Kemal

Emirkan Karadeniz
Türkçe Yayın
Published in
7 min readNov 19, 2020

--

Kasvetli havanın yoğunluğundan sıkıldığımdan dolayı arkadaşlarıma dışarıya çıkıp hafif bir şekilde çiseleyen yağmurda bisiklet sürmek istediğimi söylemiştim. Onlar da istekli bir şekilde isteğimi kabul ettikten sonra kendimizi dışarıda bulmuştuk. Güneşin, gökyüzünü tamamen kaplamaya çalışan bulutların arkasından henüz tepemizde olduğu anlaşılıyordu. Bisikletlerimizi sürerken yağmuru neredeyse fark etmiyorduk. Yaptığımız hızdan dolayı fazlasıyla zevk alıyor ve bağırış içerisinde caddelerin tozunu attırıyorduk. Biraz sonra yavaşlamak zorunda kalmıştık çünkü sürmekte olduğumuz caddede pek trafik oluşmuştu. Hız yapmamız engellendiğinden dolayı arabaların arasından yavaş bir şekilde de olsa ilerlemeyi başarıyorduk.

Photo by Ali Yahya on Unsplash

Arkadaşlarımın eğlendiği pekâlâ anlaşılıyordu. Aşırı bir şekilde korna sesi duyuluyordu. Herkesin önündeki araba da bir an önce evine veya başka bir yere gitmekte kararlıyken arkasındaki arabanın onu daha hızlı bir şekilde hareket etmesi için sesli ve rahatsız edici bir şekilde uyarması kadar aptalca bir şey görmemiştim sanırsam. Kırmızı ışıkta beklediğimiz sırada yanımda duran eski görünümlü kırmızı arabanın içinden “Siz bu kardeşinize güvenin. Bu ülkenin tek çaresi bir tek kişidir. O da benim.” sesleri yükseliyordu. Seçim zamanında olduğumuzdan dolayı her politikacının kafasından ayrı bir ses çıkıyordu. Elini kolunu sallayan, partilerin içine girdiğinden dolayı o kadar insan fazlalığı oluşmuştu ki, bu kişilerin bizler için, halk için ne yaptığı kolaylıkla sorulabilirdi.

Hava gittikçe içimi sıkıyordu. Bulutlar güneşin ışınlarını coğrafyamız üzerinde hissettirmemek için anlaşmışlardı sanki. Henüz öğlenin ortasında olmamıza rağmen kapalı hava varlığını sürdürüyordu. Her yeri bir grilik bürümüştü. Renksiz görünen arabaların stop ışıkları ve erkenden açıldıkları belli olan sarı sokak ışıkları caddelerde loş bir ortam yaratıyordu. Bir süre sonra iyice hız yaptığımı ve bu yüzden de arkadaşlarımı kaybettiğimi fark edecektim. Eski ana yoldan ilerleyip sokağımıza dönüş yapmaya karar verdim. Onlar da muhtemelen oraya gelirlerdi diye düşünüyordum.

