“Kalanlar Ölenlere Şiir Yazar”

Can't Touch This
Türkçe Yayın

--

​​​​​Metin ALTIOK

​Baktık. İşittik. Hisseder gibi olduk. Ama ne görebildik, ne duyduk ne de anladık yaşanan acıları. Taş gibi, öylece, yüzyıllarca durduk; kavrayamadan anlamlandırdık.

Hayatta kalmak için yok etme güdümüz yerini; kendimizi korumak dürtüsünden “sadece ben önemliyim” dürtüsüne bıraktı. Ağaçlar yakıldı, küçük çiçekler yakıldı, evler yakıldı, salyalı ağızlarla insanlar yakıldı. Çünkü cadı oldular, eşcinsel oldular, kadın oldular ve kafir oldular. Yüzyıllarca yakıldılar. Teknoloji gelişti. Medeniyet geriledi. Hala yakıyorlar.

​Her adımda daha derine ölürken* zaten anlamsız hayatlarımız daha da derinlere sürüklendi. Bir şeyler yapılmalıydı. Cesur insanlar çıktı sonra, alevlere inat. “Kimyasal toz parçaları gibiyiz, yaşlandıkça büyürüz.” demişlerdi ellerini kenetleyip. Farklı yüzyıllarda, farklı mekanlarda. Yüzyıllar ötesine gönderilen harflerle iletişim kurdular birbirleriyle.

​Bize anlatmaya, gerçekleri göstermeye o kadar kararlıydılar ki alevlere yürürken avazları çıktığı kadar bağırdılar, haykırdılar. Ama biz… Yine duymadık.

​Önemli değildi bizim duyup duymamamız. “Belki…” dediler. “Bu defa işitirler.” 2 Temmuz 1993’te yine avazları çıktığı kadar gerçekleri haykıracaklardı. Ama gerçekler çığlıktan ibaret dumanlarla karışıp işitildi bu defa.

​Ben beş yaşındaymışım. Bir yerde alevler yükselirken, ben ateşi sadece sabah ezanında uyanıp sobayı tutuşturmaya çalışan babaannemin buruşuk ellerinde görmüştüm. On bir yaşımda da pek fark yoktu aslında. Neden kutladığımızı bilmediğim bir hıdrellez ateşimiz vardı eski lastikleri yakarak yaptığımız. Üzerinden atlayıp biraz islenirdik o kadar. Ama ben beş yaşındayken, on bir yaşında ölen o çocuk hıdrellez ateşinden atlarken yanmamıştı. Birileri babaannemin yakmaya çalıştığı çıra gibi bilerek tutuşturmuştu Koray’ı.

​Her ülkenin geçmişi gibi bizimki de alevlerle ışıl ışıl kararmıştı. İzlemeye pek dayanamadığım yıkımlardan bir kesit daha ağır gelecekti, biliyordum. Ve yeniden izledim yakılan insanları.

​Bu defa biraz farklıydı. Ne Ortaçağ’ın karanlık zamanlarından ne işçi devrimlerinden kalmaydı. Çok yakındı bize. Daha 26 yıl olmuştu. Hem de birkaç yüz kilometre ötemizde.

​“Yakın la. Yakın. Amına koyun la.” sesleriyle bir karmaşa belirdi ekranda. Bir binadan dumanlar yükselirken büyük kalabalıktan bir adam bağırdı: “Allah’ım. Bu senin ateşin. Cehennem ateşi işte!” Dumanlar içindeki bina hacıların şeytan taşladığı duvarlar gibi taşlanıyordu.

​Sonra bir yokuş belirdi ekranda. Eski model bir Renault araba yokuştan indi. Eski bir mahalleydi. Sonra da anlatmaya başladı sessiz insanlar. Sanki birileri boğazlarını sıkıyormuş gibi, sanki birileri “Sakın anlatırken gözlerinizi yerden ayırmayın.” demişti de öylece anlatıyorlardı.

​“Sait’in soda içmesine engel oldum.” dedi otelin merdivenlerindeki bir amca. Oradaydı. Ama gördüm ki ‘O an’da değildi. Devam etti: “ Biz burada misafiriz oğlum. Sonra adamın (otel sahibinin) sodası eksilir.” dediğini anlattı. Yanmadan az evvel soda içmek isteyen Sait’e kibarca açıklamıştı Ali Balkız. Sait de aldığı sodayı yerine koymuştu hemen. Nasıl bir güzellik, nasıl bir içten vakurluktu? Sahi? Sait neden öldü?

