Kirli Sokak Duvarları:
Bozuk Sistemler…
Baktığımızda düzenimiz ne kadar kötü değil mi? Kuş uçsa bizim düzenimiz bozuluyor yahut değişiyor. Yönetimdeki kişiler gittiğinde o konular hakkında görüşler da gidiyor ve tüm gidişat bozuluyor. Bu durumda olan ülkeler sokak duvarlarına benzetilebilir sanırım. Her boyasını getiren duvarı ayrı kirletiyor ve kimse de duvarı temizlemeye, düzenlemeye çalışmıyor. Kimse oturup da tuvalde bir eser çıkarmaya çalışmıyor. Ortalıkta ne fırça var ne tuval ne de boya takımı. Kısacası düzenimizde sistem eksik. Bu durum da düzensiz düzenlerimiz oluşturuyor.
Bu durumun birincil sebepleri yönetime gelen kişiler oluyorlar. Bu kişiler yönettikleri şey hakkında uzman kişiler olması gerekirken o partili, bu görüşlü şeklinde seçilerek yerlerine geliyorlar. İşlerini gerektiği gibi yapamayan bu kişiler arzu ve şehvetlerine yenilip kendi istedikleri doğrultusunda hareket etmeye başlıyorlar. Bu durum yüzünden de işler pek de yolunda gitmiyor çoğu zaman.
Yine bu kişiler, çoğunlukla çağın gerektirdiği yetkinliklerden uzak oluyorlar. Günümüz vekillerinin kaçı kodlama, girişimcilik, yenilikçilik, sürdürülebilirlik gibi yetkinliklere sahip? Kaçı, daha basit olan etkili dinleme yetkinliğine sahip? Hatta kaçı, bu işin dayanağı olan siyaset felsefesiyle ilgileniyor? “Bir politikacının hayatı politika olursa o kişiden politikada hayır gelmez.” diyor Bülent Ecevit. Gerçekten de bir politikacı, insan olduğunu unutursa ondan nasıl insanlara faydalı olmasını bekleyebiliriz ki? Maalesef günümüz politikacıları insan olduklarını unutmuş durumdalar. Kimisi kendini sistem sanıyor, kimisi ölümsüz, kimisi de hatasız olarak görüyor kendini. Halbuki her şeyden önce insan olmak gerek. İnsandır insana faydalı olacak. Her sıfattan önce başına insan sıfatını koymalı ki diğerlerine doğru hizmet yapılabilsin.
Bu kişiler hakkındaki son görüşüm; lüks düşkünü olmaları. Bir politikacı elbette maddi sıkıntı içinde olamaz. Aldığı maaş onun dışarıdan alacağı rüşvetleri engelleyecek bollukta olmalıdır. Buradaki durum maddi güçten çok şatafat aşkı olarak görülebilir. Lüks ve şatafatı o kadar seviyorlar ki musluktan kalorifere, kalemden koltuğa hemen hemen her eşyada bir mücevher bulunuyor. Yapılan kamu binaları yahut projeler resmen birer saray. O kadar parlak ve şaşaalılar ki bakarken bile göz yoruyorlar. Bunun yanında kişisel hayatları da aynı bu derecede parlak ve şaşaalı gözüküyor. Bu ülkelerin halkları düşünüldüğünde maddi sıkıntısı olan halkın şaşaalı liderleri gerçekten çok gülünç durumda bırakıyorlar kendilerini. Madende çalışanları yöneten birer palyaço gibi… Empati yetenekleri de çok zayıf çünkü empati kurulacak kişiyi görebilmeleri için bayağı eğilmeleri gerekir…
Büyük kısım bu kişilerde olsa da tüm sorun bu kişilerde değil tabii ki. Bu ülkelerin halklarına baktığımız zaman korkutucu derecede rahatlık düşkünü olduklarını kolayca görebiliriz. Halkların da ilk sorunu; rahatlıklarından vazgeçememeleri… Rahatları pahasına fikirlerini, eylemlerini hatta özgürlüklerini kenara koyuyorlar. Bütün hayatlarını o rahatlara bağlamış durumda oluyorlar. Burada rahattan kastım maddi rahatlıklar değil tabii ki. “Aman bana dokunulmasın”, “Aman hapse girmeyeyim”, “İşimden olmayayım”, “Prestijimden olmayayım” gibi cümleler bu halkların vazgeçilmez cümleleridir.
