Mahiyetin Süregelimi

Emirkan Karadeniz
Türkçe Yayın
Published in
6 min readAug 12, 2020

--

Yıldızsız gökyüzünde sessiz bir şekilde yükselen ay, güneşin yerini alalı çok olmuştu. Baygın sokak ışıklarıyla aydınlatılan Dicle Sokağı, insanı hafifliğiyle hoşnut kılan rüzgâr ve dut ağaçlarının çekingen hışırtılarıyla birlikte sokak sakinlerine gece vaktinin geldiğini hatırlatıyordu. Solgun renkli binalardaysa birkaç dairenin ışığı açık kalmıştı.

Download a pic Donate a buck! ^ adlı kişinin Pexels’daki fotoğrafı

Başımı, balkonumuzdaki eskimiş penceremize dayamış, sokağı seyrediyordum. Günüm güzel geçmişti ancak gece vakti geldiği ve benliğimi hüzünlü şarkılara bıraktığım için yine umutsuzluğun içine düşmüştüm. Bu ruh hâlimin ve martıların korkunç bağırışlarının eşliğinde birkaç dize karalıyor ancak bir türlü yazmaya çalıştığım şiiri devam ettiremiyordum. Kitap okumaya çalışsam da kendimi olaya veremiyordum. Aniden, eskimiş gri rengi hırkamı üzerime geçirip aşağıya inmeye karar verdim. Belki aklıma birkaç güzel cümle gelir diye not defterimle kalemimi almayı da unutmamıştım. Harabeye dönen binamızdan sessizce indikten sonra maskemi ağzıma takmış ve varış noktam belirsiz bir şekilde yola koyulmuştum. Sokaklar kirlenmiş köpekler ve uyuşuk kedilerle doluydu. Bazılarını sevmek istemiştim ancak henüz tamamen geçmemiş olan salgından korkar vaziyette onlardan geri çekilmiştim.

Bağcılar’a doğru ilerledikçe göğsüme doğru vuran rüzgâr şiddetini artırıyordu. Zayıf bir yapıya sahip olduğum için üşümeye başlamıştım. Hırkamın fermuarını boynuma kadar çekmiştim. Bir yandan da kendimi gecenin karanlığına bırakmak isteyişimi anlamlandırmaya çalışıyordum. Sanki durdurulamaz bir istek beni almış ve sokaklarda dolaşmamı emretmiş gibiydi. Yollarda henüz işlerinden dönen yorgun işçilere ve gülmekten kendini alamayan erkek gruplarına rastlıyordum. Güneş kendini gösterirken yere atılmış çöplerin kalıntıları, şimdi, sert rüzgârın eşliğinde bir yere toplanıyorlardı. Güngören Caddesinin koyu asfaltı, hızla geçen arabaların farlarıyla aydınlatılıyordu. Bir süre sonra etrafımda kimsenin kalmadığını hissedince korkmaya başladım. Hızlı adımlarla, geniş bir alanda varlığını sürdüren, meşe ağaçlarıyla dolu parka doğru ilerlemeye başladım. Ancak bu parka gidebilmem için pek ıssız sayılan, dar bir alandan geçmek zorundaydım. Burası, büyük fabrikalarının olduğu bir yerdi. Geceleri buralarda kimseler olmadığını düşünüyordum ancak içerilerde insanın içine korku salan makinelerin seslerinin yükseldiğini anlayınca yolun sonunda doğru hızlıca koşmaya başlamıştım. Uzun sayılabilecek yolun yarısına koşar vaziyette geldiğim zaman, uzun boylu birinin de benimle aynı şekilde; hızlı adımlarla yolu bitirmeye çalıştığını gördüm. Fiziğinin zayıflığıyla birlikte onu kendime benzetmiştim. Arkasından koşuşturan birinin ona doğru geldiğini anlayınca arkasına döndü ve korkak gözlerle bana doğru baktı. Yanından geçip giderken onun yorgun kaldığını ve artık hızlı adımlarla ilerleyemeyecek olduğunu anladım. Bir süre sonra arkama doğru bakınca gerçekten de o zaman yavaş adımlarla ilerlemeye başladığını ve bunu yaparken de sürekli olarak etrafına baktığını görmüştüm. O da bu yoldan korkuyordu herhalde. Nefes nefese kaldığım sokağın köşesinde bir kaportacı vardı. Yavaşlayıp dükkanın sararmış camında yazan yazıyı okumaya çalışınca, yirmi dört saat boyunca açık olduğunu anlayabildim. Dükkanın önünde bir grup genç elini kolunu bağlamış, sessiz bir şekilde çalışan ustayı izliyordu. Uzun sokağın köşesini döndüğüm zaman parkın içindeki kütüphanenin yüksek binasının üst katlarını görebiliyordum.