Eski ana yoldan ilerlerken etrafımda hiçbir araba kalmadığını hissedip çevreme bakındım. Gerçekten de hiç araba yoktu ortalıkta. Eski olduğundan dolayı bu ana yol kullanılmıyor diye düşünüyor olabilirsiniz ancak aldığı sıfat sadece yeni bir ana yol yapıldığından dolayı başına eklenmişti. Yavaş bir şekilde ilerliyor ve etrafımı inceliyordum. Az önce şehrin içinde olmama rağmen absürt bir şekilde etrafımı ahşaptan eski görünümlü evler kaplamaya başlamıştı. Böyle bir yeri daha öncesinde hiçbir yerde görmemiştim. Köy sandığım yerin içine doğru ilerlemeye koyuldum; meraklanmıştım. İçerilere doğru girdikçe hava da iyice değişmeye başlamıştı. Sanki sokaklarda bulunan ahşaptan evler rengini gökyüzüne vermiş de uyumlu bir ortam oluşturmaya çalışıyorlarmış gibiydi. Hiçbir yer temiz görünmüyordu. Sokakları kaplayan ve üzerime yıkılacakmış gibi görünen eski ahşap binalar en fazla birkaç katlıydı. Telefonumu çıkarıp etrafı videoya almak istediğim zaman telefonumun çalışmadığını gördüm. Şarjı da bitmemişti. Bir tür sinyalle engelleniyor olmalıydı. Korkmaya başlamıştım. Geriye dönmek isteyince birbirinden pasaklı bir çocuk grubu karşılamıştı beni. Bir süre sonra etrafımı sarmaya başladılar. İçlerinden uzun boylu olanı bisikletimin arka tekeriyle oynamaya başlamıştı. Kirli ellerini ağzına götürüp sırasıyla parmaklarını yalayan yedi, sekiz yaşlarındaki bir çocuk yanıma yaklaştıktan sonra kulağıma, “Kaç.” sözcüğünü fısıldadı. Korkudan isteri geçireceğimi sanmıştım. Hızlı bir devinim sergileyip bisikletimi orada bıraktıktan sonra nereye gittiğimi bilmez bir şekilde kaçmaya başlamıştım. Nefesim gittikçe daralıyordu. Yaşadığım yerden tamamen farklı bir yerde kapana kısıldığımı hissediyordum. Bir yandan koşuyor, bir yandan gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. Bir süre sonra yorulduğumu fark etmiş olacağım ki kendimi iki katlı, kapalı renklere bürünmüş ahşap bir evin merdivenlerinde otururken buldum. Yağmur hızlanmıştı. Binalar ıslanıyor ve gittikçe kötü bir hâl alıyorlardı. Evin üst katı alt katına göre öne çıkmıştı; bir nevi üst kat, kocaman bir balkon gibiydi. Evin kapısı o kadar kötü bir durumdaydı ki en güçsüz bir kimse bu kapıyı zorlamadan açabilirdi. Biraz dinlendikten sonra kapıyı açmaya karar verdim. İçeriye adımımı atar atmaz pek kötü bir koku burnumu iyice yaktı. Mutlaka ölü bir şeyler olmalıydı bu evde diye düşünmüştüm. İçerisi olabildiğince dağınık bir görünüme sahipti. Yukarıya doğru kıvrılan merdivenler neredeyse çökecek bir biçimdeydi. Etrafta pek eşya olmamasına karşın, köşedeki kilimin üzerinde eski olduğu anlaşılan bir radyo duruyordu. Onun dışında yerde bir halı bile yoktu. Sağ kısımda kalan yer de mutfaktı ve mide bulandırıcı bir görünüme sahipti. Mutfağın ortasında yer alan ve yemek yenildiği anlaşılan masanın üzerinde temizlenmeyen birkaç tabak duruyordu. Ekmekler olduğu gibi bırakılmış ve sertleşmeye başlamıştı. Evin yapısı oldukça eski olduğu için yukarıdan gelen hışırtıları kolaylıkla duyabiliyordum. Bir süre sonra orta yaşlı olduğu anlaşılan bir kadın sesi duyuldu; “Kemal, sen misin?” Adımı bildiğini sandığımdan dolayı ilk başta korkum gittikçe artmıştı ancak benden başka bir Kemal daha olabileceğini düşünebilince rahatlamıştım. Bir süre sonra, “Yukarıya gel.” diye seslenmişti. Kendimi biraz sonra kırık merdivenlerden yukarıya çıkarken buldum. Yukarısı büyük bir oda gibiydi. Merdivenlerden çıkınca kadının arkasının dönük olduğunu fark ettim. Üstünde rengi solmuş sarı bir kazak, altında uzun siyah bir kumaş parçası ve ayaklarında ise kalın, kirli bir çorap vardı. Beni görünce sakin bir şekilde, “Sen de kimsin?” diye sordu.

“Ben, Kemal. Sanırım kayboldum. İstanbul’da bir ana yolda bisikletimi sürüyordum ve son olarak burada buldum kendimi.”

