Kaş Çakıl Beach

Cem Uludağ
Türkçe Yayın
Published in
11 min readDec 9, 2018

“Müzik yasak!” dedi Öykü’nün tepesinde dikilen kara kuru adam. Güneşini tamamen kapamış, paslanmış bir şemsiye gibiydi.

“Efendim?” diye cevapladı genç kadın kulaklıklarını çıkarıp. Bir an güneş yine yüzüne vurunca tek gözünü kıstı.

“Müzik diyorum, yasak.”

Eliyle adamın işaret ettiği yöne baktı. Kırmızı tabelaya beyaz yazıyla şunlar yazılıydı: MÜZİK DİNLEMEK, ÇALMAK, SÖYLEMEK YASAKTIR.

“Yüksek sesle dinlemiyorum ki.”

“Fark etmez. Kural bu.”

“Ne demek fark etmez ya. Böyle saçmalık mı olur!” Singapur kokteylinin etkisiyle sesi biraz fazla çıkmıştı. Konuşurken suratında kalan deniz tuzu canını yakıyor, tekrar tekrar duş başlığının altında yıkadığı halde yumuşamayan saçları suratına dökülüyordu.

“Abla zorluk çıkarma,” dedi Hawaii şortlu adam.

“Ne yapacaksın?”

“Sizi dışarı almak zorunda kalacağım,”

“Yahu siz manyak mısınız? Kime batıyor anlamadım ki? Kim buranın sorumlusu?”

“Buranın sorumlusu yasaklıyor zaten. Her yerde tabela var, görmüyor musun?”

“Yüksek sesle müzik açıp da milleti rahatsız etmiyoruz ki canım. Kulağımda ben bile zor duyuyorum.”

“Olsun onlar her türlü duyar.”

“Kim duyar?”

“Abla uzatma lütfen. Kapat artık müziği, bak huzursuzluk çıkmasın.”

Suda küçük bir şıpırtı duyuldu ve ardından deniz biraz dalgalandı. Her ikisi de bir an denize bakıp tekrar kafalarını çevirdiler. Şezlonglarında güneşlenen bir kaç müşteri de sesi duymuş olacak ki hemen dönüp o tarafa bakmışlardı Bir kaç tane kafa olduğu yerden uzayıp duydukları sesi anlamlandırmaya çalıştı. Sonra aniden Öykü ile garsonun konuşmasına geri döndüler. Kaş’ın merkezine yakın, kayalıklar üzerine kurulu iskelelerden oluşan Çakıl Beach Club’ın sakinleri huzura alışıktı ve belli ki Öykü gibi yeni gelenleri pek sevmiyorlardı. Ya da ananas-cin karışımı midesini vurduğu için böyle düşünmeye başlamıştı. Her halükarda anlamadığı bir tepki vardı. Şarkıyı durdurup kulaklığını topladı. Şezlongun yanına dağıttığı ne varsa, kitabı, sigarası, çakmağı, gözlükleri, güneş kremi, bronzlaştırıcı, hepsini çantasına tıkmaya başladı. “Burayı herkese anlatacağım” diye söylendi sinirle.

“Anlatırsanız sevinirim.” Başında bekleyen adamın suratı ifadesizdi. ‘Sadece kuralları uyguluyor’ denilerek haklı çıkarılamayacak bir ifadesizlikti bu. Neden her gün özgürlük kavramını sorgulamak zorunda kalıyordu ki sanki.

Öykü hışımla terk etti mekanı. Denize girecek başka yer mi yoktu! Buraya gelirken içinde hep bir şüphe vardı zaten. Merkezde o kadar yer varken üşenmeden buraya kadar gelmişti. Üstelik arabası da yoktu, yürüme mesafesi demişti pansiyonun sahibi Ozan bey. Merkezde değil ama yakın, hem yürümenize de değecek, çok sakin, çok rahatlatıcı bir yer. Denizin dibindeki çakıl taşlarını tek tek sayabilirsiniz. Öyle berrak bir mavi görmedim ben. Bayılacaksınız. Sadece yol çok sıcaktır, şapka takmayı unutmayın. Öyleydi de gerçekten, hatta söylediğinden de kavurucuydu. Döndüğünde ilk iş bu adamdan hesap soracaktı. Kendisini böyle manyak insanların arasına göndermeye utanmamış mıydı?

