Manchester City Eski Oyuncusu Stephen Ireland’ın Sıradışı Hikayesi
Premier Lig’de haftalık £85 maaşla 2 çocuk büyütmeye çalışan 19 yaşındaki bir futbolcunun hikayesi.
“City efsanesi olmadığımı biliyorum.”
Stephen Ireland, 3 saat sürecek kariyer değerlendirmesini yaparken bu sözleri edecekti. Pişmanlık, hüsran, kırılganlık ve isyankarlığa temas edecek bu hikayede elit seviye bir futbolcunun dünyasının ne kadar karmaşık ve aykırı olduğu ortaya çıkacak.
Ireland şuanda 33 yaşında ve herhangi bir kulüple kontrat imzalamış değil. Fakat hala verebileceği çok şeyi olduğunu düşünüyor.
İngiltere’de üst seviyede kolayca oynayabilirim. Biliyorum, yapabilirim.
dedi, tutkuyla…
Ama burdaki sorun: Buna sadece benim inanmam. Buna kimse inanmıyor. Bu yüzden, Championship’ten bile hatta League One’dan bile teklif gelmiyor ve bu korkutucu bir şey.
Kulüplere bunu bile söylemiştim: “Beni 6 aylığına alın, bedavaya oynayacağım. Para istemiyorum. Sadece futbol oynamak istiyorum.”
Dürüst olmak gerekirse Ireland hakkında şöyle bir algı mevcut: “Yönetilmesi zor, yetenekli bir oyuncu.” Suçlayacak sadece kendisi mi var yoksa bu talihsizliğini paylaşacağı başka kimseler de var mı?
Adını Google’ladığımızda karşımıza sportif performans haberleri yerine “araba, dövme, ev, akvaryum” gibi alakasız tamamlayıcı terimler öneriliyor. Saha içi performans verilerini görmek isterseniz, goller yerine “büyükanne” terimi muhtemelen daha önce önünüze çıkacak.
Cheshire’da Alderley Edge Oteli’nde oturdu, kahve ve büyük bir şişe gazlı su söyledi ve 3 saat konuştu… Eşofman altı, siyah tişört ve spor ayakkabısı… Ireland’ın giyim tarzı sıradan/günlük olabilir fakat kendi kelimeleriyle anlatmış olduğu hikayesi tam tersiydi.
18 yaşındayken, tek başıma bakmam gereken 2 çocuğa sahip olunca hayatım tam anlamıyla tersine döndü. Çünkü anneleriyle ayrılmıştım. Yani, onlarla 17, 18, 19 yaşlarımdayken yalnız başımaydım ve gerçekten çok zordu.
O zamanlarda hiçbir takım arkadaşı desteği yoktu. O zamanlarda Manchester City bu tarz şeylere sahip değildi. Hiçbir yardım/destek yoktu. Premier Lig’de haftalık £85 maaşla 19 yaşımdayken 2 çocuğa bakıyordum.
Kızım 8 aylık, oğlum ise 22 aylıktı ve çok zordu. Herhangi bir şekilde yönlendirilmedim, aile desteği görmedim. Annem ve babam ayrılmıştı. Annem burda yaşıyordu ama benimle konuşmadı. Babam ise İrlanda’daydı. Babamı hiç suçlamıyorum. Bütün baskıyı üzerime alıyorum. Kendi başıma zor bir durumda bırakılmıştım.
Maçlara taksiyle gidiyordum. Ellerimde bebeğimle, yeni yürümeye başlayan çocuğumla ve küçük çantamla City stadyumuna giriyordum. Taraftarlar muhtemelen “Kim bu manyak?” demiştir.
Bir gün Manchester United gibi büyük bir kulübe karşı oynamam gerekti — bu tip kulüplerle yapılan maçlar televizyonda yayımlanır — ve 2 çocuğum Trever Sinclair’ın (bir diğer futbolcu) kuzeni tarafından oyuncular için ayrılmış salonda bakılıyordu.
Bazı takım arkadaşlarımı görüyordum Micah Richards ve Joe Hart gibi; kutlamaya giderlerken bana “Stephen, bizimle geliyor musun?” diye sorarlardı. Ben ise evde çocuk bezi değiştirip cumartesi akşamı paket servis yemeklerini yiyip tv izliyordum. Hiçbir zaman başardığını düşünemezdin. Çünkü mutsuz, bir başına ve üzgün bir şekilde 2 yaşına bile gelmemiş 2 çocuğunla evde oturuyorsun.