Gözleri o kadar yorgun görünüyordu ki biraz sonra bayılacak sandım. Arkasını döndü ve uzun bir süre bekledi. Odanın sokağa bakan duvarında büyükçe üç pencere vardı. Solda kalan pencerenin ne camı ne de korkuluğu vardı. Bahsettiğim çıplak pencerenin önüne gelerek kirli gazete parçalarını sıkıştırarak açıklığı kapatmaya uğraşıyordu. Dışarıdan gürültülü bir şekilde bir aracın geçtiği anlaşılıyordu. Nasıl bir araç olduğunu pencereye yakın olmadığımdan dolayı göremedim. Hâlâ merdivenin üst basamaklarının hemen dibinde bir cevap bekliyordum. Araçtan, “Gelişime doğru büyük bir hızla ilerliyoruz. Açlık bitiyor. Başkanımız projelerini açıklıyor.” gibi cümleler duydum. Kadın, arabadan sesler geldiği sırada bana arkasını dönmüş bir şekilde beklemeye koyuldu. Sadece duruyordu. Tekrardan bana döndüğü zaman orta yaşlı olmasına rağmen pek yaşlı göründüğünü anlayabildim. Üstündeki paçavralar ve yorgunluğu onun yaşına bir on yaş daha katıyordu. Etrafımı incelemeye koyuldum. Kırık dökük iki kirli yatak oldukça göz önündeydi. Onların dışında küçük bir masa iki yatağın arasında yer alıyordu. Masanın üzerinde yağlı bir örtü vardı. Tamamen açık olan pencereden içeriye oldukça kuvvetli bir rüzgâr esiyordu. Ahşaptan duvarlar bir tür kağıtla örtülmüştü. Küçük bir bölgenin kağıtla örtülmediğini fark edip duvarın yakınına yaklaştım. Küçük bir tahta parçasını, uğraşıp yerinden çıkarmayı başarmıştım. Oyduğum yerden kan damlaları akmaya başlayınca kendimi direkt olarak geriye çekmiştim. Önce birkaç damla, sonrasında ise korkutucu ve hızlı bir şekilde kan akmaya başlamıştı. Korkudan kanlar akan duvarın tam karşısındaki duvara sırtımı dayamış, şaşkınlıklar içinde duvarı seyrediyordum. Biraz sonra baştan aşağı bir tahta parçası yere düştü, sonrasında ise büyük bir gümbürtü içinde duvardaki tahtaların büyük çoğunluğu döküldü ve yere, bütün derisi soyulmuş, üstüne kaliteli siyah bir smokin giydirildiği anlaşılan bir adam düşmüştü. Her yer kana bulanmıştı. Öyle ki durmak bilmeyen kan, merdivenlerden aşağıya akmaya başlamıştı. Adamın çaresiz gözleri derisinin olmamasıyla birlikte oldukça parlak görünüyordu. Bu sırada kadın da benim gibi sırtını duvara vermiş olayları sakin bir biçimde seyrediyordu. Adamın hâlâ can çekiştiği her yerinden anlaşılıyordu. Bütün bu çevrenin içinde, giydiği kumaş takımıyla buradan olmadığı anlaşılıyordu. Kriz geçirdiğimi anlayarak kendimi dışarıya atmak istedim. Hızlıca merdivenlerden iniyordum ki aşağılara kadar ulaşan kandan dolayı ayağım kaymıştı.

Uyandığım zaman başımın ağrısından dolayı öleceğimi sanmıştım. Anlaşılan düştükten sonra kafamı bir yere çarpmıştım. O korkunç sahneleri gözümün önüne seren evin önündeki kaldırımın bir kenarına paçavra gibi atılmıştım. Üstüm başım bulunduğum yere uygun kirlilik içindeydi. Böyle bir durum içinde olduğumdan dolayı kendimden aşırı bir şekilde utanır hâlde ayağa kalkmaya çalıştım. Ayaklarımın gücü beni kaldırmaya yetmediği için yerde kalmak zorunda kaldım. Hava gittikçe kararıyordu. Başımı kaldırıma dayamış ve biraz dinlenmek istemiştim. Vücudumun ağrılarından dolayı kusacak durumdaydım. Bir süre sonra uyuyakalmışım.

Gözlerimi açtığım zaman biri tarafından uyandırılmaya çalışıyordum. Tamamen kendime geldiğim zaman bu kişinin bir gelin olduğunu fark ettim. Beyazlar içinde, dekoltesiz ve sade bir gelinlik giymişti. Zayıf gözüküyordu. Duvağının tülü yüzünü kapatıyordu. Etrafımızda kimse yoktu. Sokağı sadece ahşap binalardan gelen güçsüz ışıklar aydınlatıyordu. Benimle konuşmaya çalışınca sesi çıkmadı. Boğazını temizledikten sonra;

“Buradan çıkman için sana yardım edebilirim.” dedi sessiz olmaya çalışarak.