Akşama doğru, bozulan sinirlerini bütün gün denize girip toparladıktan sonra pansiyona giriş yaptı. Son birkaç gündür dışarıda yiyordu ve bu akşamı sakin geçirmeye karar vermişti. Pansiyonun terasında güneş yavaş yavaş batarken Meis adasına kadar ulaşan geniş bir deniz manzarası karşıladı onu. Akşam yemeği olarak bir kaç meze almıştı masasına. Rakı yerine beyaz şarap içiyordu. Uzun süredir ilk defa biraz esinti vurdu suratına. Saçlarını toplamış, aldığı duştan sonra yüzünü nemlendirmişti. Göz altlarındaki şişlik de azalmış gibiydi. Denizin iyileştirici etkisi etkisini gösteriyordu belli ki. Ve tam da o sırada huzura atılan bir tekme gibi aniden beliriverdi pansiyonun sahibi Ozan bey. Üzerinde gri kolsuz bir tişört, altında bol cepli bir kapri vardı. Yanık bacaklarında ve kollarında yara izleri görünüyordu. Sürekli dalma, tırmanma gibi sporlarla uğraştığı için bunların oluştuğunu belirtmişti ilk karşılaştıklarında.

“Nasılsınız bugün?”

İnternette okuduğu yorumlar gibi davranıyordu adam. ‘Ozan bey çok samimi, güleryüzlü, iletişimi kolay bir insan.’ ‘Terasta kahvaltı keyfi muhteşemdi. Kesinlikle seneye de oradayız.’ ‘Ozan bey ve ablası bizi çok hoş karşıladı. Kaş’ta gitmemizi önerdikleri yerler mükemmeldi, daha iyi bir rehber olamaz.’ Tabi ya. Mükemmel önerilerin sahibi Ozan bey. Güleryüzlü ve samimi ev sahibi. Kahvaltısı çok keyifli.

“Eh işte,” diye yanıtladı Öykü. “Olabildiğince yüzdüm bugün.”

“Nasıldı söylediğim yer?”

“Çakıl Beach mi? Orada yüzmeme izin vermediler ya.”

“Ne demek vermediler.”

Şarabından bir yudum almak için masaya döndü. “Beni kovdular oradan. İlk defa başıma böyle bir şey geldi.”

“Allah allah, nasıl olur? Çok cana yakın bir yerdir orası. Sessiz sakin.”

“Aynen öyle. Sessiz sakin. Müzik dinliyorum diye attılar beni sahilden.”

Ozan bey’in gözleri bir an açılmıştı. Birkaç saniye cevapsız kaldıktan sonra kendini toparlamış gibiydi. “Ama kuralları anlatmadılar mı size?”

“Yoo,” dedi. “Ne kuralı?”

“Girişinde de yazıyordu aslında. Müzik dinlemek yasak orada.”

Bu sefer Öykü adama bir kaç saniye baktı. Sanki bu söylediklerini beyninde bir prosesten geçirmesini ister gibiydi ama adamın böyle bir gayesi olmadığı belliydi.

“Sizce normal mi yani bu? Anladım hoparlörden bangır bangır türkçe pop çalınması kafalarını şişirmiş olabilir ama ben sadece kulaklığımla kendime kadar dinliyordum.”

“Olmaaz,” dedi adam hayretle. “Kurallar var orda. İyi yine çabuk fark etmişler.”

“Neyi?”

“Müzik dinlediğinizi?”

