Kendini Bekleyen İnsanlar: Edward Hopper

Sena Bozkurt
Türkçe Yayın
Published in
5 min readMar 2, 2021
Self-Portrait. 1915–30.

Modernite öncesi insanları birleştiren kentler şimdi karmaşık yolları, düz binaları, dar sokakları ile insanları bölüyor. Kentler kalabalıklaşıyor, fabrikalar teknoloji ile gelişiyor, “özgürlük alanımız” genişlerken benliğimiz daralıyor. Pandemi ile birlikte de bedenimiz de evimizin içinde daralıyor. Hopper’ın eserleri ise bize tam da bu dönemler için şu soruyu yöneltiyor:

“Modern yaşamın sunduğu özgürlükler ortadan kalktığında, geriye yalnızlıktan başka ne kalıyor?” (Jones, 2021)

Gelin önce Edward Hopper’ı tanıyarak başlayalım. Hopper, 22 Temmuz 1882'de Nyack kasabasında doğmuştur. Nyack Lisesi’nden 1899’da mezun olduktan sonra, sanat eğitimi almaya karar vermiştir. 1900–1906 yılları arasında New York Sanat ve Tasarım Akademisi’nde resim eğitimi almıştır. Sanat öğretmeni Robert Henri, onlara gerçek hayata dair resim yapmalarını öğütlemiştir. Hocasının önerisiyle, döneminin Amerikan yaşamını resmetmeye başlamıştır. İllüstrasyon alanında iş hayatına başlamışsa da mutlu olamamış, işi bırakıp tamamen resim çizmeye yönelmiştir. Hopper, her kadar realist olarak tanımlansa da kendini empresyonist olarak tanımlamaktadır. Empresyonizm yani izlenimcilik, 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Sanatta ‘dış’ ile ‘iç’i birleştiren bu sanat akımı, dışın içe yansımasını, izler bırakmasını ve sanat eserinin bu izlere dayanarak meydana getirilmesini savunur. İzlenimcilere göre sanatçı gerçeği olduğu gibi değil, onun kendi içinde uyandırdığı duygu ve düşüncelere dayanarak; nesnelliği değil, öznelliği ile yansıtmalıdır.

Y

Edward Hopper’ın dünyaya geldiği 1882 yılında Thomas Edison ilk elektrik santralini çalıştırmıştı. Öldüğü 1967 senesinden 2 sene sonra ise aya ilk kez ayak basılmıştı. Bu kadar yoğun bir değişime tanık olan Edward Hopper, savaşları, yıkılan-inşa edilen kentlerin yanı sıra değişen kimlikleri; insanların bunalımını gördü. Bu da elbette eserlerine yansıdı hatta belkemiğini oluşturdu. Kız kardeşine, kendisi ve ailesi hakkında kimseye bilgi vermemesi gerektiğini söylemiş, resimlerini anlayacak tek bir insanla bile bir gün mutlaka yollarının kesişeceğine inanmıştır. Resimlerinde ne anlatmak istediğini soranlara, kendisini anlatmak istediğini ve zaten “Kelimelerle anlatabilecek olsaydım resim yapmazdım” diyerek cevap vermiştir.

Morning Sun. 1952.

Bolca düşünen ve en çok da Freud, Jung, Emerson gibi düşünürlerin kitaplarını okuyan Hopper, insanların iç dünyasın görmeye çalışmış, onları gözlemiş ve resmetmiştir. Hopper’ın psikoloji kitaplarının yanı sıra polisiye romanlarını da okumayı çok sevdiği bilinmektedir. Tablolarında da belki de bu yüzden, gözetleyiciliği görmek mümkündür.

Seyirci olarak biz gözetleyen konumunda oluruz. ‘Dış’tan ‘içeri’ye bakarız. Pencereler ve duvarlar bu hissi yaratmak için çok iyi kullanılmıştır; dışta olduğumuzu, kendimizi fark ederiz. Aynı zamanda içteki insanında da mekânda sıkışmışlığını, dışarının erişilmezliğini; belki de dışarıdan bizim, içerideki kişiye erişemediğimizi ve böylelikle birbirimizden uzaklaştığımızı anlatır. Hopper’ın figürleri hep bir robot gibi donukturlar.

Zamandan ve mekândan kopuk bir şekilde trans halindedirler; sadece beklerler. Bulundukları mekânda ya sıkışık ya bekleyiş halinde ve her zaman birbirlerine karşı yabancı ve yalnızdırlar. Birbirlerine karşı yabancılıkları kendilerine olan yabancılıklarından kaynaklanıyor gibi. Bu yabancılığın modern zamanda “normal” olmak için rol yapmaktan kaynaklandığı ve örtük bir şekilde dayatılan iradenin özgür olmadığını ve bu yüzden yapay bir benliğe sahip olduğumuzu söylemek mümkün müdür?

Cape Cod Morning, 19650.

Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış kitabında anlattıklarına göre evet, söylemek mümkündür. Kısaca özetlemek gerekirse: modern dünyada birey, kendi olmaktan çıkmıştır çünkü kültürel kalıpların ona sunduğu kişiliği benimsemiş ve böylece tıpkı diğerleri gibi ve onların kendisinden beklediği kişi olmuştur. Kendi bireysel benliğinden vazgeçen ve bir robot haline gelen kişi, çevresindeki milyonlarca diğer robotla aynı olmuştur ve artık kendini yalnız hissetmemekte, kaygı duymamaktadır. Ama ödediği bedel yüksektir; kendi benliğini yitirmiştir.

