"Kendine Dön, Şimdi ..."

murat acet
Published in
3 min readOct 20, 2017

--

“Doğa herkese yetiyor, bu böyle sürüp gidiyordu.Ne var ki bu, her zaman böyle sürüp gitmedi…” Jean-Jacques-Rousseau

Neresinden bakarsanız bakın olağanüstü dönemlerden geçiyoruz. Son yıllarda birbiri ardına yayınlanan yüzyıl -hatta bin yıl- değerlendirmeleri rafa kaldırılmış insanlıktan, uyumsuz sosyal davranışlardan, kısaca şiddet ve barbarlık ufkunun genişlemesinden söz ediyor. Bir yanda küreselleşen sermaye, yeni tüketim nesilleri, diğer yanda ise marjinalleşen kimlikler ve bu dünyayı cehenneme çevirip cennet hayali kurduran ütopyalar … İşte “yirmi birinci yüzyılın ilk yarısı, yirminci yüzyılda gördüğümüz her şeyden daha güç, daha düzen bozucu, ama aynı zamanda daha açık olacak…” [1] dedirten modern — post-modern mi demeliydim?- dünyanın haritası…

Bu olumsuz tabloda Herakleitos’u bir kez daha anarak yaşamlarımızın bir nehir gibi akışını seyrediyoruz; boş ve anlamsız bakışlarla… Acılarımızı gizleyerek güçlü olmaya çalışıyor ama eskiyen bir hüzünle çocukluğumuza, aramıza keskin ayrımlar koyarak uzaklaştığımız doğaya ve kendimize dönmeye çabalıyoruz; arzuluyoruz ve çok istiyoruz…

Aslında her şey zaaflarımızı ve doğadan ayrılarak yaşadığımız yabancılaşmayı görmeyecek kadar zafer sarhoşluğuna kapılmamızla başladı. Çünkü doğayı ve daha geniş anlamda dışımızda kalan tüm varlıkları tahakküm altına alarak yaşadığımız özgüven ve başarı hissi yeryüzündeki her şeyin değerli ve anlamlı olduğunu görmemizi engelledi. Boyunduruk altına alan hatta bir adım daha ileriye giderek sınırsız tüketen ve yok eden bu anlayış kendi dışındaki her şeyi araçsallaştırarak bir nesneye dönüştürmekle ödüllendirildi. Hâlbuki var olan her şey en az “iyi insan”(!) kadar değerli ve anlamlıdır. Bu değer ve anlam var olan her şeyin özünde kendiliğinden ve insandan bağımsız vardır ve var olacaktır. Bir bütünün parçalarının, birbirlerine karşı belirlenmiş bir üstünlüğünden ve gücünden değil olsa olsa bütüne kattıkları çeşitlilik ve zenginlikten söz edilebilir. Her ne olursa olsun insanın kendini merkeze alarak bu zenginliği yok etme, sömürme hakkı ve gerekçesi olamaz. Bozulanın yerine konması, yeniden üretilmesinin ciddi anlamda emek, çoğu zaman da telafisi zor sonuçlar doğurduğunu unutmamak gerekir.

Kendi dışımızdaki dünyayla — doğayla — olan ilişkimizi en aza indirerek üstünlük kurma çabamız ve üreten-yaratan bir varlık olma telaşımız kısa vadede faydalar sağlamadı değil; yüksek katlı teknolojiyle donanmış mekânlarımız, gündelik yaşamın birçok koşturmacasını hafifleten konforumuz ve bu referanslarla tanımladığımız iş yaşamlarımız vazgeçilecek şeylermiş gibi görünmüyordu gözümüze. Tabi ki hepsi bu kadar değil, kendi yarattığımız bu korunaklı çevrede ürettiğimiz bilgi, dil ve teknik, kısaca kültür dediğimiz toplamın gelişme ve ilerleme adına birçok olumluluk sunduğunu ve en nihayetinde daha güzel ve yaşanası bir dünya umuduna olan inancımıza güç kattığını söyelerek hakkını teslim gerekir.

Ancak daha az maliyet ve emekle daha fazlasını isteyen yanımızın hep ağır basmasıyla birlikte duyarlılıklarımızı yitiriyor, çevre ve doğayla paylaştığımız deneyimlerimiz azalıyor ve sonuçta ne hissettiğimizi dahi anlamakta zorlanıyoruz.. Sonrası bir şeyler yapmalıyım telaşıyla yeni avuntular ve bireysel tesellileri beraberinde getiriyor. Saksılarda domates yetiştirme, iki kişinin zor sığdığı hobi bahçelerinde hafta sonu mesaileri, plastik yerine kağıt ürünler kullanmayla sızılarımızı ve vicdanlarımızı biraz olsun rahatlatmaya çalışıyoruz. Ancak tehlike bunlarla sınırlı olmadığı gibi bu tedbirlerle aşılacakmış gibi görünmüyor. Çünkü ister bilgi çağı ister uzay çağı diyelim artık yeryüzünde attığımız her adımın ve yapıp etmelerimizin küresel etkilerini yaşıyoruz. Mükemmele ulaşma amacımız bizi birbirimize yakınlaştırırken kötülük yapma sınırlarımızı da ortadan kaldırıyor. Savaşları, yıkımları, ötekileştirdiğimiz dünyayı ve daha nicelerini canlı yayında rahat koltuklarımızda izlemeye devam ediyoruz, tüm iyi niyet(!) ve adanmışlıklarımızla… Özgürleşme ve başka bir yaşam tarzının yeniden inşasının kaçınılmaz bir zorunluluk oluşunu gözler önüne seren bu durum kaçınılmaz bir sonuç olarak insanın ben olma durumunun iflasıyla sonuçlanacakmış gibi görünüyor.

Oysa bu umudumuz kimseye muhtaç olmadığımız ve hep sıfır çektiğimiz bir sınav olmamalı.

Peki, ama nasıl? İnsanın evrendeki ve doğadaki yaşamla bütünselliği içindeki uyumuna geri dönüşünden bahsediyoruz. Bu geri dönüş için öncelikle ahlaksal, politik ve sosyal yaşam alanlarındaki tavrımızı yeniden tanımlamamız gerekir. Daha sonra doğayı bir nesne olarak görmek yerine empatik bir tutumla onu bir yaşam alanı ve kaynağı olarak kabullenmek ve belki de hepsinden önemlisi tüm yaşananlar karşısında sorumluluk alma bilincini ve cesaretini gösterebilmemizle gerçekleşecektir.

Uzun ve yorucu bir yolculuk; “olduğumuz şey olmanın vakti” belki de…

[1] I. WALLERSTEIN, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Çeviren: T.Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2000, s. 9.

--

--

murat acet
Türkçe Yayın

“Ben ağladığımda bütün dünya ağlardı-öyle zannederdim…” H.Miller