Ireland, bu süreçte ona yardım eden herkese büyük minnet besliyor. Bu kişilere 2005 yılında City ile Bolton karşısında ilk maçına çıkması için onu seçen teknik direktör Stuart Pearce da dahil. Gerçi ona yeni kontrat önerip şartları çok az da olsa iyileştiren de yine oydu.
Bana aynı maaş olan haftalık £85 önerilmişti. Tek fark daha fazla maça çıkma bonusuydu. Açıkçası, çocuklarımı ve aile durumumu kullandıklarını hissettim. Benim de paradan çok uzun ömürlü olmaya ihtiyacım vardı. Ama yine de o kontratı imzalamak için zorlandığımı düşünüyorum.
Bazı takım arkadaşları Ireland paraya sıkıştığında ona destek olmak için bir araya geliyordu.
Richard Dunne çok iyiydi. Ben Thatcher gerçekten çok, çok iyiydi. Ben Thatcher’ın eşi zaman zaman çocuklarıma bakmak için yardım etti. Paramın yetmediği birçok şey için bana çok yardımı oldu.
Micah Richards harika bir yardımcıydı. Warrington yakınlarında beraber yaşardık ve bana her konuda hep yardım ederdi. Ona hala mesaj atıp teşekkür ederim ve bana “Tanrı aşkına, sürekli teşekkür etmek zorunda değilsin!” der.
Benim için yaptıklarına gerçekten minnet ediyorum. Ay sonunda bebek bezi veya başka şeyler için param çıkışmazdı ve bana yardımcı olurdu.
Onurum açısından bu tarz şeyleri sormak oldukça zordu çünkü o benden yaş olarak da küçüktü ama yardıma ihtiyacım olduğunda bana birkaç yüz sterlin borç verirdi ve parasını hiçbir zaman geri istemezdi.
Ireland’ın bir sonraki kontratı onu daha normal bir konuma getirmişti (Abu Dhabi günlerinden önce).
Sven-Goran Eriksson (City eski teknik direktörü) geldi ve kendime gelmeye başlayıp inanılmaz bir sezon öncesi periyodu geçirmiştim. Sonra bir gün oturdum ve durumumu ortaya döktüm ve o an benim için yaptığı gerçekten inanılmazdı.
Bak, bu yaşadıklarına inanamıyorum, bu bir rezalet! Sana gerçekten üzülüyorum. Bir kalem ve kağıt ile eve git ve istediğin gibi bir kontrat doldur.
Dedi.
Ireland gülmeye başladı.
Bunun üzerine, hanımımla yatağa oturup not defterine bir şeyler yazıyorduk. Notların en başında “5 kez maça çıktığımda şu kadar alırım, her 5 golde şu kadar alırım” gibi şeyler vardı. Tam olarak Football Manager oynamak ve orda saçmalamak gibiydi. Oynadığım her 5 maç sonucu alacağım para artacaktı. Ayrıca, 75.dakika ve sonrasında oyuna girersem bu, yarım maç olarak sayılacaktı. Yani böyle 2 tane olunca da 1 tam maç anlamına geliyordu. Böylece, yedekten oyuna girmem gibi kısımları da içeren bir sözleşme hazırladım. Ertesi gün, elimde bu kağıtla geri gittim ve ona hazırlamış olduğum bu kağıdı verdim. “Tamam, sana geri dönücem.” dedi.
Tekrar güldü.
Birkaç gün sonra resmi, antetli bir kağıtla geldi ve o kağıdı imzaladım. Sadece bunun ne kadar inanılmaz olduğunu düşündüm. Bütün teşvik/motive edici maddeleri de eklemiştim. Böylece, hedeflerimin peşinden gidecektim çünkü tutkulu ve istekli olduğumdan emin olmak istemiştim.
Ireland, piyango gibi önünde bulduğu bu Premier Lig kontratının onu başarıya daha az aç birine dönüştürmemesi noktasında ısrarcıydı. Kariyeriyle ilgili çok fazla pişmanlığı olsa da parasını nasıl harcadığı bunlardan biri değildi. Peki hayatındaki bu maddi değişim onun biraz çıldırmasına neden oldu mu?
Aslında başta evet. Benim gençlere tavsiyem, büyük bir kontrat imzaladıklarında ilk 3–6 ay boyunca diledikleri gibi eğlenmeleri ve hayalini kurdukları her şeyi almalarıdır. Sonrasında ise bütçe planlaması yapmalarıdır.
