Kendimizle Yaşamak

Ahmet Ataşoğlu
Türkçe Yayın
Published in
3 min readMay 7, 2020
Görsel: Kaynak

Uzun zaman önce, çok uzak bir galakside; yerleşik hayatı kozmik göçe tercih etmiş uzaylı dostlarımız, tam da bilim-kurgu fantezilerimizi süsteleyen teknolojik motifleriyle, günün birinde yeşil yeşil soluyan radar monitörlerimizi tomurcuklar halinde şenlendirivermişler. Hasbelkader, radyo dalgalarımız denk düşmüş, 0 gitmiş 1 gelmiş, çat pat da olsa NASA bir yeni ileti almış: “Geçiyorduk, uğradık”. Amerikan başkanı derhal devreye girmiş tabii: “Hiç sizinle uğraşacak durumda değiliz, acil değilse hattı meşgul etmeyin!”. İnsanlığın kendilerinde kalmasını isteyen uzaylılar, “Neyse, siz meşgulsünüz galiba” deyip, gitmeden son bir kıyak yapalım demişler: “Bilmek istediğiniz ne varsa, sorun. Ama yalnızca bir soru!”

Şimdi bu absürt hikayenin, gerçekleşeceğini pek sanmam ama, gerçek olduğunu düşünelim. Çağımızın çok ötesinden bu dostlarımıza sorulacak tek soru hakkı da sizin olsun. Bir an için düşünelim, ne sorardınız?

İleri teknoloji, uzayın derinlikleri, ışınlanma, çok uzun bir ömür veya ölümsüzlük, zaman yolculuğu… Konu başlıkları uzadıkça uzuyor. Astrobiyolog David Grinspoon’a göreyse, sorulması gereken— tabii bu senaryodan bağımsız olarak — soru şu olmalı: “Kendinizle yaşamayı nasıl öğrendiniz?”

Kendi türünüzü, yaşadığınız gezegeni, varsa aynı gezegeni paylaştığınız diğer canlıları yoketmeden, zarar vermeden, sürdürülebilir bir şekilde, kendinizle yaşamayı nasıl öğrendiniz?

Tüm insanlığın yaşadığı bu son olaylar, bütün medeni ilerleyişimize rağmen kendimizle yaşamak konusunda verdiğimiz istikrarsız mücadelenin, tabiri caizse halı altına süpürülmüş sonuçları gibi gün yüzüne çıktı. “Dünyanın doğal döngüsü bu, zaten yüz yılda bir olan şeyler” şeklinde de yorumlayabiliriz, bütün olup bitenleri. Fakat, her türlü doğal oluşuma ancak ekonomik değeri nispetinde alaka gösteren bakış açımızın nereye kadar prim yapacağını görebilmiş olsak, belki de kendimizi en tepesine koyduğumuz besin zincirinin, ancak sözü geçenin diğerini ezdiği orta çağ hiyerarşilerini anlatan piramitler gibi olmadığını anlayabilirdik.

Birey olmaktan bahsederken, mikrodan makro ölçeğe, aslında bir bütün olduğumuzu gözden kaçırmış olabiliriz. Çünkü ne yaşama objektifini çeviren atmosferin, ne de iklimleri yazan ve yöneten okyanusların başrolündeyiz. Oysa kendimizi Oscar’a layıkmışız gibi hissediyoruz. Çünkü bu filmin, yalnızca bizim biyografimiz olduğuna ikna olmuş durumdayız. Daha da kötüsü, rollerimizi kendimizin yazabileceğini düşünecek kadar da bencil olabiliyoruz. Nitekim kendimizle yaşaması için uygun görmediğimiz, kendimizden insanları dahi, çeşitli bahaneler ve entrikalarla sahnenin dışındakiler haline getirebiliyoruz. Kaldı ki sahneyi oluşturan dekora ve diğer “yardımcı oyunculara” neler yapmayalım?

“Yapıyoruz ve yaparız da. Neden yapmayalım ki? Sonuçta biz farklıyız ve bu dünya da bizim için var. Gelişip, ilerledikçe tüketmemiz, tüketmek ihtiyacı doğduğunda da yoketmemiz gerekir”. Peki bütün kaynaklar bir gün tükendiğinde neler olacak? Dünyadan bedelsiz aldığımız her şeyi, dolaylı ya da dolaysız yerine koymazsak, geriye artıklarımızdan başka neler kalacak? Kendini her türlü felaket karşısında sağlama aldığını düşünen, medeniyetin yılmaz bekçileri, payitahtlarından tedbir paketlerini sistematik şekilde açıklarken, sistemin dışında kalanlara neler olacak? Bu soruları hayıflanmak ya da popülizm yapmak amacıyla değil, bir anda hayatımızın odağına yerleşen sorunların, ne zamandan beri orada olduklarını anlamaya çalışmak için soruyorum. Örneğin, salgının başlangıcıyla sanık koltuğuna oturtulan insanlar hakkında çokça konuştuk. Gerçekten suçlu olup olmadıkları bir kenarda dursun; merak ettiğim şu ki, salgını tetikleyen beslenme kültürünün, yalnızca damak tadıyla değil de gelir adaletsizliğiyle veya yoksullukla da bir ilgisi olup olmadığı. Dünyanın tüketen çoğunluğuna üreten bir ülkenin, aynı zamanda ucuz işgücüne dayalı üretim politikası, bu sorunun cevabı için bakmamız gereken yerlerden birisi olabilir. Fakat her zaman “daha çok” diyen bu kollektif iştahımız, belki de işlediğimiz günahların yarı yarıya olduğunu anımsatmalı bize.

Elbette bu günler de geçecek. Bu zor günlerde sorumluluk üstlenen, maddi manevi emek sarf eden bütün herkesi de minnetle ve şükranla anmak gerekir. Fakat bütün bu zor günlerden sonra, anılması gereken noktalardan birisi belki de şudur: doğasıyla, habitatıyla, kendisiyle yaşamayı bir türlü öğrenemeyen insanlığın, kendi kendine izole yaşamak zorunda kalışı.

--

--