymak سَمِعَ ve gökyüzü/sema سماء ile kurduğu ilişki; tasavvufta ana bir tema olan var olan her şeyin bir sesi olduğundan bunun da rahmanın nefesinden geldiği düşüncesi ile bağlantılıydı. Aynı zamanda bu ilişkinin en bariz örneklerinden biri olan Mantıku’t Tayr’da görebileceğimiz gibi kuşların yolculuğunda geçtikleri vadiler üzerinden aktarılan tasavvufi kademeler Aziz’in roman boyunca girdiği pek çok kisve ile ilişkiliydi. Özellikle İslamiyet’te yer almadığını bildiğim için ilk bakışta kafamda soru işaretleri oluşturan Aziz’in babasının “itikadı gereği” susma oruçları tutması oldu. Susma oruçlarının romandaki işlevinin ev ahalisinin kendini dünyaya aç ve ihtiyaç sahibi duymasını anlatmak olduğunu düşündüm. Bu noktada hem susmak hem oruç tutmak anlamlarına sahip Farsça bir ifade olan دهان مهر mühr-dehân benim için anahtar bir kavrama dönüştü.

Öyle ki bu oruçların “bitiminde evin içindeki herkes, aniden kafesi açılmış bir kuş gibi önce çıkmaya bile yeltenemez, sadece içeride kanat çırpıştırır sonra da en yakın koltuğa kadar uçar gene kıpırdayamadan bir müddet durur adeta içeri ile dışarının farkını, kafeste iken duyulan yeisin gerçekten de o kadar edip etmediğini tayine çalışır, başta fazla da bir fark göremeyince önceki üzüntülerine üzülür gibi kıpırtısız kalırlardı.”

Habiballah of Sava tarafından çizilen Mantıku’t Tayr resmi (1600ler civarı)

Bir alem daha sezilmişti ve “bu alem sonsuz, korkusuz ve kanatlı bir alemdi, her şeyin ve herkesin kanatları vardı.” Romanın Mantıku’t Tayr ile ilişkisini anlamak için Aziz’in ibadetle ya da gündelik işlerle bir işe yarama duygusunun, takdir edilme beklentisinin; başkasında ne kadar ve ne manada bir yer işgal ettiğini bilemediğinde ve benlikleriyle boğuştuğunda sahip olduğu kabiliyetin ve marifet kokusunun yarattığı nefs şişirmesi ile boğuştuğunu görmekten yola çıktım. Bu boğuşma Mantıkut’t Tayr’da kuşların istiğna vadisinde sahip olduğu bütün beklentilerden kurtulmaya çalışarak Allah’a ulaşma çabasıyla örtüşürken kuşların geçtiği yedi vadi olan ve sırasıyla talep, aşk, marifet, istiğna (ihtiyaçsızlık), tevhid, hayret ve fakr u fena olarak adlandırılan kademelerde yaşadıkları inanç krizlerinin romanın bütünündeki ve kahramanlarındaki yansımalarını görmeme yardımcı oldu. Allah’a ulaşmada seyir halindeyken ancak kibirden kurtulabilen başka bir deyişle fail olma arzusundan şahit olma mertebesine ulaşabilen kuşlar bir sonraki vadiye yani tevhide ulaşıyordu. Romanda ise Aziz görücü usulü istemeye Tevhide’ye ve ailesine misafir oluyordu. Aziz ve Tevhide’nin vehim dolu evliliği önemli bir temaydı çünkü bu vahamet, üzerinden seneler geçmiş olsa bile Aziz’in Erzurum’a Sarılık Tekkesine ve Hilmi Baba’nın evini ziyarete gittiğinde yokuş başında yoğun hislere kapılmasına neden oluyordu. Tekke yolunda bir buçuk saati geçkin yürüyüşün ardından Aziz’in gözüne tekkeye tırmanan bildik yokuş bozulmuş, değişmiş ve yeniden yapılmış görünüyor ve tırmanıştan umacağı medet imdada dönüyordu. Artık 15 sene önce aç biilaç sırtında sarılıklı şişman bir oğlanla tekkeye ilk tırmandığı günkü Aziz değildi. Yokuşun son rampası da bitip yer tekkenin de biraz ilerde durduğu düzlüğe yetişince kendi ayaklarını üzerine bırakılmış gibi pat diye düşüyordu. Tıpkı Beled Suresi 11. ayette “İnsan o sarp yokuşu çıkamadı.” dendiği gibi Aziz de o yokuşu çıkamıyordu. Hilmi Baba’nın terk edilmiş evine vardığında ise geceyi damda kuşlarla konuşarak geçiriyordu. “Pervanelerin dönüp duruşu aşktan değil, konamamaktandı belki çoğu zaman.” diye düşünürken “Ey kuş, bak halime nasılım benden bir şey olur mu sence?” diye soruyor, damdan inmekten, inecek yer bulamamaktan korkuyordu. Aziz başta olmak üzere romanın tüm kahramanları kitabın kapağında Şule Gürbüz’ün birinci ciltte dışarıdan ve ikinci ciltte içerden fotoğrafladığı Ayçukuru’ndaki köy evinin kapısının eşiğinde olduğu gibi bir şeylerin eşiğinde olduğu zannındaydı. Bir türlü girilemeyen bir kapı vardı öyle ki “kapıyı da içini de aslında bir şey tutmuyor ama kapı dışında kalmaktan da hoşlanmıyorlardı.”