Yalnızlığı yenmenin “normal” yolunun bir robot haline gelmek olduğu fikri liberalizmin hür iradesi ile kutsadığı, biricik birey fikri ile çelişmektedir. Çoğumuz, düşünme, dilediği gibi davranma özgürlüğüne sahip bireyler olarak düşünülürüz ve bireyler olarak düşüncelerimizi kendimize ait görürüz. Ama biliriz ki çoğu zaman düşündüklerimiz ama en önemlisi hissettiklerimiz başka kişiler, kurumlar tarafından şekillendirilmiştir. Her mekânda bizden beklenildiği gibi davranmaya çalışırız ama çoğu zaman ya rol yaparız ya da trans halindeyizdir.

Soir Bleu

Yapay benliklere oluşumuzun ise en güzel temsili “Soir Bleu” -tek Fransızca- isimli eseridir. İsmini Arthur Rimbaud’nun şu şiirinden almıştır:

Mavi yaz akşamları, patikalarda, dalgın, Gideceğim sürtüne sürtüne buğdaylara.

Ayaklarımda ıslaklığı küçük otların Yıkasın, bırakacağım başımı rüzgâra.

Ne bir şey düşünecek ne bir laf edeceğim; Ama sonsuz bir sevgi dolduracak içimi;

Göçebeler gibi uzaklara gideceğim;

Mes’ut sanki yanımda bir kadın varmış gibi.

Abartılmış makyajı, beyaz teni üzerinde göze çarpan kırmızı pudrası ile maske gibi duran bir yüze sahip fahişe, sanki bunun rol oluşunu vurgular gibi duruyor. İnsanlığını örtemeyen ikinci figür ise Palyaço. Makyajı ve kostümüne rağmen komik değil. Zaten karşısındakiler de gülmüyorlar. Hem palyaçonun ağzında da bir sigara var. Direğin arkasındaki adam da Van Gogh’a ressam beresi, kırmızı sakalı ve direğin “kesmiş olduğu kulağı” ile hoş bir gönderme.

Gece Kuşları. 1942.

Nihayet en bilindik, film ve dizilere sahne olmuş, tüm bahsettiklerimizin, bizim eserimiz: Gece Kuşları.

Yazının başında Hopper’ın yaşadığı dönemden etkilendiğinden bahsetmiştik; bu eser de bu etkilerin göstergelerinden birisidir.

Eser 1942 yılında tamamlanmıştır. 1941 yılında ise 2. Dünya Savaşı sırasında Japonya, ABD’nin Hawai Adalarındaki Pearl Harbor limanına saldırmıştı; Amerikan halkının bunalımı artmıştı.

Eserde New York’da Manhattan bölgesinde bir restoranda 4 figür görüyoruz. Figürler yine donuk; mutlu mu mutsuz mu anlaşılmıyor. Sırtı bize dönük adam yalnızlığı vurguluyor gibi. Onun karşısında da çift olup olmadığı anlamadığımız ama birlikteyken de yalnız hissettiğini fark edebildiğimiz iki figür görüyoruz. Garsonun şapkasına dikkatli bir şekilde baktığımızda da bunun bir denizci şapkası olduğunu anlayabiliyoruz. Bu öylesine bir seçim değil, Pearl Harbor baskınına göndermedir.

Bir diğer ayrıntı: garsonun bulunduğu kısmın ve restoranın bir kapısı yoktur; tekrar figürler mekânda sıkışmışlardır.

Bireyin içinde kaybolduğu kentlerin büyüklüğü, dağlar kadar yüksek olan binalar, radyodan gelen sürekli ses bombardımanı, günde üç kez değişen ve insana neyin önemli olduğu konusunda karar verme fırsatı tanımayan gazete başlıkları, bireyi ortadan kaldırmak için saat gibi şaşmaz bir tempoyla yeteneklerini sergileyen, pürüzsüz çalışan güçlü bir makine gibi hareket eden yüz kızın rol aldığı şovlar, cazın bangır bangır kafalara inen ritmi — bütün bunlar ve daha birçok ayrıntı, denetlenemez boyutlarıyla bireyi içine aldığında, ona bu bütünün minicik bir zerresiymiş duygusunu veren bir yıldızlar kümesini andırır. Bireyin elinden gelen tek şey, taburda bir asker ya da fabrikada yürüyen bantın başında görevli bir işçi gibi, olan bitene ayak uydurmaktır. Edimde bulunabilir, ama bağımsızlık, önemlilik duyguları çekip gitmiştir. -Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış.

Günümüzde olduğu gibi, Hopper’ın eserlerindeki insanlar da giderek nesneleşmiştir. İnsanlar artık “normal” olmak adına adeta aynı üretim bandının ürünü olarak birbirlerine benzemeye başlamıştır. Ve içeriği başkaları tarafından oluşturulmuş yapay benliklere sahip olmuşlardır. Bize daha özgür olmayı vadeden modernite özgürlüğümüzü (ç)almış olabilir mi?

--

--