22–23 yaşına kadar araba kullanmadım. Takım arkadaşlarım ise 17 yaşından beri araba kullanıyordu. Bu yüzden biraz çılgınlaşıp direk 2–3 araba almaya karar verdim. Neden olmasın ki?
Bunun için pişmanlık duymuyorum ve hiçbir zaman da duymayacağım. Bununla ilgili insanlar ne der umursamıyorum. 17 yaşından beri çocuk baktıktan sonra 22 yaşlarında birazcık delirme hakkına sahip olunca ben de onu yaptım.
Bu süreç benim performansımı etkilemediği için bu kimseyi ilgilendirmez. Bu süreci yaşadım, hızlı başladı ve çabuk bitti. Sonrasında da normale döndüm. Saatlerim ya da mücevherlerim yok. Paramı sadece tatil ve geçinmekle alakalı olarak aileme harcıyorum.
Size hanımımla 1 ay nasıl geçindiğimizi anlatsam şaşıp kalırsınız, çünkü muhtemelen diğer çoğu insandan farksız bir şekilde yaşıyoruz.
Bunu söylediğim için insanları uyuz etmek istemem ama hanımımla aylık ortalama 2–3 binle geçiniyoruz. Bu miktar, market alışverişini, telefon faturalarını, sinemayı ve dışarda yediklerimizi kapsıyor ve sıra yazın tatile geldiğinde diğer herkes gibi çocuklarla nereye gideceğimize karar veriyoruz.
Orada sonu olmayan bir parayla yaşamıyoruz. Her ay 20, 30, 40 bin harcayan arkadaşlarım var. Böyle bir yaşam tarzım olmadığı için bu kadar miktarı nasıl harcayacağımı bile bilemem.
12 yıl geçmesine rağmen Ireland’ın hala açıkça konuşmakta ısrarcı olmadığı bir konu var. 2007 yılında büyükannesinin ölümünü zikrederek acil bir şekilde İrlanda Cumhuriyeti’nden ayrıldı. Büyükannesinin ölmediği gerçeği açığa çıktığında Ireland, ölen kişinin baba tarafından olan büyükannesi olduğunu söyleyecekti.
Ireland özür dilemişti ama bir yalanıyla yakalandığını hissetmişti. Bunun bir nedeni de İrlanda kadrosundan bahaneler bularak kendisini yıllarca uzak tutmaya çalışmasıydı. Böylece Richards ve Thatcher’ın yardımlarıyla çocuklarına bakabilecekti.
İrlanda’yla ilgili olarak, çağrıldığım ilk birkaç kamp dünyanın en mutlu insanıydım. Piyango kazanmış gibiydim. Çok büyük bir başarıydı.
Sonrasında işin seyri biraz değişti. Steve Staunton (İrlanda’nın teknik direktörü) istersem çocuklarımı da getirebileceğimi ve onların bir bakıcıyla beraber otel odasında kalabileceklerini söyledi. Bunu kabul etmedim. 2 çocuk için ne tür bir hayattı bu? Sonuç olarak İrlanda için oynayıp oynayamayacağım zamanlara kendim karar vermeye başladım. 10 günlük kampların benim için çok uzun olduğuna karar verdim.
Hatırlıyorum, bir keresinde City için bir maça çıkmıştım ve maç televizyondan canlı yayımlanıyordu. Maçtan sonra Richard Dunne ile beraber İrlanda kampına katılmam bekleniyordu. Steve Staunton’ı arayıp “İyi hissetmiyorum, gelemem.” demiştim. O da: “Daha biraz evvel seni canlı olarak televizyonda oynarken izledim.” dedi. Kelimesi kelimesine, bu durum benim için İrlanda ve çocuklarım arasında bir seçim yapmak anlamına geliyordu ve ben hep çocuklarımı seçtim, çocuklarımı İrlanda için feda edemedim.
Ireland’ın partneri Jessica düşük yapmıştı ama bunu medyadan gizlemişlerdi. Bu durum “büyükanne” yalanının kontrolden çıkmasına olanak sağlamıştı.
Bunun siz (medya) öğrenmeden son bulmasını istiyordum, ama bu haber patladı. Anlık bir şeydi, anlık. Düşünüyorum, o an söylediğim sadece küçük bir şeydi — biliyorum değildi. Biliyorum bu sizin yapacağınız bir şey değil. Soyunma odasında en yoğun bir anda yaşandı ve sadece biraz zaman kazanmak istemiştim.