Gürbüz’ün karakterlerinin bu eşikte durma hali ilim ile olan ilişkilerinde de geçerliydi. Öğrenciler “bir türlü öğrendiklerini ne yapacaklarını bilemiyor, doğru rafa koyamıyor, geçmişi beğenmiyor, sade bir seyirle yetinemiyor, bilgiyi üst üste koymak değil alıp başka yere koymak hatta kaçırmak istiyorlardı.” Hocalar ise “okula gelen talebelerden fevkalade yılgın ve tahammülsüz, dinlememeyi ve hor görmeyi kendilerinden memnuniyet duyarak olmasa da elbise olarak giyinmiş, baston olarak tutmuşlardı. Kant’ı, Comte’u, Descartes’ı, Lewis’ı, Durkheim’ı talebeden korumaktan bostan bekçisine dönmüşler, hiddet ve asabiyet, azaları olmuştu.” (…) İlim yuvası diye bir şey yoktu anlaşılan. Zaten Nuhu’da bunlara baktıkça, kendisi okulda nasıl tahammül edilen bir talebe ise ilmin de kendisine tahammül ettiğini, nezaketle az az, anlayacağı kadar ama küçük düşürecek kadar da az söylediğini, gerçek bir açılmanın, kucaklaşmanın, sahi bir vuslatın olmayacağını görüyordu.

İlimle sahi bir vuslatın olmayacağına dair inanç Nuhu üzerinden işlendiği gibi Nazif, Adil ve Alev üzerinden de işleniyor, bu karakterler yerleşeceği “bir yeryüzü zemini ya da dünya rafı göremiyordu.” Bilgi ile olan ilişki onu bir kıyafet gibi öne tutulup yakıştı mı diye bakmaktan ve onunla olacak hayatı düşünmekten ibaret olduğunda durum; yeni açılan, katmanları dökülen, iç yüzünden söz edilen şeylerden hemen kaçmakla sonuçlanıyordu. Sözün ne nefesi ne mesafesi vardı ne de menzili. Zira Gürbüz roman boyunca “düşünce ile bir cisim/kuvve alınamaması, üstelik alınan kuvve ne denli güçlü olursa olsun o kişiye ait olup aktarılamaması” üzerine yoğunlaşıyordu.

İlahiyat profesörü Ekrem Demirli’nin Mantıku’t Tayr okumalarını dinlerken Allah ile kurulan müstakil ilişkinin bir başkasına devredilememesi, bir Müslüman olarak müşkülpesentliğin ahlaki bir problem mi yoksa bir lütuf mu olduğunun sorguya açılmasının romanın olduğu kadar dinin de çok hayati meseleleri olduğunu düşündüm. Çünkü “bu aktarılamama işi, bu her yerde karşısına çıkan hal, hayatın ve zihnin tümüyle müstakil ve öz benliğe göre tekliği hem gayet lezzetli geliyor hem başkaları ile yaşama mecburiyeti, anlaşma ve pay etme durumu söz konusu olduğunda verilemeyen, o kadar verilemeyen ki verilmeye kalkıldığında tepki ile karşılaşılan bir şey olarak” ortaya çıkıyordu. Bu noktada Gürbüz’ün esas başarısının şimdiye kadar çoğunlukla Batı merkezli okunulan bireysellik anlayışının İslamik yorumunu son derece zarif ve teferruatlı bir biçimde sunabilmesi olduğunu düşünmeden edemiyorum. Bu başarı; cemaat fikri ve Müslüman ülkelerdeki geleneksel toplum yapısı gibi izdiham dolu bir din anlayışını ezberden savurmak yerine tasavvufi öğeler üzerinden bir bireysellik anlatısı kurabilmek bunu yaparken de aile, tarikat evleri, okul, karakol, kışla, devlet dairesi gibi duraklarla dinin toplumla olan ilişkisini sorguya açabilmekle alakalı. Gürbüz’ün “her mürşit aslında kendi evhamının öksesine tutulmuş hoş ötüşlü bir kuş mu? Sadece ötüşünü mü dinlemek gerek, gittiği yere arkasından giden onunla giden nasıl bir kırıklık asıl bir umut sonrasında ağır bir yanılgı manzarası görmüştür?” diye sorarken “insan ile dünya akordundaki fahiş uyumsuzluğun” ortaya çıkmasına neredeyse bir hüthüt kuşu gibi yol gösterişini takip etmek çok keyifli. Neredeyse bin sayfalık roman böreklik hamur açmaya başlayan Tevhide havanın kıpırdar gibi olduğunu fark etmesiyle sonlanırken kainatta bir ses çıkacak gibi oluyor ama çıkmıyor. Kuşlar kim ölse ne olsa hükmü yok dercesine ötüyor. Dünya ise sımsıkı kapalı kalmayı sürdürüyor.

Aziz’in cebinde taşıdığı Fasih Dede minyatürü II.cilt s.383

KAYNAKÇA

Attar F. (2020). Mantıku’t Tayr Kuşların Diliyle. Kaknüs Yayınları: İstanbul

Sarpkaya S. (2014). Türk Dünyası Efsanelerinde Ayı Tasavvurunun Değişimi. Milli Folklor Dergisi, 101, 149–161

--

--

Elif Bengüsu A.
Türkçe Yayın

mesaiden kalan boşluklarda, ekseriyetle kitaplar hakkında.