Öykü gülümsedi. Kaş’ı son bıraktığında kesinlikle böyle değildi. İnsanlar değişiyor muydu ne? Tekrar manzaraya döndü. Bu adamla konuşmanın yararsız olduğuna karar vermişti.

“Neyse, bir dahakine dikkatli olursunuz siz de.”

Genç kadın bu lafı duymazdan geldi. Pansiyon sahibinin yüzündeki yapmacık sırıtışı bakmasa da hissedebiliyordu. Bu adamla kavga edip de tatilini zehir etmeyecekti.

Fakat ne yaptıysa bütün gece sabah olanları aklından çıkaramadı. Odası klimalı da olsa sıcak basıyordu. Çarşafları kırıştırmış, üzerindeki pikeyi çoktan yere atmıştı. Bir sağa bir sola dönüyor, yüz üstü yatıyor, sonra mumya gibi dümdüz sırt üstü durup tavana bakıyor, bir türlü rahatlayamıyordu. Nasıl olurdu da bir sahil kasabasında, bir beach’te müzik dinlediği için kovulabilmişti. Kulağındaki şarkının kime ne zararı olabilirdi. Öğrenmek için sabaha kadar bekledi.

Güneş tekrar doğup da gecenin az da olsa serinlettiği havayı yakmaya başladığı sıralarda Öykü çoktan hazırlanıp çıkmıştı. Kafasındaki planı işletmesi için zamanı vardı o nedenle gidip güzel bir kahvaltı yaptı. Bi Lokma’nın çiçekle kaplı verandasında bütün günü idare edecek kadar yedi, çünkü başına ne geleceğini bilmiyordu. Bol bol da su içti. Öğleden sonra yola çıkacaktı.

Çantasını özellikle yanına almamıştı. Şortunun altına sarı bikinisini giymiş, kafasına hasır şapkasını geçirmiş ve güneş gözlüklerini burnunun üstüne yerleştirmişti. Aynı yolu yürümeyi göze aldığı her halinden belliydi. Yolda dünkü gibi oflayıp poflamıyordu. Ara ara durup, tepeden güneşin parladığı denizi izlemeye çalışmıyordu. Girişe geldiğinde, aşağıya doğru uzanan merdivenlere uzattı kafasını. Merdivenlerden indikçe kayaların arasında kurulu iskeleye varıyordunuz. Üst üste kurulmuş bir kaç kat vardı. Hemen girişin yanında yine o meymenetsiz yazıyı gördü. ‘Keşke yanımda sprey olsaydı’ diye düşündü. Kapkara yapabilirdi tabelayı, ‘ilçeye en büyük hizmetim bu olabilir’ diye geçirdi içinden.

Kendisini dışarı alan adamı gözleyerek inmeye başladı basamaklardan. Dün olay çıkarmadığı için kendini şanslı saydı, onu tanıyan pek kişi yoktu. ‘Yeter ki o çocuk görmesin’ diye geçirdi içinden. Bir kaç basamak sonra bir bar tezgahı çıktı karşısına. Aşağıda iki kat daha iskele vardı ama servisler buradan taşınıyordu. Barmen tahmin ettiği gibi fazlasıyla ruhsuzdu. Aslında o da meraklı değildi gümbür gümbür müziğe ama ortamdaki yasaklar içini kemiriyordu. Çıt çıkmıyordu neredeyse. Neyse ki konuşmak serbestti. Titizlikle kokteyl hazırlayan adama baktı. Başında bekleyen bir kaç garson vardı ama dünkü adam ortalarda görünmüyordu. Birkaç bikinili kadın ve yanlarında izbandut gibi ayakta bekleyen deniz şortlu adamlar da içeceklerini bekliyorlardı. Çimleri sulayan hortuma uzanıp yanan ayaklarını serinletti biraz. Islak terlikleriyle kendini çok belli etmeden bir kat aşağıya indi. Her on basamakta bir MÜZİK YASAKTIR yazan tabelalar vardı. Dün nasıl olmuştu da görmemişti bunları? Ya da görmüştü de önemsememişti muhtemelen. En çok sinirlendiği konu da herkesin ona bu konuda haksız muamelesi yapmasıydı.