Bana doğru eğilmesi ve yüzünde duvağının tülü varken bunları söylemesi beni korkutmuştu. Bu cümleyi kurduktan bir süre sonra arkadaşça bir şekilde bana elini uzatması sonrasında ben de ona elimi uzatabilmiştim. Buradan ne olursa olsun bir an önce kurtulmak istiyordum. Muhtemelen arkadaşlarım benim hakkımda meraklanmış ve bu durumu aileme çoktan bildirmişti. Karanlıkla iç içe geçmiş sokaklarda ilerliyorduk. Binalar şimdi gözüme daha korkutucu geliyordu. Sanki her an birinin kapısından biri fırlayacak gibiydi. Gelinlik giymiş bir yabancıyla bu sokaklarda yürümemin pek absürt göründüğünün farkındayım ancak tek çaremin bu genç gelin olduğuna inanıyordum.

“Şu yerden birini almam gerekiyor.” dedikten sonra hızlı adımlarla kulübeye benzer bir yapıya doğru ilerlemeye başladı. Bu kulübe diğer binalardan uzak, oldukça kuytu bir yere inşa edilmişti. İçeriden mum ışığına benzer bir ışık yükseliyordu. Gelin gittikten bir süre sonra ışık söndü. Kapıda gelin ile karanlıktan dolayı uzaktan pek göremediğim bir kişi çıktı. Gittikçe bulunduğum yere doğru yaklaşıyorlardı. Yanındaki kişi, derisi soyulmuş ve kanlar içinde yere serilen adamdı. Kafasında, yukarıya doğru kıvrılan siyah şapkasıyla karşımda duruyor ve gelinin elini tutuyordu. Oradan kaçmak istedim. Bu görüntüye dayanamayacaktım ancak tam devinime kalkışacakken gelin arkamdan geldi ve elimden yakaladı. Kendimi koskoca dünya içinde ufacık bir yere sıkışmış gibi hissediyordum şimdi. Bu yaşadıklarıma gerçeklik duygusu katamıyordum. Nefes alıp vermem iyice hızlanmış bir şekilde, “O, o yanındaki adamı sabah, tahtaların içinde kanlar içindeydi. Nasıl oldu da şimdi.” diye söylendim. Konuşmaya devam edemedim.

“Biz buradan değiliz. Buranın neresi olduğunu bile bilmiyorduk. Bir hafta önce burada bulduk kendimizi.”

Duvağının tülünü kaldırmış ve bana kendini tanıtmıştı. İsmi Dilara’ydı. Yanında, sabah kanlar içinde tahtaların arasından yere düşen adam ise eşiydi. Buraya düşmeden hemen önce evlenmişlerdi. Onun derisini Dilara’nın gözünün önünde soymuşlar. Dilara ise ellerinden zor kaçmıştı. Bedbaht eşi, ben kendimi kaybettikten sonra bir süre baygın kaldıktan sonra kendine gelmiş ve ayaklandığını görünce şaşırmaktan kendini bir türlü alamamıştı. Sonrasında ise o ruhsuz evden kaçmayı başarabilmişti. Derisinin tamamen soyulmasına karşılık burada ölüm diye bir durumun söz konusu olmadığını düşünüyordu. Evden kaçtıktan sonra Dilara’yı bulmuştu. Dilara ise çıkış yolunu onun derisini soyduklarından birkaç gün sonra öğrenmiş ancak eşinin öldüğüne inanmak istemeyip dışarıya çıkmamıştı. İşte şimdi birlikteydiler. Bana teşekkür etmek için de beni dışarıya çıkarmışlardı. Kendimi bir anda eski ana yolda bulmuştum. Sonrasında sessizce evime doğru yol almış ve bu durumdan kimseye bahsetmemiştim. Ancak şimdi, bu durumu atlatalı bir ay oluyor. Dilara ve eşi ne âlemde hiç bilmiyorum.

--

--