Diğer oyuncular nereye gideceğimi sormuştu: “Birkaç günlüğüne İngiltere’ye gideceğim çünkü büyükannem iyi değil.” demiştim. Bana sarılıp teselli ettiler. O an biraz vicdan azabı çektiğimi hissettim. Geri dönüp şunu söylediğimi düşün: “Pekala beyler, dinleyin…”
O an aslında futbolu bırakıyormuş gibi hissettim. Gerçekten de bırakmayı düşündüm. Muhasebecime mesaj atıp: “Futbolu bırakacak kadar yeterli param var mı?” diye sordum. “Evet, yeterli paran var ama bu ne kadar paranın yeterli olacağına göre değişir.” diye cevap verdi. Oldukça gençtim.
Keşke olaylarla daha farklı şekilde başa çıksaydım. Fakat o zamandan beri İrlanda için oynamadığım için pişmanım da diyemem.
Bu bir aile meselesi. Ben de aile odaklı biriyim ve bana çok zor geldi. Bu yüzden ülkeleri için 50, 60, 70 kez milli maça çıkan oyunculara saygı duyuyorum çünkü onlar her seferinde orada olmak için bu tarz şeyleri feda ediyorlar. Bu İrlanda’yı önemsemiyorum anlamına gelmiyordu, sadece yapamadım ve bu gerçek sonsuza kadar benimle kalacak.
Ireland duygularının etkisiyle sürekli konuşmasını kesip konuyu farklı yerlere getiriyordu. Birkaç dakika çocuklarının ne kadar önemli olduğundan bahsettikten sonra 2009 yılında kariyerindeki büyük dönem noktasından bahsetmeye başladı.
Eşi Jessica daha düzenli bir ev hayatı yaşamasına neden oldu. Teknik direktör Mark Hughes yönetiminde 2008–09 sezonunda Man City’de kulübün yılın oyuncusu seçildi. O yılın eylül ayında Abu Dhabi United Grup kulübü satın aldı ve aralıkta teknik direktör Mark Hughes ile yollar ayrıldı.
O yaştayken — 24 — İngiltere’de yılın genç oyuncusu ödülünü alabilirdim ama Ashley Young ödülü kazanan oldu. Orada devam edip City’de kalmalıydım ve orada güçlü bir figüre dönüşmeliydim. Farklı bir seviyeye atlamalıydım. Ama ben bunu yapmadım.
Bazen oturup düşündüğümde o en iyi olduğum 1 sezonda nasıl olduğumu düşündükçe duygulanıyorum. Taraftarlarla olan ilişkimi düşündüğümde bu kadar çabuk bitip kulüpten ayrıldığımı düşününce üzülüyorum. Her şey çok hızlı değişti ve ben o hıza yetişemedim.
Ireland şöyle devam etti:
City, aniden 10 yıl yanlarında büyüdüğüm saha dışı personellerinin gitmesine izin verdi. Ben bunu kişisel algıladım.
Görüşmenin ilerleyen kısımlarında da bu kez Stoke City’den ayrılmanın en zor yanlarından birinin yakın ilişkiler kurduğu kulüp çalışanlarını özleyecek olması olarak belirtecekti.
Benim için zordu. Ben insanlarla kolayca duygusal bağ kuruyorum ve bu insanlar için her şeyi yaparım. Eşim bunun benim bir zaafım olduğunu söylüyor ama ben bunu zaaf olarak görmüyorum. İnsanlar için bir şeyler yaparım ve bunun sonucunda kullanılırsam, kullanılmışımdır. Ben buyum!
Roberto Mancini, City taraftarlarınca 2011'deki Premier Lig ve FA Kupası şampiyonlukları dolayısıyla her zaman sevgi ve saygıyla anılacak. Onun katı tutumu Ireland’ın bu süreçte payı olmayacağını garantiliyordu. İtalyan hoca takıma geldiğinde Ireland, takımda sayılı günleri kaldığını anlamıştı.
Daha ilk günden beni sevmediğini hissetmiştim. Beni sürekli kurban yerine koyduğunu ve benden kurtulmaya çalıştığını hissetmiştim.