Parkın içine doğru ilerlemeye başlamıştım. Önceden büyük bir zevkle dinlediğim şarkılar, şimdi bütün kuvvetiyle beynime hücum ediyordu. Bilindik ezgilerle mücadele ederken siyah ve beyaz renklerle restore edildiği anlaşılan kütüphanenin önündeki bir banka oturdum. Kütüphanenin içerisindeki iki güvenlik, beni görür görmez dışarıya çıktılar. Gecenin bu saatinde bir genci buralarda görmeye alışkın değillerdi. Sanki tam olarak ayarlanmış bir şekilde oturduğum anda parkın sulama sistemi çalışmaya koyuldu ve etrafımdaki geniş yeşillik de bununla birlikte daha parlak bir hâl almaya başladı. Çimenlerin boyları pek de uzun değildi. İlerideki sükûnete bürünmüş park ise çocuksuz hâliyle korkunç görünüyordu. Güvenlikler yanıma doğru ilerliyorlardı. Yapacağım açıklamayı düşünürken hızla yanıma yaklaşıyorlardı. Birisi oldukça kısa boylu ve gözlüklüydü. Aynı zamanda elinde yan bir şekilde tuttuğu telefondan gözlerini ayırmadığı için oyun oynadığını anlayabilmiştim. Yüzü pek naif görünüyordu. Diğerinin boyu uzun ve vücudu zayıftı. Elinde tuttuğu çayıyla birlikte yanıma yaklaşırken yaşlı görünen yüzünü sorgular bir biçime sokmaya çalışıyordu. Ayağa kalkmaya niyetlendiğim zaman sol tarafımdan birinin geldiğini işittim. O tarafa doğru döndüğüm zaman gelenin az önce yanından koşar bir biçimde geçtiğim adam olduğunu fark ettim. Güvenliklerle gayet samimi bir biçimde selamlaştıktan sonra sol çaprazımdaki banka oturdu. Kütüphanenin koruyucularına neden burada olduğumu anlattıktan sonra onlar da beni rahat bırakmayı tercih ettiler. Yanımdan ayrılırken de kendi aralarında, “Etti iki. Kim salıyor bunları buraya arkadaş.” dediklerini duydum.

Adamın yüzü çok solgundu. Elli yaşlarında gibi görünüyordu. Anlındaki kırışıklar ve iyice beyazlaşmış uzun sakalları oldukça ön plandaydı. Koyu mavi gözleri, sürekli olarak bir yere bakılı kalıyor ve bir süre sonra ürpertiyle birlikte kendine geliyordu. Hareketleri pek bir tuhaftı doğrusu. Bir süre bekliyor ve sonrasında mantosunun iç cebinden ufak bir not defteri çıkardıktan sonra bir şeyler yazıp tekrardan yerine koyuyordu. Bazen iki elini şakaklarına dayıyor ve ardından başını yere doğru indiriyordu. Üzerindeki mantosu ve lacivert kumaş pantolonu oldukça eski görünüyordu. Bakışlarım uzun bir süredir onun üzerindeydi. Bir zaman sonra fark etmiş olacak ki gözlerini bana çevirdi ve kuşku dolu bakışlarıyla bir süre bakmaya devam etti. Ayağa kalktım; biraz parkın içinde yürümek istedim. Biraz çekinmiştim doğrusu. Kütüphanenin arkasına doğru devinim sergiledim. Ağaçların hışırtılarını duymak hoşuma gidiyordu. Yürürken gözlerimi kapatıyor ve kendimi aralıksız olarak esen rüzgâra bırakıyordum. Yanımda bir arkadaşım olsaydı diye düşünüyordum. İşte o zaman daha iyi olabilirdi; sohbet edebileceğim, fikirlerimi rahatlıkla açıklayabileceğim ve yakınım diyebileceğim biri olsaydı. Yıllarca süren okul hayatımda da, oturduğumuz mahallede de böyle bir arkadaşlık kuramamıştım. Sabit fikirlilerin, fikirlerinin sabit kalması ve değişikliğe uğramaması adına dışlanıyordum her yerden. Dışlamıyorlardı aslında, dışlamak istiyorlardı ve onları anlıyordum. Böylece onların arasından çoğu zaman çekilmek zorunda kalıyordum.

Bir çeyrek saattlik yürüyüşün ardından az önce oturuduğum bankı yeniden görebiliyordum. Az önce çaprazımda oturan adam ise ayaklanmıştı; parkın çıkışına doğru ilerliyordu. Tekrardan yerime oturdum ancak bir süre sonra onu takip etme isteğine kapılarak ayağa fırladım. Kendimi yabancı dizilerde gibi hayal ediyordum. Yaptığım şey tehlikeliydi ancak içimdeki sıkılganlığı atmam için bir sebep oluşturmak istiyordum. Az önce geçtiğimiz uzun caddenin sonlarına doğru yakalayabildim onu. Yalpalayarak yürüyordu. Arada da sağ elini başına doğru götürüp kafasını sağına doğru hafifçe yatıyordu. Çıkardığı inlemeler uzaktan bile duyulabilecek şekildeydi. Rüzgârdan dolayı sinüzitinin azmış olabileceğini düşündüm.