Bozuk düzenli ülkelerde her çeşit erdem yoksunu hareket görülebilir. Görülmesinin yanında bu hareketler, doğru olarak kabul edilebilir. Örneğin bu halklarda; yan komşusu aç olsa dahi sırf dışarıdan görülsün diye koluna boydan boya bilezik takmış birini görmek çok basit. Yine aynı şekilde sadece kendi çıkarı için ‘kutsal’ kavramları kendilerine oyuncak yapmış aydın görünümlü sahtekarlar her yerde. Yine son olarak bu halkta kendine aydın, entelektüel, milliyetçi yahut o’cu bu’cu diyen herhangi birinin ilgi odağı tek bir olayla kolayca değiştirilebilir. Değiştirilmesinin yanında tek bir cümleyle bu kişileri birbirine kırdırmak her zaman çocuk oyuncağı oluyor. Kısacası fikir sahibi görünen kişiler birer fanatikten başka bir şey olmuyor buralarda.
Bu halklar, kendilerine verilen her şeyi kabul ediyorlar. Yeter ki değerleriyle ciddi manada çatışmasın. İçeriğine yahut kökenine bakma işini maalesef çok az kişi yapıyor. Bu durum bütün durumları etkiliyor. Aynı cümle içerisinde bir kısmı ilk kelimeyi diğer kısmı sonuncu kelimeyi sahipleniyor ve cümlenin ne olduğunu bilmeden birbirleriyle kavga ediyorlar. Yine temsilcileri gibi halklar da yetkinliklerden yoksun. Diğer ülkeler uzayı keşfederken bu ülkelerde insanlar birbirlerine neyi nasıl anlatacağını yahut birbirlerini nasıl anlayacaklarını tartışmakla meşgul oluyorlar.
Son olarak bu halkların ahlak konusunda çökmüş olduklarını söylemek de çok zor değil. Ahlak denilen kavram bu ülkelerde genellikle cinsiyet, milliyet ve din üzerinden ele alınıyor. İbadet yapmayan fakat başkalarının hakkını gözeten biri ibadet yapan ve aynı zamanda torpil, rüşvet gibi işlerle uğraşan birinden daha ahlaksız sayılabiliyor. Bu üçgen içinde sıkışmış halklar ahlak felsefesi dediğimiz şeyin sadece birkaç konusu dışına çıkamıyorlar ne yazık ki. Sorumluluk, saygı, empati gibi ‘kutsal’ kavramların varlığından bihaber oluyorlar genellikle. Bu ahlaksızlıklar herhangi bir heyecanlı olayda çevreyi çok güzel kirletiyor. Düşman olarak nitelendirilen grupların her türlü değeri, bireyi yahut o grupla ilgili herhangi bir şey anında inanılmaz derecede hakaretle karşılaşıyor.
Özellikle savaş söz konusu olduğunda bu halklar bütün pisliklerini akıtıyorlar. Hayatlarında hiç görmedikleri tarihsel gerilim, savaşlar ve düşmanlar nedeniyle diğer halklara karşı ahlaksızca saldırılıyor. İki devlet birbiriyle savaşabilir, savaşlar müdafaa durumlarında meşru da olabilir fakat savaşlar cephelerde yapılır, kalplerde yapılır. Ne yazık ki bu halklar kalplerdeki savaşı her daim kaybediyorlar. Herkes, oturduğu yerden “Onu da vuralım”, “Bunlara şöyle işkence edeceksin”, “Onlardan 20 kişi ölmüş. Oh oh ne güzel” gibi ahlaksızca cümleleri birbirlerine söyleyip Milliyetçiliklerine Milliyetçilik kattıklarını düşünüyorlar. Savaş ahlakı denen şeyin varlığını unutup savaşı cepheden çıkarıp birer katliama dönüştürmek için can atıyorlar her zaman.
Kötü durumlarda son değineceğim şey tabii ki eğitim olacak. Eğitim dendiğinde herkesin aklına öğrenim geliyor. Eğitim sistemi dendiğinde de tek düşünülen matematik, fizik gibi dallar oluyor. İşte bu yüzden bu halklar durumlarından kurtulamıyorlar. Eğitim demek; bireyi hayata kazandırmak için onu eğitmek demektir. Kişiye bilgi öğretme işini o kişiyi eğitmek ile karıştırmak yapılabilecek en kötü hatalardan birisi. Bu ülkelerin eğitim sistemlerine baktığımız zaman gelişmiş ülkelerden daha çok bilgi öğrettiklerini görmek hiç de zor değil. Öğrenilen bilgiyi kullanmak için eğitim verilmediği için neredeyse hiç kimse o bilgileri öğrenmiyor. Öğrenilen bilgiyi ahlak çerçevesi içinde nasıl aktaracağı konusunda eğitilmeyen kişiler ne yazık ki herhangi bir tartışmayı kaybetmeye ya da kavga etmeye mecbur kalıyor. Temel ve gereksiz gözüyle bakılan ahlak kuralları, topluluk kuralları, sağlık kuralları gibi yetkinliklerin eğitimi ne yazık ki buralarda yok denecek kadar az. Bu durum ise yukarıdaki bütün durumları doğuran ana sorun olarak önümüze çıkıyor. 20 yıla yakın öğrenim hayatının içine daha fazla bilgi sokmak yerine eğitim sistemini içinde eğitim olan bir sistem olarak tasarlayabilirlerse bu halkların da kalkınması içten bile değil.