Kendine şezlong seçmeden şortunu ve askılı tişörtünü çıkardı. Kayaların dibinde kimsenin göremeyeceğini düşündüğü bir yere bıraktı. Görseler de almazdı herhalde buranın sakinliği seven halkı. Sarı bikinisi kalmıştı şimdi üstünde sadece. Sahilde herkes uyuyor gibiydi. Müzik yasak, belki kitap da yasaktı. Öyle bir ibare göremedi ama okuyan da yoktu. Sigara serbestti bak, uyanan yakıyordu bir tane. Denize inen merdivenlerin başında da DENİZDE GÜRÜLTÜ YAPMAK YASAK! yazıyordu. Suyun içine dalıp ellerini çırpıp bağırmak istiyordu. Neydi bu kadar çekindikleri, bu kadar kuralcı olmalarını gerektiren. Sahilden birileriyle konuşmak istedi ama onu küçük görmelerinden ya da şüphe uyandırmaktan korkuyordu. Çünkü herkes öğretilmiş gibi ne yapması gerektiğini biliyordu.

“Çocuklar sessiz! Şşştt.”

Yanından kurbağalama yüzerek geçen bir kadından gelmişti bu sözler.

“Yakında çocukları da yasaklayacaklar,” diye laf attı Öykü kadına gülerek.

Kadının yüzü ise ciddiydi. “Yasaklasınlar tabi, başımıza iş açacaklar.”

‘Ne açacaklar ne?!” diye kükremekistedi Öykü kadına. Kimden, neden korkuyordu bu insanlar. Tamam denizin berraklığı gördüğü hiçbir yere benzemiyordu, aynı anda sıcak ve serindi de, sanki o an nasıl istiyorsanız öyleydi. Girdiğinizde alışma süresi yoktu. Tamam da sırf bunlar için insan neden böyle kurallara boyun eğerdi ki?

Planı basitti aslında. Kayaların dibinden yüzmeye başladı. Beach Club dışında karaya çıkabileceği uygun bir yer aradı. Sivri ve dik kayalar başlarda umudunu kırsa da en sonunda kendine bir boşluk buldu. Normal zamanlarda olsa kayaların arasında otururken oralarda karşılaşabileceği türlü hayvandan korkardı ama şu an tamamen kafası başka yerdeydi. Akşama kadar burada yüzüp güneşlenecekti. Karnı toktu, sadece belki susayabilirdi ama bunu da kafasını kurcalayacak merakıyla tolere edebilirdi.

Hava kararıp da Beach boşaldığında tekrar yüzmeye başladı. Güneş tamamen batmış, etrafta pek kimse görünmüyordu. Kıyıda bulunan turuncu ışıklı yapay meşaleler sayesinde az çok görebiliyordu. Bekçi olabileceğini düşünerek sessizce çıktı merdivenleri. Üzerinden akan sular şıpırdamasın diye ağır ağır tırmandı. Biraz üşümüştü ama kurulanabileceği bir şey yok gibiydi. Şezlong minderlerinden birinin kılıfını çıkarıp silinmeyi düşünse de sonra vazgeçti. Çıplak ayaklarıyla eşyalarını sakladığı kayaların yanına gitti. Yerli yerindeydiler. Şortunun cebini karıştırıp kapalı telefonunu buldu. Bu hareketleri yaparken bir yandan da etrafı gözlüyordu. Yakalanma korkusu biraz heyecan katmıştı tatiline en azından.