Bir süre sonra yeni sayılabilecek, mavi ve beyaz renkleriyle donatılmış, uzun bir binanın önüne geldik. Cebinden anahtarlarını çıkarmak için uzun bir süre zaman kaybettikten sonra binadan içeriye girmeyi başardı. Binanın sağ kısmında kalan üçüncü kattaki dairenin eskimiş penceresinde kiralık yazısı yazıyordu. Arkasından koşarak binanın, neredeyse boydan boya cam olan siyah kapısını tuttum. İkinci kata çıkmış ve ardından sert bir şekilde dairenin kapısını kapatmıştı. Kendi kendime maceranın bittiğini anlatmaya çalışırken içimden bir his bana yukarıya çıkmam gerektiğini söylemişti. Sessiz bir şekilde merdivenleri tırmanmaya başladım. Gecenin bu saatinde biri beni bu hâlimle görse, kolaylıkla hırsız diye nitelendirilebilecek durumda olurdum. Dairenin kapısına geldiğimde anahtarı kapıda bıraktığını gördüm. Şaşkınlık içerisindeydim. Kapının önünde bir çift kundura vardı sadece. Yalnız yaşıyordu. Ayakkabı eskimiş görünmesine karşın yine de ön kısımları binanın ışığından dolayı parlıyordu. İçeriyi dinlemek istediğimden dolayı kulağımı kapıya yasladım. Aynı inleme seslerini duyabiliyordum. Kapının tokmağına asıldım. Bir sürelik bekleyişten sonra içerilerden, “Kim o?” diye, ağrılı bir ses geldi.

“Efendim, ben üst kata taşınan yeni kiracıların oğluyum. İniltilerin geldiğini duydum da belki bir yardımım dokunabilir diye aşağıya indim. Buraya gelince de anahtarı dışarıda unuttuğunuzu fark ettim. Bir şeye ihtiyacınız var mı?”

İçeriden cevap gelmedi. Uzun süre bekledim. Aynı zamanda şu an tam olarak ne yaptığımı düşündüm. Hasta bir adamın kişiliğini merak ettiğim için onu kandırıp evine girmeye çalışıyordum. Kötü bir şey olabileceğini düşünerek cesaretimi aldım ve anahtarı çevirdim. İçerisi çok karanlıktı. Telefonumun flaşını açtım. Evin koridoru oldukça sade bir biçimde düzenlenmişti. Tüylü ve beyazımsı bir halı dışında herhangi bir şey yoktu. Giriş kapısının sağ kısmında kalan oturma odasına doğru ilerlemeye başladım. İçeriye girdiğim zaman yine şaşkınlığa uğramıştım. Duvarlar tamamen kitaplarla doluydu. Kitaplık falan yoktu. Sadece üst üste dizilmiş, renkli renksiz kitaplar vardı. Oturma odasının kapısından girildiği zaman karşıda kalan iki pencerenin altında çalışma masasına benzer bir masanın üzerinde yeni yakıldığı belli olan bir mum yanıyordu. Masanın üzerinde bir de birtakım kağıt ve eskimiş bir leptop vardı. Bir duvarın yanında, kitapların hemen önünde ise kirli bir yatak vardı. Yatağın üzerinde az önce giydiği mantosuna bürünmüş bir şekilde uyukluyordu adam. Kitaplara göz gezdirmek için pek de geniş sayılmayan salonda dolaşıyordum. Boş görünen duvarlar, mum ışığıyla birlikte loş bir hava kazanmıştı. Dışarıdan sokak ışıklarının hafif ışıltıları da içeriye sızıyordu. Eskimiş parkelerin üzerinde yürüdükçe parkeler aralıklı olarak ses çıkartıyordu. Yatağın ayakucuna oturup elime üst taraflardan bir kitap aldım. Camus’un Yabancı’sıydı. Sayfalarına göz gezdirdikçe içine bir sürü not alınmış olduğunu fark ettim. Okumaya başladığımdan beridir kitapların üstüne ufak bir şekilde not almayı sevmişimdir. O zamanlar aklıma, ileride olacak torunlarımın eskimiş kitaplarıma bakacaklarını ve yazdıklarımdan bir anlam çıkarmaya çalışacaklarını getirirdim. Hoşuma giderdi bu hayal. Evin içini gezmeye çıktım. Oturma odasının haricinde bütün odalar bomboştu. Sadece arka tarafta kalan küçük bir odanın köşesine biraz kitap dizilmişti. Mutfakta da göze çarpan bir şey yoktu. Adamı tekrardan yokladığım zaman zorlukla nefes alabildiğini işittim. Yavaşça üzerinde kalan siyah gömleğin iki düğmesini açtım. Bir süre sonra uyuklar hâlde yüzünü kitaplarla dolu olan duvara döndü. Sıkılmıştım. Birkaç kitap aşırdıktan sonra dışarıya çıkmayı düşündüm. Çalışma masasının üzerine bir bardak su bıraktıktan sonra öyle de yaptım. Eskimiş bir sürü kitabından iki tanesini hırkamın iç cebine attım. Dışarıya çıktığım zaman sokakların iyice ıssızlaştığını fark ettim. Büyük bir caddenin üzerinde olmamıza rağmen hiçbir araba geçmiyordu. Binanın önündeki sokak ışığı arızalandığından dolayı bir yanıp bir sönüyordu. Sigaramın mutsuz dumanı eşliğinde hızlıca yola koyuldum.

--

--