Kezzaplanan Kadınlığımız: İçimizdeki Bergen’ler
Toplumumuzun en derin zıtlığıdır aşk ile şiddet. Bu iki benzemezin iç içe geçtiği ataerkil toplumlarda aşkın dahi cinayetinden söz edebiliyoruz. Bergen’i yaşamından eden ve filmde de detaylıca işlenen bu toplumun toksik sevgi anlayışına en gerçekçi örneklerden biri. Şiddete çocuk yaşta tanık olmuş biri olarak film benim için biraz tetikleyici oldu. Özellikle şiddet sahnelerinde zihnim geçmişe giderek babamın anneme vurduğu anları getirdi gözümün önüne. Çocuklarının elinden alınacağı korkusuyla yıllarca baskılanan anneme boşanması için küçücük yaşımda dahi destek olmaya çalıştım. 10 yaşım bana iyileşme fırsatı tanıdı ve annem sonunda boşanarak yaşadığı şiddete son verdi. Fakat fiziksel şiddet bitmiş olsa da psikolojik şiddet bitmedi. Boşanmış bir kadın olmanın toplum tarafından damgalanan etiketini taşıyan annem kendisine gelen bir ilişki teklifini reddettiği için “yüzüne kezzap dökerim” tehdidiyle karşılaştı. Neyse ki böyle bir olay vuku bulmadı fakat bu toplumda kadını bir “nesne” olarak gören erkeklerin bir tehdit unsuru olarak kezzabı kullanması Bergen filminde olduğu gibi ciddi bir sorun. Takıntılı sevgiye karşılık vermeyi reddeden çoğu kadın kezzap tedirginliği yaşadı ya da somut olarak acısını vücudunda hissetti. Bergen, kadına yönelik şiddetin boyutunu göz önüne seren bilindik örneklerden biri ve toplumsal bir soruna işaret ediyor. Bu çok köklü bir sorun.
Kadını zayıf bir figür olarak gören ayrıştırıcı zihniyete sahip erkekler, gücünü kadın üzerinde göstermektedir. Güç gösterisinin ilk yöntemi genelde şiddettir. Bu şiddetten kurtulmanın ilk adımı kadını üzerinde tahakküm kurulması gereken bir nesne olarak görmeyi bırakmakla başlar. Toplumun kadını eve hapseden ayrımcı düşünceden uzaklaşması mühimdir. Çocukluk çağında dayatılan toplumsal cinsiyet kalıpları yıkılması gerekenlerin başında gelmektedir. Çünkü öğrenme sürecinin en derinlemesine gerçekleştiği zaman dilimi çocukluk dönemidir. Bergen filminde şiddet uygulayan kişi rolündeki Erdal Beşikçioğlu’nun canlandırdığı karakter, çocukluk döneminde babasından gördüğü şiddeti meşru sayarak bir babanın hem sevip hem dövebileceğini savunmaktadır. Bu diyalog, çocukluk çağındaki travmalar ve dayatılmış kalıpların kişileri ilerleyen dönemlerde itebileceği sorunlu davranışlara örneklem oluşturmaktadır. Fakat bu tek başına şiddetin nedeni değildir. Toplumun alışılmış kalıpları yıkmaktaki tavrı genelde geleneksel düşüncenin dışına çıkmaktan korkma tedirginliğiyle baltalanır.
Son yıllarda bu dayatılan kalıplara tahammül etmenin ve boşanmaktan kaçınmanın aileyi koruduğu düşüncesi yıkılmaya başladı. Kadına öğretilen “sus ve alttan al” tahakkümünün kadınları canından ettiği gerçeğiyle yavaş yavaş yüzleşen toplum boşanmanın aile yapısının kutsallığını bozduğu düşüncesinden biraz olsun uzaklaşmaya başladı. Yine de yeterli oranda bu bilince sahip kişi sayısına ulaşılmadığı müddetçe şiddetten tam anlamıyla arınmış bir toplum seviyesine ulaşmak mümkün değil. Bundan kaynaklı olarak çocuklukta alınan eğitimin toplumun uzun vadeli gelişimi açısından önemi büyük.
Şiddetsiz bir toplum için, olan şiddetin sansürlenmesinden öte şiddetin kaynağı olan kişilerin yeterli cezayı çekmesi ve tekrar şiddet uygulamaması adına suçluların toplumdan izole olması gerekmektedir. Geçmişe dönük olarak şiddete meyilli bir bireyin çocukluğunu değiştiremediğimize göre en azından işlenen suçu cezasız bırakmayalım. Şiddeti uygulayanların değil şiddete maruz kalanların sesi olabilmek adına filmleri değil gerçek şiddeti sansürleyelim. Suçluların beyanlarını manşet yapmaktan gocunmayıp kadına şiddeti belgeleyen filmleri sansürlemek gerçek bir şiddet karşıtlığı değildir. Şiddetin film gösterimlerinden değil hayatımızdan yok olması dileğiyle…