Birkaç tane cevapsız arama, çokça da WhatsApp mesajına ait bildirim düştü telefonuna. Hepsini kaydırarak ekrandan çekti. Dün yarım bıraktığı şarkıyı açıp iskelenin ucuna doğru ilerledi. Bu kez kulaklığı da yoktu, yakalanma korkusunu da yenmişti şimdi. Zaten telefonu da çok ses vermiyordu. Müzik iskelenin ahşabından küçük koyu kaplayan kayalara, oradan da uçsuz bucaksız denize doğru dağıldı. Öykü o anda yaşadığı tatmini hiçbir şeyle ölçemeyeceğini biliyordu, tüm yasaklara rağmen şarkıyı dinlemişti işte.

“Ne oldu şimdi?” dedi kendi kendine. Deniz iskelenin altındaki kayalara küçük tokatlar atmaya devam ediyordu, hava biraz esmeye başlamıştı ama bu saatlerde normaldi değil mi sonuçta? Hava biraz daha karardı ama bunu başka bir şeye yormak aptallık olurdu zaten. Gelen giden de yoktu. Gözlerini kapadı, kendini sözlerin akışına bırakıp geriye doğru sırt üstü yattı.

O zaman şıpırtıyı duydu. Başta yine kayalardan geldiğini düşünüp bakmadı. Fakat bu sefer artan bir sesti bu. Yattığı yerde doğruldu. Deniz dalgalanmış gibiydi. Bunu da kötü bir şeye yormaması gerektiğini biliyordu ama tedirgin oldu yine de. Hava karardığı için denizi seçemiyordu da. Ama turuncu meşalelerin ışığında bir an bir şeylerin hareket ettiğini görür gibi oldu. Hızla kalktı olduğu yerden. Hareketler artıyordu, bu karanlıkta bile turuncu ışığın deniz yüzeyinde yansıdığını görebiliyordu. Sanki denizin dibindeki kayalar yüzeye çıkıyor da ışıklar sert yüzeylerinde parlıyordu.

Öykü dehşet içinde “N’oluyo ya?” diye söylendi olduğu yerde. Telefonunun küçük hoparlöründen hala müzik yayıldığını fark edince baş parmağıyla şarkıyı kapatmaya çalıştı ama telaşla telefonu elinden düşürdü.. Su yüzeyine çıkan kütleler toplu bir şekilde hareket ediyordu şimdi. ‘Merdiveni tırmanamazlar sonuçta’ diye geçirdi içinden.

Denizdeki kabarcıklar yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Büyük kaya kütleleri gittikçe iskeleye yaklaşıyordu. ‘İskeleyi yıkacaklar’. Yukarı baktı, belki de bekçi olanları görüp yardıma koşardı. Ama adam uyuyordu belli ki ortalarda bir Allah’ın kulu yoktu. Aniden, insanın o karşı koyamadığı merak duygusu tamamen kapladı aklını. Müzik neyi çağırabilirdi ki?

Temkinli adımlarla yaklaştı merdivene doğru. Denizin yüzeyi çalkalanıyor, iskele direkleri aldığı darbelerle sallanıyordu. Merdivenlere yaklaştığında aynı anda denizdeki yaratıklardan biri de ileri atıldı. Kendisine gelen şeyi korkutma pahasına yerdeki telefonunu alıp fenerini açtı, müzik hala çalmaya devam ediyordu. O an denizi dolduran yaratıkları tanıdı. Caretta Caretta’lar basmıştı sahili.

Aslında yaratık olduklarını düşünmekle haksızlık ettiğini biliyordu, sadece o an beklentisi bu yönde olduğu için böyle demişti belki de. Sonuçta gecenin yarısında balık da gelse korkabilirdi insan. Ayrıca Kaş’a geldiğinden beri ilk defa görmüştü bunlardan birini. En öndeki düşündüğünden çok çok daha büyüktü. Ele ele verseler iskeleyi yıkabilecek bir topluluktu sanki. Büyük olan yaklaştı merdivene doğru. Müziği ritmine kapılıyordu ilerlerken.

