Kavuşmayan Eğriler Çağında Bug’ı Yutmak

Yâren N. Nacaroğlu
Türkçe Yayın
Published in
5 min readMay 1, 2020

“İnsan ancak kendisine bakan şeyleri görebilir.” diyordu Baudrillard. 2004 senesinde Şeytana Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği kitabını yazdığında, henüz 2004 senesiydi. Pek çok kişi, 90'lı yılların yarattığı o bilinmez “yeni”nin heyecanını taşıyordu üzerinde. Baudrillard için Fransa’da durum nedir, bilinmez; ancak Türkiye bir yanından depremlerle yaralı ve dağılmış, bir yanındansa dünyadaki hızlı değişime göreli olarak katılmaya çalışan bir merakla doluydu.

Baudrillard, J. (2015). Şeytana Satılan Ruh. Doğu Batı Yay, Ankara. Çev: Oğuz Adanır

Y2K Sendromu veya milenyum virüsünü yutmak

Küreselleşmenin dünyada 1970'lerde duyulmaya başlanmış gürültülü sesi, Türkiye’de ancak 2000'li yıllarda etkisini göstermeye başlamıştı. Sivil alandaki beklenen genişlemenin yanı sıra daha güncel olarak Mc’Donalds’a gitmek, internetle tanışmak, bilgisayar oyunlarını öğrenmek, Kadıköy’e inmek, aramızdaki “mesafeleri” yok edecek cep telefonlarını, arabaların uçacağı o heyecanlı 2000'leri beklemek gibi türlü şeylerle meşguldük.

Bir yandan da, “dijital kıyamet” olasılığı konuşuluyordu her yerde; Y2K sendromunun bize yaşattığı en basit olay, Los Angeles’daki bir arıtma tesisine yapılan Y2K testiydi. Bu test sırasında bilgisayarın hata vermesi, 15 milyon litre lağım suyunun parka boşalmasına yol açmıştı. “Milenyum virüsünü yutmak” veya “yutmamak” gibi hiç de küçümsenmeyecek kaygılar konuşuluyordu o senelerde. Virüsü yuttuğunu sanarak akıl hastanelerine yatırılan binlerce insan, bilgisayarına Y2K sistemini kuramadığı için intihar edenler; bu kıyamet kaygılarının bilinen sonuçlarıydı.

Kaynak: www.gecmisgazete.com

Bilmeyenler için, Y2K sendromu, bilgisayarlarda 1 Ocak 2000 tarihinin 1 Ocak 1900 olarak algılanacağına dair duyulan devcileyin bir korkuydu. Zirâ o dönemde tarih sistemleri, dört haneli değil; iki haneliydi ve tarih, 1 Ocak’ı bulduğunda, haneler 01.01.00'i göstereceğinden bilgisayarların kendini “1900 yılında zannedeceği” ve 100 yıl öncesine dönüleceğine düşünülüyordu. O dönem, bilgisayarcıların ayakları altına serilen yığınla para (günümüz rakamlarıyla 445 milyar $) ve dünya ekonomisini kurtarmak için verilen bir savaş olarak tarihe geçti.

Hiçbir nükleer santral erimedi, iptal edilen uçuşları saymazsak aktif uçaklar içinde hiçbiri gökten üzerimize düşmedi, elektrik, su gibi donanımlar kaldığı yerden devam etti. Kısacası, korkulan hiçbir şey gerçekleşmedi. Y2K virüsü, insanlığı yiyip bitirmedi ve 1 Ocak 2000 sabahı, BBC şu haberi sundu: “Y2K bug fails to bite”

Geçtiğimiz yirmi sene boyunca, bu virüsü “yutmamak” için bilgisayar donanımlarına yapılan harcamaların gerçekten işe yarayıp yaramadığı tartışılmaya devam etti. 2000'den sonra çıkan birçok teknolojik ürüne “2000 yılına uyumludur.” etkiletleri basıldı. Y2K’yla baş edebilmek adına yazılan yüzlerce kitabın yazarı, bu stabillik karşısında kendine yeni savunma argümanları geliştirdi. Toplumun paranoyasına dair büyüyen korku ve iyi yahut kötü bir şeylerin değişeceğine dair olan yüce beklenti, birden paramparça oldu.

5 Ocak 2020'de bir köşe yazarı şu notu düştü: “Y2K sendromu, teknolojinin esiri olmuş olan insanoğluna, artık tabii olarak algılamaya başladığı dünyanın ne kadar sanal bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösterdiği için önemli bir tecrübe sayılabilir. Gerçekle hayal, doğruyla yanlış arasındaki çizginin tamamen ortadan kalktığı bir dünyada, bundan sonra kıyamet senaryoları çizmek çok daha kolay olacak.”

“Siz dünyayı görebiliyorsunuz ancak dünya sizi göremiyor, size bakmıyor.”