Beni beğenmesi için kendimi çok zorluyordum. Esasında ona gidip soruyordum: “Şut çalıştıktan sonra teke tek çalışma yapabilir miyiz? Çünkü hatırlıyorum siz 10 numara oynuyordunuz ve belki bana da bir şeyler öğretebilirsiniz?” Benim gerçekten bir şeyler öğrenmek istediğimi düşünmesini istedim. Maalesef futbol bazen insanların kıçını öpmektir ama bu kulüp benim için çok şey ifade ediyordu.
Ireland, bütün yaz deliler gibi çalışıp takımın ABD kampına nasıl gittiğini anlattı. Mancini’yi kendi tarafına çektiğini düşünmüştü.
Doğru, City benim kalbimin takımı. O adamdan (Roberto Mancini) hoşlanmasam da mümkün olduğu müddetçe burada kalmak istiyorum ve bunu ona rağmen yapacaktım. İkimiz için de işe yarar bir bağ kurmamız gerek ve bu yolu beraber bulmalıyız.
Amerika’daydık ve her şey çok iyi gidiyordu, harikaydım. Mancini beni her maç kaptan yaptı. Dahası, arkadaşlarıma ve eşime dahi onunla artık iyi anlaştığımızı, onu ikna ettiğimi söylüyordum.
Sezon öncesi oynayacağımız son maça gelmiştik. Onunla oturduk ve çevirmen David Platt’i yanına çekti ve şöyle dedim: “Biliyorum burada biraz husumet vardı ama bunun üstesinden geldiğimizi düşünüyorum. Ben gerçekten sizin altınızda güçlü bir sezon geçirmek istiyorum.” Mancini gülmeye başladı. Deli gibi gülüyordu. Ne dedim ki şimdi ben?
Tercümana baktım, o da bana bakıyordu. Mancini konuştu:
Bu sezon Manchester City ile Premier Lig için kaydın yapılmıyor. Eğer sezon başlayana kadar takımdan ayrılmazsan. Genç takımla antrenmanlara çıkarsın.
Ireland’ın öfkesi çok açıktı.
Tam olarak yerdeydim ve anlayamamıştım. Çocuklarımın hayatları üzerine yemin ederim ki odama döndüğümde gözyaşları içindeydim ve eşimi arayıp olanları anlattığımda boğazım düğümlenmişti.
O gece son maçıma çıkmıştım. Ona şunu da söylemiştim: “Bu gece oynamasam olmaz mı?” O: “Hayır, sen kaptansın, oynayacaksın.” dedi. Bu sefer: “Takımdan gitmemi istedin, izin verirsen bunun üzerine çalışma yapayım.” dedim ama o yine “hayır” dedi. Lanet olsun!
İngiltere’ye döndüm ve beni genç takıma verdi. Ben, Robinho ve (Craig) Bellamy genç takımla çalışacaktık. Beni bitirmeye çalışıyor diye düşündüm.
Ireland, Mancini’yi karşısına alacak hiçbir şey yapmadığı konusunda ısrarcı. Mancini’nin 3–4 ay sonrasında onunla tesadüfen karşılaştıklarında ne kadar sıcak bir şekilde davrandığını itiraf etti:
Bana sarıldı ve nasıl olduğumu sorup durdu. Yürürken düşünmeye başladım: “Şuan nasıl böyle olabiliyor, kulüpteyken benden daha fazla nefret edemez diye düşünüyordum.”
Kendime danışacak halim yok ya! Teknik direktörler beni sevmez çünkü sürekli kapılarını çalıyorum.
Onlara sürekli soru sormalısın, onların yönetmesini sağlamalısın, her gün gelip beraber kahvaltı edip, antrenmanları izleyip eve gitmesini değil. Onlar teknik direktörler ve bu işi yapmaları için işe alınmış çalışanlar. Onların yönetmesini sağlamalısın. Ben de öyle yaptım. Bütün yükü parmaklarına bindirmemden hoşlanmadılar.
Umursamasaydım, gelip sorular sormazdım. Oturup maaşımı alırken neden takımda olmadığımı sormayayım?
İnsanların benim çalışılması zor biri olduğumu düşünüyor. İnanın ya da inanmayın ama ben teknik direktörlerin hayalini kurduğu oyuncuyum.
Aston Villa koçu Paul Lambert’in bu yaklaşımı takdir eden birkaç hocadan biri olduğunu söyledi. Ama ona göre harbi kötü şansı onun tamamlanamamış kariyerinin bir faktörü olduğunu da itiraf etti.