Ahşap iskelenin hemen önündeki demir merdivene varan büyük deniz kaplumbağası sudan kafasını çıkarıp Öykü’ye baktı. İlk kez o zaman göz göze gelmişlerdi. Gözlerini bu muazzam deniz canlısından alamıyordu. “Sen kimsin?” dedi farkında olmadan fısıltıyla. Aralarında bir bağ oluştuğunu hissediyordu. Sanki uzun süredir tanışıyorlar, Öykü onu uzun süredir besliyor büyütüyor gibiydi. Hatta belli ki fazla büyütmüştü, denizin dibine doğru uçsuz bucaksız uzanıyor gibiydi. Siyah gözlerini kocaman açmış, sanki bir şey anlatmaya çalışır gibi bakıyordu. Hipnotize oldu Öykü, çıplak ayaklarıyla ıslak ahşabın üzerinde merdivene doğru ilerlemeye başladı. Gözlerini ondan ayırmadan, sanki onu uzun süredir beklediği bir şeye davet eder gibi, geride kalan her şeyi bulanıklaştırarak çağırıyordu kendine. “Takip et beni,” dedi dev caretta konuşmadan. Sesi çıkmamıştı ama bunu dediğini hissetmişti bir şekilde.

Öykü merdivene yaklaştığında, dev caretta geri geri yüzmeye başladı. Gözlerinin yanındaki burun deliklerinden yorgun nefesini duyabiliyordunuz. ‘Kaç yaşında olduğunu kabuğuna bakarak anlayabilir miyim acaba?’ diye düşündü Öykü. Hipnoz sırasında olağan düşüncelerdi bunlar. Caretta carettalar yavaş yavaş iskeleden uzaklaşıp denizi açarken, Öykü merdivenin en üst basamağından aşağıya doğru inmeye başlamıştı bile. Daha önce hiç gece yüzmemiş, içini göremeyeceği için hep balık veya diğer canlıların bacaklarına sürtmesinden korkacağını düşünmüştü ama şimdi çevresindeki deniz kaplumbağalarına aldırmadan, tam tersine onlara doğru ilerliyordu. Haberlerde çok kez ne kadar zararlı olabilecekleri anlatılmıştı ama bunu hep saldırı hissettiklerinde yapıyorlardı. Şu an fazlasıyla cana yakınlar diye düşündü Öykü.

Gövdesini serin suya bıraktı. Dev carettanın başı hala denizin üstünde, karşısındaki kadının dikkatinin dağılmasına izin vermemek için kararlılıkla bakıyordu. Kurbağalama yüzmeye başladı Öykü. Normalde korkarak kendini kıyıya atacağı yerde şimdi dala çıka etrafındaki canlılara doğru yüzüyordu. O geldikçe de onlar geri çekiliyor, ona doğal bir havuz yaratıyorlardı. “Beni bekleyin!” diyerek aniden daldı sonra suyun içine. Bu sefer hemen çıkmadı ama. Dibe, iyice derinlere indi. Suyun karanlık yüzeyinin aksine aşağılara indikçe aydınlanıyordu. Sanki ay ışığı yüzeyi geçtikten sonra dağılıp sahne ışıkları gibi farklı renklere ayrılıyordu aşağıda. Denizin dibindeki taşlar, canlılar deniz gözlüğü takılmış gibi netleşiyordu gözünde. Bir ses duydu uzaklardan, ya da bir şarkı demek daha doğru olur. Belli belirsiz uğulduyordu kulağında. Carettaları çağırıyordu sanki müzik, tıpkı onun yaptığı gibi. Notalar suyun altında süzülen bu muazzam canlıların kabuklarından yansıyor, denizin derinliklerine doğru ahenkli bir melodi yolluyorlardı. Ve bu melodi onu da çağırıyordu aslında.