​Bir fotoğraf gördüm sonra. Kadınlar hep birlikte oturmuşlar. Tedirgin. Kötü bir şeyleri bekliyorlar belli. Ve bir kadın konuşmaya başladı. Fotoğraftan canlanıp anlatmaya başladı yıllar sonra: “Hatırlıyorum. Sonra O geldi. Elinde bir harmonika vardı. Bregoviç’ten Çingeneler Zamanı adlı parçayı çalmaya başladı. Bizi rahatlatmak istiyordu. Fakat müzikle, içinde bulunduğumuz ruh hali tamamen zıt haldeydi.” dedi. Ağlamamak için gözlerini büyütüyordu. Tane tane anlatıyordu her şeyi. Sahi? Olanları anlatırken hala yaşıyor muydu?

​Duman. Boğucu is. Ben utancımdan nefes almaya çalışırken ekrana merdivenlerdeki amca geldi yeniden. “Sadece çığlıklar duyuyorduk. Tiz çığlıklar.” dedi. Ben yeniden alamadım nefesimi. Birkaç kişiyle pencereden dışarıya çıkmıştı Ali Balkız. İşte tam o anda ne olduğunu anlatmak yerine 93’e, o pencerenin önüne geldi sanki. Arkasına baktı. Hafif kambur sırtını doğrultup: “Yukarıda kim var? Niye gelmediler?”. Öylece bakakaldı arkasına. Dönemedi. Gözleri yukarıda, hala yukarıdakileri bekliyor. Hala niye gelmediklerini bilmiyor gibiydi. Sahi? Onları beklerken hala yaşıyor muydu Ali Amca?

​Yine kalabalık. Mahşer dedikleri türden. “Kafir Aziz!” bağırmalarıyla meydan yankılanırken bir itfaiye merdiveni gördüm ekranda. İtfaiyenin hortumlarını kesmişlerdi ama merdivenleri hala sağlamdı demek ki. Beyaz saçlı bir adam yavaş yavaş merdivenlerden inerken biri belirdi merdivende. Yaşlı amcayı kolundan tutup aşağıya çekiverdi düşürmek için. Aziz Nesin’miş. İzleyemedim. Hemen uzaklaştırdım gözlerimi ekrandan. Nasıl izleyebilirdim ki ağlamadan? Şimdiki Çocuklar Harika’yı okumuştum ben Koray’ın yaşındayken. Kıkır kıkır gülüyordum; Aziz Abi bana yazmıştı o kitabı. Şimdi o adamı yakmak için toplanmıştı bu kalabalık. Sahi? Aziz Abi’yi neden yakmak istediniz ki?

​Sonra… Sonra benim bir Fatma Teyzem vardı. Karşı komşumuz. Sade bir gözlüğü, sade iki divanlı bir evi vardı. Divanın köşesinde yere oturur, elindeki bisküviyi yeniden çaya batırıp bana vermek için ağzımdakini yutmamı beklerdi. Ekranda Fatma Teyze gibi bir kadın belirdi divanın dibinde. Ellerini bağlamış: “Ordu’da hacıların evine gitmiştik.” diyip yutkundu. Devam etti: “ Hacıdan gelmişlerdi. Haberler açıktı televizyonda. Sivas’ta otelin yanmaya başladığını söylediler. E benim kızım da oradaydı. Olayı görünce şaşırdım. Bilemedim. İzleyince kapıya değil de pencereye yönelmişim çıkmak için. Hacı amca durdurmuş beni.” dedi. Öyle sadediydi ki… Kocasıyla ellerini bağlamış divanın yanında oturuyorlardı. Kocası ağlarken, O anlatıyordu öylece. Çoraktı artık. Kupkuru. Ve son cümlesi: “Bisikletleri hala duruyor.” olabildi. Sahi? Hala yaşıyor muydu o teyze, her gün evden çıkmadan önce ölen kızının odasına gidip helallik isterken?

​Belgesel öylece bitti. Kalabalığa sekiz saat müdahale edilmediği, on beş bin kişiden sadece yüz altmış kişinin gözaltına alındığı, suçlu bulunup firar edenlerin de 13 Mart 2012’de zaman aşımı nedeniyle cezalandırılmadığı yazılarıyla.

​Bilgisayarı kapatıp yatağıma uzandım. Uzun zamandır dinlediğim müziklerime yeni bir anlam daha eklemlenmişti kendiliğinden. Kalanlar ölenleri melodilerle canlı tutardı benim için. Rammstein piyanosundan “Mein Herz Brennt” ağıdıyla gözlerimi yumdum. Kimse kurtulmamıştı. Kurtulduğunu sandığımız insanlar aslında geride kalanlarla ölmüştü. Bizim yerimize utanarak, gözlerini gözlerimizcesine yere doğrultarak anlatmışlardı her şeyi ve kanlı ellerimizde karanlık bir umut, yüzümüzde Till Lindemann’ın tuhaf ifadesiyle sokaklarda gezmeye devam ediyoruz.

  • Hayko Cepkin

Facebook | Twitter | Instagram | Slack | Kodcular | Editör | Sponsor

--

--