Kesinlikle şanssızdım ama bunun bi kısmı belki de benim hatamdı. Bir kısmıyla belki de kendime yardımcı olabilirdim, kim bilir?
2010 yılında City’den Aston Villa’ya gittiğimde sıkı bir kontrat bana önerilmişti. Martin O’Neill beni almıştı. Aston Villa’ya gidip beraber oturduk ve birkaç kağıda imza attım ve durup menajerime baktım dışarı çıkıp menajerimle birkaç dakika konuşmak için izin istedim. Dışarı çıktığımızda şöyle dedim: “Bununla ilgili içimde kötü bir his var.”
Eşim bunu yapmamamı menajerim ise imzalamak zorunda olmadığımı ama City’de çok uzun zaman oynadığım için böyle hissedebileceğimi söyledi. Normalde hep içimden gelen sese göre hareket ederim ama bu sefer hariç; sözleşmeyi imzaladım.
Oradan çıkıp yakınlardaki Belfry Oteli’ne gidip eşimle bir şeyler yiyip Sky Sports izlerken Aston Villa teknik direktörü Martin O’Neill’ın takımdan ayrıldığı haberini gördüm.
NE? diyebildim.
Menajerimi aradım ve sözleşmeyi iptal edip edemeyeceğimizi sordum. “Bilmiyorum” dedi. Ne yapacağımı düşünüyordum, bu korkunç bir şeydi.
En tuhaf şeylerin sadece benim başıma geldiğini düşünüyorum. Ertesi gün takımın sahibi Randy Lerner benim hala takımın bir parçası olmamı istediğini ve takıma yeni bir hoca getireceklerini içeren laflar etti. İlk deplasman maçımızda Newcastle’a karşı 6–0 yenilmiştik.
Sonrasında Gerard Houllier, Gary McAllister ile beraber geldi. İyi dedim Gary iyi birine benziyor, iyi bir orta saha, benimle de bağ kurabilir. Ama Houllier… Geldi ve şöyle dedi: “Sen iyi bir oyuncusun ama seni ben almadım bu yüzden seni burda istemiyorum.” Aman tanrım dedim, yine başlıyoruz.
Ireland kariyerindeki bazı sorunlarının nedeninin kendisi olduğunu itiraf etse de Aston Villa’dan gidişinden Houllier’ın sorumlu olduğunu düşünüyor — ve tabi ki City sonrası kötüye giden kariyerini de buna dahil ediyor.
Birkaç korkunç hocayla çalıştım. Bunlardan biri kesinlikle Gerard Houllier’di. Bu adamın futbol dünyasında nasıl iş bulduğu beni şaşkına çeviriyor. O yapıyorsa ben de kolayca hocalık yapabilirim diye düşünüyordum. O, bu işi yapabiliyorsa benim bahçıvanım bile yapabilir diye düşünüyordum. Çünkü o kadar kötüydü.
Houllier bu değerlendirmeni hakedecek ne yaptı?
Her takım konuşmasında bize Liverpool’daki günlerinden bahsediyordu: “Haydi çocuklar, çünkü ben bunları Steven Gerrard ve Danny Murphy’ye de söylemiştim ve onlar çıkıp bunu ikinci yarıda yapmıştı.” Bizi Gerrard ve Murphy’den bahsederek ikinci yarıda sinirlendirmeye mi çalışıyor diye düşünüyordum. Futbol hakkında en ufak bir fikri olduğunu düşünmüyordum. Herkes deli gibi antrenman yapıp kadroya girmeye çalışırken o 4 futbol sahası uzaklıkta arkasında yardımcılarıyla dolaşıp çiçeklere bakıyordu. Cumartesi günü maç için kadroyu nasıl oluşturuyordu? Bu gerçekten korkunçtu ve beni benden alan bu oldu. Kendisi beni oynatmadı. Az da olsa süre buldum ama sonra beni rezerv takıma yolladı ve sonrasında da Newcastle’a kiraladı. Kariyerime ne oluyor böyle diye düşündüm.
O’Neill ayrıldığında benim de takımdan ayrılmam gerekti. Geriye dönüp baktığımda keşke o an düşünecek daha fazla vaktim olsaymış diyorum ama o anda Aston Villa forması giyen onların oyuncusuydum.