Patara dediğini duydu birilerinin. Uzaklardan geliyordu. Bu dev canlıya bu isim verilmişti ve her nasılsa bunu biliyordu. Onu böyle çağıracaktı eğer bir daha konuşurlarsa. Kaş’ın biraz ötesinde sadece kalıntıları bulunan Patara antik kentinin uçsuz bucaksız sahillerine doğru yüzüyorlardı. Likya başkentinin dünyaya ün salan antik meclisinden atılan bir üyeydi belki bu kaplumbağa. Cezası da bir carettaya dönüşmekti, tabi bu bir ceza sayılırsa. Ya da 1481 Rodos depremi ile yıkılan limanda çalışan basit bir gemi adamıydı da denize gömüldükten sonra yıllar içinde bu hale gelmişti. Ve şimdi yıllar önce yaşadığı yere götürebileceği birini bulmuş, onu tanrılara kefaret olarak sunup üzerindeki lanetten kurtulmayı planlıyordu.

“Nefesimi ne kadar uzun tutabilirim peki?”

Aklında beliren en önemli soru buydu. Hipnoz etkisinden çıkıp bir an paniğe kapılmaktan korktu. Dokunulduğunda şişen balıklar gibi balon olup son nefesini verecekti. Ya da vermeliydi. Ama garip bir şekilde hala zorlanmıyordu. Hiç bu kadar uzun süre suyun altında nefesini tuttuğunu da hatırlamıyordu.

Carettalar görüş alanından çıkmaya başlamıştı, siluetleri suyun içinde kaybolurken son bir gayretle onlara yetişmeye çalıştı. “Patara!”, diye bağırdı suyun içinde ama ağzından tek çıkan baloncuklardı. Yine terk edilmişti. Çevresini saran mavilikte hala nefes almakta zorlanmıyordu. Belki de düşündüğü kadar uzun zaman geçmemişti. Hatta belki de hiç geçmemişti. Ani bir hareketle kollarını aşağıya doğru savurarak kendini yukarı itti. Bedeni hızla yüzeye doğru çıkarken burnundan baloncuklar çıkıyordu. Müziği hala duyabiliyordu. Yukarı çıktıkça daha da aydınlandı gökyüzü. Sonra suyu yarıp kendini güneşli bir Akdeniz gününde buldu. Gece kaybolmuş, yerini gözünü acıtan bir aydınlığa bırakmıştı.

Gözlerini açtığında karşısında Çakıl Beach’i gördü. Kayaların arasına tutturulmuş ahşap iskeleleri, şemsiye niyetine insanların üzerine eğilmiş ağaç dalları, müşterilere ağır ağır kokteyl taşıyan garsonları ve şezlonglarında uzanmış huzurlu sakinleriyle tamamen hatırladığı gibiydi. Sonra o adamı gördü. Kara kuru garsonu. Emin adımlarla gidip şezlongda uzanan genç kadının başında durdu. Kadın ise her şeyden habersiz, gözünde güneş gözlükleri, kafasını örten hasır bir şapka, bronzlaştırıcı etkisiyle parlayan bacakları ve kulağında beyaz kulaklıklarıyla uzanıyordu. Adamın hareketlerinden sonra aniden doğrulup kulaklıklarını çıkardı.

Kısa süreli bir tartışma yaşadılar. Kadının yüzünde olayın saçmalığını gizlemeyen zoraki bir gülümseme vardı. Biraz sonra ise ciddileşip kızdığını görebiliyordu. Sonra birden ne olduysa, ani bir refleksle tüm bakışlar dalgalanmaya başlayan denize döndü. Öykü kendisine yönelen bakışlardan kaçmak için küçük bir şıpırtıyla kendini tekrar denizin dibine itti. Bir daha ne zaman yüzeye çıkacağını bilmiyordu ama gördüğü genç kadını kesinlikle tanıyordu. Dipten kayalıklara tutunarak yüzüp kendine bir yer aradı. Hava kararana kadar bir yer bulup bekleyebilirdi.

Facebook | Twitter | Instagram | Slack | Kodcular | Editör | Sponsor

--

--