Kaynak: https://www.pexels.com/tr-tr/@cottonbro

Bugün, bilgisayar hanelerini 8 haneye taşımaktan daha büyük şeyleri konuştuğumuz talihsiz bir senenin, birbirine benzemeye başlayan herhangi bir günü. 31 Aralık 2019'da, dünyanın 180'den fazla ülkesi, kendisine doğru yaklaşan yeni virüsü hızla yutacağını bilmiyordu. Birçoğumuz keyifli bir akşam yemeği yiyor ve yeni yıla dair dileklerimizi konuşuyorduk. Muhtemelen bugünden, düne baktığımızda, o zamanlar içinde yaşadığımız dünya ve özerk olarak kendi hayatlarımız, gayet iyi görünüyordur. Bildiğimiz gibi 7 Ocak 2020'de, Dünya Sağlık Örgütü, yeni bir virüs tespit ettiklerini ilk kez resmî olarak açıkladı. (Bu yazı, virüse dair bir timeline oluşturmayı hedeflemiyor, ancak bu türden bir timeline için kaynak önerisi sunabilirim.)

2000 senesine girerken yutulması beklenen virüs, taksimetrelerin arıza vermesinden ibaret sonuçlar doğursa da, 7 Ocak’tan bu yana 4 milyondan fazla insanı etkisi altına alan, dünyanın geri kalanını ise avucunun içinde tutarak, tüm ipleri kendi elinde tutan bu virüs, etkileri ve sonuçları bakımından hiç de kolay olmadı.

Şimdi, yazının başında andığım sevgili Baudrillard’ı getirip, bu köşeye oturtmanın tam zamanı: “İnsan ancak kendisine bakan şeyleri görebilir.” demezden hemen önce, “Siz dünyayı görebiliyorsunuz ancak dünya sizi göremiyor, size bakmıyor.” demişti.

Kaynak: https://www.pexels.com/tr-tr/@cottonbro

2000’lerin başından itibaren kurmaya ve geliştirmeye devam ettiğimiz bu yeni iletim evreni, bugün evlerimizde kendisiyle başbaşa kalan bizlere neler sunuyor? Yarattığımız mega anlamlar dünyasında, “başbaşalık” ve getirilerini ne zaman tartışmaya başlayacağız? Bir türlü yanıt vermeyen, bizi görmeyen ve bize bakmayan bu yeni dünyanın hiç de beklediğimiz kadar tatmin etmediğini fark ettik. Peki bu fark ediş, bu günler geçtikten sonra bize ne sağlayacak acaba?

Kavuşmayan eğriler

2000 senesinde “Bundan sonra kıyamet senaryoları çizmek çok daha kolay olacak.” demişti ya yazar; bugünden sonra ortaya çıkan ve çıkacak olan yeni beklentiler, yeni tatminler, yeni yaşayış biçimleri kısmını neyle dolduracağız? Yerimizden hiç hareket etmeden gözetleme ve gözetlenme şansı sunan yeni medya ve ağ, geçmişte darmadağın ettiği zaman-mekân sınırsızlığını nasıl toparlayacak? Zirâ biz, 20 yıldır hiç olmadığımız kadar evlerimizdeyiz ve dakika dakika, saat saat zamanın akışını ve bir şeylerin düzelmesini bekliyoruz. Kendimizle ve zamanla kurduğumuz ilişki, bugün hiç olmadığı kadar yüzeyden sesleniyor derinde kalanlara.

İnsanların ölümünden, üstelik yüz binlerce ölümden ülke “bilanço”larıyla bahsedilen, modernliğe ve “yaratan bilime” karşı duyduğumuz azıcık güvenin de teker teker kırıldığı, toplumla olan diyalogumuzun mahiyetine dair en azından ufak tefek bir şeyler hissedebildiğimiz mahcup bir sene oldu, hiç beklenmedik. Sosyal medyanın bizlere bıraktığı o eşsiz “simüle” gerçeklerle, günü atlatırken, şimdi bu simülasyonun içine gömülmüş gibiyiz.

Yıllardır içine tıkılı kaldığımız bu gerçeklerin bizi bıraktığı yeri, ancak şimdi, olduğumuz yerden, evlerimizden görebiliyoruz. Kolektif dayanışmaya dair hiçbir arzumuzun kalmaması, kendi kolektivist kültürümüz içinde benimsediğimiz tekil ahlaki görülerle sürdürdüğümüz yaşamımız, tüm imkânlara karşın sosyal girişim ve “açık” olan her şeyle aramıza kurduğumuz dev bariyer… Tüm bunlara dair, bir uyandırış olması gerek yaşanılan kâbusun. Gerçekle, simüle edilen arasındaki sınırların yeniden örüldüğü bir uyandırış olması gerek. Y2K sendromundan veya bug virüsünü yutmaktan daha büyük bir dürtü olması gerek.

Oyunu bozmayalım. Baudrillard’la başladık, onunla bitirelim.

“Yapay kaderimiz, kavuşmayan eğrilerde yazılı.”

Kavuşmayan eğrileri kavuşturma zamanı.

--

--