Newcastle’da kiralıkken eşi trafik kazası geçirmişti ve kendisi de ayak bileğinden sakatlanmıştı. Kulüp tarafından yaz tatiline erken başlaması ve sezon öncesi kampta takımla birlikte olması tarafına bildirilmişti. Aston Villa’da Alex McLeish, Houllier’ın yerine göreve gelmişti.
Alex McLeish benim için bir baba figürüydü. Bana: “Seninle ne yapacağımı bilmiyorum. Sadece toplara vurmak ve rakipleri avlamak istiyorum ve sen burda olmak için fazla iyisin. Takımı tehlikeye atıyorsun çünkü onlar senin seviyende değil.”
Bana açıkça benim için Sir Alex Ferguson’u arayacağını söyledi. Ben de “Lütfen ara, lütfen ara” dedim.
Oradan bir şey çıkmadı.
Ama Ireland Aston Villa formasıyla önemli bir şans yakalamıştı. 2011 yılının yılbaşı günü Chelsea deplasmanında McLeish ona maça çıkamayacak olan Darren Bent yerine oynamasını teklif etmişti.
Ireland o anı şöyle anlatıyor:
Alex yanıma geldi ve “Stephen üzgünüm ama seni oynatmak zorundayım. Sadece çık ve oyna. İnşallah ocak ayında takımdan ayrılıyorsun.” dedi. Sahaya çıktım, oynadım, gol attım ve 3–1 kazandık. Maçın oyuncusu seçildim ve sezonun geri kalanını Aston Villa’da oynayarak geçirdim ve Aston Villa’nın yılın oyuncusu seçildim.
İşler takımın sahibi Randy Lerner’in hocayı takımdan yollamasıyla Ireland için tekrar tersine dönmüştü. 2012–13 sezonu başlamadan takımı elinden çıkarmaya çalışan Lerner, takımda en çok para kazanan oyuncuları da yavaş yavaş takımdan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Eylül ayında el bileğinden sakatlanan Ireland da böylece A-takımdan bir daha geri dönmemek üzere uzaklaştırılmıştı.
Hatırlıyorum, bir cuma günüydü. Kulübün bir basın çalışanı bana koştu ve “Stephen, çabuk, bak herkes hocayla konuşmaya çalışıyor. Gidip şu ağacın arkasına saklanabilir misin?” diye sormuştu. Hayır. dedim.
Bu ne kadar utanç verici bir şey? Takımdan uzakta, onları göremeyecek kadar mesafede bir sahada gelip profesyonel gibi, adam gibi sadece fitness antrenörüyle izole bir şekilde gelip çalışıyorum…
Sonrasında bana bir daha cumaları gelmemem söylendi.
Ireland, Hughes tarafından Stoke City’ye getirildiğinde sadece 27 yaşındaydı. Etkileyici bir başlangıçtan sonra sezon ortasında kiralık durumunun daimi duruma getirilmesinde karar kılındı. Ama 2015–16 sezonunda Ireland, hocasının gözünden düşmeye başladı. Sezonun hemen sonunda da iki dizinden de sakatlık geçirdi ve Katar’da 3 aylık rehabilitasyona gitti ve bu süreçte ailesinden ayrı kaldı. Stoke City bu süreçte onun iyileşme sürecine yardımcı olması için sözleşmesini 2 tane 6 aylık parça halinde uzattı. 2016–17 sezonunun büyük bir bölümünü kaçırdı ve yalnızca 5 maçta forma giyebildi. Bu maçların 2'si — ikisinde de sonrada oyuna girdi — Stoke City’nin küme düşmeyi garantilediği ligin son ayında oldu. Ireland’ın iddiasına göre ona Championship’te iyi işler yapacağına dair garanti verilmişti. Ne var ki takımdan dışlandığını içeren email’i alması için birkaç saat beklemesi yetecekti.
Çok acayipti. Zor olmuştu çünkü ordayken kulübü sevmiştim. Ciddi diz sakatlığım olduğunda beraber önemli şeyler atlatmıştık ve orda bir oyuncudan fazlası olduğumu düşünmüştüm.
Ireland’ın çocuklarından biri olan Joshua, 15, İngiltere 16 yaş altı takımında oynadı.
Ben çok fazla rehbere ve yardıma sahip olmadım. Her zaman zor yollarla öğrenmek durumunda kaldım. Çocuklarıma ileride neyle karşılaşacaklarını göstermek ve ailelerine yardım etmek istiyorum.