Gelişmiş ülkeler bu konularda sistemleşmiş oldukları için gelişmiş olabildiler. Yönetici değişse dahi sistem sabit, öğretmen değişse bile sistem sabit olduğu için bütün halk aynı disiplin, ahlak ve yetkinlik ile eğitilebiliyor. Bu durum ise onların sürdürülebilir gelişmelerini devam ettirebilmelerini sağlıyor. Üstte kötü olarak anlattıklarımı yapmadıkları için iyi durumda olduklarını söylemek sorun olmayacaktır sanırım.
Yönetici, halk ve eğitim üzerine ne yapılması gerektiği üzerine fikirlerimi belirtmek isterim.
Öncellikle yönetim değiştirilmeli. Yönetici olacak kişiler; alanlarında uzman olduklarını kanıtlamış, şatafattan uzak, halkın içine girebilen değil halktan biri olan, çağ yetkinliklerine hakim, başka kültürleri görmüş ve politika dışında uğraşları olan kişiler olmalıdır. Bu dediklerim abartılı gelebilir yahut ütopik bir hayal olarak görülebilir fakat halkların vekilleri halklara yön veren kişilerdir ve bugüne kadar alınan yolların hiçbir yere çıkmadığı artık anlaşılmış olmalı. Rahat olan değil doğru olan seçilmeli ve halkı doğruya yönlendirecek vekiller, şatafat düşkünü, geri kalmış vekillerin yerlerini almalı. Kişiler değiştikten sonra yönetim kişiler üzerinden değil sistemler üzerinden yapılmaya başlanmalı ki erdemli yöneticiler gitse dahi onların sistemi hala durabilsin.
Yönetim değiştikten sonra eğitim değiştirilmeli. Daha doğrusu eğitim verilmeye başlanmalı. Eğitim Sistemi denen şeyin ortaya çıkması ve sadece çocukları değil tüm halkı kapsayacak eğitim programları oluşturulmalı. Bu programlarda eğitim almak zorunlu hale getirilip geri kalmış halkı geç ve güç şekilde çağın gerisinden günümüze taşınması gerekir. Tekrar etmekte fayda var; öğrenim demiyorum, eğitim diyorum. Öğrenim programları çağa uygun şekilde düzenlenip hayatla bağlantılı hale getirilmeli. Okullarda öğrenilen şeyler ve alınan eğitimler mezun bireyi çağına uygun yetkin biri haline getirebilmeli. Bu bireylere geleceği şekillendirme vizyonu katılmazsa bu eğitimler de yetersiz kalacaktır. O yüzden “Hayata, gününün yetkinliğine sahip, geleceğin yetkinliğini oluşturacak bireyler kazandırmak” sistemin en temel ve büyük görevi olmalıdır. Bu konuyu “Halk eğitimi” yazımda detaylıca ele aldım.
Eğitim verilmeye başlanınca halka da birtakım sorumluluklar yükleniyor. Halkın, bu durumda çok alıştığı rahatlarından arınıp sorumluluk ve çalışma dünyasına girmesi gerekiyor. Dünden gelenin üstüne bugün bir şey katması gerektiğini bütün halk kabul etmeli. Herkes, olaylar üzerinden değil durumlar üzerinden hareket etmeye başlaması gerektiğini bilmeli. Tarihi kızgınlık ve kırgınlıkların bir kenara bırakılması gerekiyor. Toplum, ahlak kurallarını tekrardan hayatının merkezine geri almalı ve fanatiklikten uzak durup tüm fikirlerin iyi kısımlarını harmanlamayı bilmeli. Gerekli yetkinliklere sahip olunca kendisi için değil çevresi, ülkesi ve dünyası için kullanması gerektiğini bilmeli ve bunu hayatlarının en büyük emeliymişcesine kullanması gerekiyor herkesin. Kısacası önce eğitilecek ve öğrenecek daha sonra eğitecek ve öğretecek.
Bu yazanlar, sadece ücra köşelerde kalmış ülkeleri değil bizleri de kapsıyor. Her durumdan binbir türlü kusur çıkarabilen bizlerin bu kusurların sebeplerini ve bu kusurların nasıl kapanacağını öğrenmemiz bizlerin en büyük sorumluluk ve görevidir. Bu bilinçte olduğumuz vakit eline boyasını alanın kirlettiği duvarlarda değil herkesin ustaca hazırladığı tuvallerde buluşuruz.
Duvarınızın daha fazla kirlenmesine izin vermeyip birer sanat eseri çıkarmaya çalışmanız dileğiyle…