Oğlum çok iyi bir örnek. Onu mental olarak uzun zamandır hazırlıyorum. Çünkü bunun ne kadar zor olduğunu biliyorum. O, güçlü biri. Hiçbir şey onu yıkamaz.
Ireland, aynı zamanda genç oyunculara da yardım etmeye çalışıyor. Onların evlerine gidip bir futbolcunun nasıl besleneceğini ve yiyeceği yemekleri pişiriyor. Birebir antrenör olarak nasihatte bulunuyor, hatta onları Emile Heskey ve Darren Fletcher ile yaptıkları halı saha maçlarına bile çağırıyor.
Onları oyun içinde eğitebilirim çünkü çok korkunç bir seviyede mücadele etmeleri gerekecek. Fletcher ve diğer futbolcu arkadaşlarım oynamaya geldiklerinde hem şaşırıp hem korkuyorlar ve bu onların eğitimi için iyi bir şey.
Onlara olabildiğim kadar çok destek olmaya çalışıyorum. Çünkü kulüpler maddi olarak yardımcı oluyor ama bireysel olarak kim bunlara sahip çıkacak?
Ireland’a yurtdışından birçok teklif var ve o da kendisi ve ailesi için en doğru seçimi vermeye çalışıyor. İrlanda’yı gerçekten de onun için elit seviyede top oynayabileceği bir yer olarak görüyor.
Fiziksel olarak kendimi 26–27 yaşında hissediyorum. Ne yapabileceğimi, neler başarabileceğimi biliyorum.
Ama aynı zamanda onun için en iyi ve en heyecan verici tekliflerin artık İngiltere’de olmadığını da kabul ediyor.
Hiçbir zaman depresif hissetmediğini söylese de bir şeylerin hala eksik olduğuna dair şüphesi bile yok.
Öyle ki Vincent Kompany’nin yıldızlarla dolu jübilesinde oynayıp oynamamak konusunda kendisiyle boğuşuyor.
Bir keresinde Miami’deyken Beckham yanıma gelmişti. Restorandayken gelip benim masama oturup yaklaşık 20 dakika boyunca konuşmuştu. “Neler oluyor, benim kim olduğumu nerden biliyorsun?” diye düşünmüştüm.
Bir keresinde de Ryan Giggs gelip “nasılsın” diye sormuştu. Onu hala severim. Ama bu acayip. Şimdi çıkıp Thierry Henry gibi futbolcularla oynayacağım. Bu kişiler bana gelip “Stevie, nasılsın, nasıl gidiyor” diye sorduklarında muhtemelen “neden bahsediyorsunuz” diye şaşıracağım.
Scholes ve onun gibi üst seviye insanlarla muhabbet etmek için bile aynı seviyede olduğumu düşünmüyorum. Onlarla kahve içmek istemem çünkü bunu haketmediğimi düşünüyorum.
Ireland, hem elit seviyede hala bir şeyler yapabileceğini ama aynı zamanda da o seviyedeki insanlarla kahve içecek kadar bile kendini yeterli görmüyor. Ailesinin iyiliği için kariyerindeki hiçbir şeyi değiştirmek istemezdi. Gelin görün ki kendisinin bir hayli pişmanlığı da var. Fazlaca dobra oluşuyla bazı teknik direktörlerin antipatisini çekse de hala hocaların hayalini kurduğu profilde bir oyuncu olduğunu düşünüyor.
Kendimi City efsanesi olarak görmüyorum. Bu oyunu seviyorum ama kendime böyle bir ünvan takamam çünkü onu edinmedim.
Ama bu jübile maçı benim için duygusal olacak çünkü muhtemelen Etihad Stadyumu’ndaki son maçım olacak ve son bir defa o oyuncularla beraber bir odada olacağım. Bu açıdan düşündüğünüzde bu oldukça korkutucu bir durum.
Performansım hakkında ne gerilmek ne de kendime yüklenmek istiyorum. Sadece oraya çıkıp yüzümde bir gülümsemeyle ve özgür bir biçimde futbol oynamak istiyorum.
Stephen Ireland’ın hikayesini dinleyip şaşırmak elde değil. Futbolculuk gibi bu kadar göz önünde olan ve popüler bir mesleğin altında normalden çok daha farklı hikayeler yatıyor ve bu hikayeler çoğumuz için ulaşılamaz olduğu için gözümüze daha bir enteresan gözüküyor.
*Röportajın orijinal ve İngilizce hali The Athletic sitesinden alınmıştır.