Meyhanelerin ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Sanat Müziğine Etkisi
Sevdiğim bir yakınımın Türk sanat müziğiyle ilgili yazısını okudum. Haddim olmadığı halde fikrimi sormuş. Evet beğendim. Kendisinin sanat müziğine karşı ilgili olduğunu biliyordum ama bu kadar bilgili olduğunu bilmiyordum. Ben de naçizane kendisine Türk Sanat Müziğinin hala beğenebileceğimiz yazılar çıkarılabilen bir konu olarak kalmasının sebebi hakkında yazmak istedim.
Bazı şeyler vardır ki o şeyler onu sahiplenin kudretiyle mühürlenir ve artık aksi yönde pek az insan bu mühre tesir edebilir.
Malumunuz her şey zıddıyla bilinir. Bu nedenle ben de bu konuyu anlatmaya zıddıyla başlamak isterim.
Her ne kadar birçoğumuzun yaşı kömürlü trenlerle seyahat etmeye yetmese de bir dönem trenlerin kömürle çalıştığı herkesi malumudur. Bu örneği siyasal islamı kömürlü trene benzettiğim için verdim. Hem eski ve artık tercih edilmeyen bir yol hem de sahip çıktığı değerleri bozuk para gibi harcayan hilkat garibesi. Ulaşmak istediği menzil de yaktığı yakıt gibi isli ve karanlık. Üstelik yakıtının bittiğini kabul etmeyen vahşi bir hırsın, kör bir inadın esaretiyle taşıdığı yolcuların değerlerini hatta bizzat kendilerini kömür yerine kullanıp yok etmekte beis görmeyen bir tükenişin en acıklı hikayesi.
Evet siyasal islamın sahiplendiği (treni yürütmek için yakıt olarak kullandığı) her şey en azından sempatisini yitiriyor. Bununla ilgili hemen aklıma gelen on örneği sıralarım ama siz zihninizi biraz zorlarsanız bunları hemen bulabilirsiniz zaten.
Peki Türk sanat musikisi hala nasıl iştahla söylenebilir, yazılabilir, okunabilir?
Bunu siyasetin kirletemediği bir alan olmasına bağlıyorum.
Evet Türk sanat müziği hiçbir dönem siyasallaşamamışsa sebeplerinden biri Ülkemizdeki siyaset üstü bir yeri olan Mustafa Kemal in bizzat kendisi, sanat müziğine olan ilgisidir, mührüdür.
Türk sanat müziği Mustafa Kemal Atatürk ün Safiye ayla nın sesinde hayat bulan çocukluğu gençliğidir. Müzeyyen senar a ata vapurunda bizzat eşlik ederek bulduğu neşesidir.
Müzeyyen Senar anılarında anlatır. Paşa hazretleri beni çağırtmış, zatı ali leri keyif adamıydı. Onca memleket meselesinin arasında fırsat bulduğunda bir duble rakısı biraz leblebisiyle Safiye Hanımı veya beni dinler (sanat musikisi söyletir) bize iltifat ederdi.
Peki ya eski meyhaneler?
Hepimizin zihninde, başında kasketi, omzunda ceketi, biraz önce kör agopun meyhanesinde rakısını, balık, sıcak fasulye, peynir, kavunla parlatmış; ağzında Zeki Müren den gözlerin doğuyor gecelerime, Muazzez Ersoy dan kahverengi gözlerin, Adnan Şenses ten neden saçların beyazlamış arkadaş, Hamiyet Yüceses’ ten sevmekten kim usanır, Mustafa Keserden sevda Yüklü Kervanlar şarkılarını mırıldana mırıldana evinin yolunu tutmuş Kumkapı sakini yok mudur?
O halde yazıp çizebilmenin, okuyup söyleyebilmenin, ikinci nedeni de meyhane kültürü diyebilir miyiz?
Burada konuyu tekrar hatırlatmak isterim. Amacım türk sanat musikisini meyhane şarkılarından oluşan bir sanat dalı olarak anlatmak değil. İki vakit namaz arasında bu şarkıları dinleyenlerin olduğunu da çok iyi biliyorum. Bir gerçek var ortada. İçki karşıtlığı maskesiyle cumhuriyete ve onun değerlerine yapılan saldırılar her dönem olmuş. Türk sanat müziği de Atatürk ve meyhane kültürünün ayrılmaz bir parçası olması hasebiyle saldırı altında olan değerler altında olmasa bile en azında sahiplenilip kirletilen değerler arasında olmaktan kurtulmuştur. Ona bu zırhı veren Mustafa Kemal in Türk Sanat Müziği hayranlığıdır, meyhane kültürüdür, İlk defa Osmanlı topraklarında kullanıldığı tüm tarihçilerce kabul edilen türk kültürünün bir parçası hatta simgesi haline gelmiş rakı dır, rakı sofrasıdır.
Agopun meyhanesinde Selahattin Pınar dinlerken okuduğunuz şu yazıdır
İşte bu yüzden hala sanat müziğini keyifle dinleyebiliyor, okuyabiliyor ve yazabiliyor olduğumuzu düşünüyor Mustafa Kemali Atatürk’ ü hayırla yad ederken rakıyı bulanı da minnetle anıyorum.
Yazımı sonlandırmadan önce şunu da ifade edeyim. Alkol kullanmıyorum ancak kültürümüz haline gelmiş olan içki türlerine de sahip çıkılması gerekliliğini savunuyorum. Bu bakış açısına sahip olmayı da Ahmet Altan’ a borçluyum.
Altan bir röportajında tanrı ve din hakkında şöyle bir cümle kurar:
‘’Ben bir tanrının olduğuna inanmıyorum ancak tanrıya inanmanın gerekli ve önemli olduğunu inanıyorum.’’
Alkol almayan biri olarak alkol ve sanat musikisi ilişkisini anlatabildim mi bilmiyorum ama Allah inancı olmadığını söyleyen biri olarak Ahmet Altan Allah’ı çok güzel anlatmış, diyeyim ve sizi onun bu yazısıyla baş başa bırakayım.
PİDE
Hangi duygunuza dokunursanız dokunun mutlaka sizi geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarır, çocukluk denen o küçük ve esrarengiz ormanda yaptığınız gezintilerden, o zaman tattığınız ve size sihirli görünen yemişlerin lezzetinden, bir yerinizi kesen dikenli bir sarmaşıktan, her biri sizin için çok yeni olan ve içinize her zaman hatırlanmaya hazır bir şekilde yerleşen kokulardan bir iz vardır duygularınızda.
Yılların içinde gelişen, köklenen, gürbüzleşen düşünceleriniz, bütün güçlerine ve zihninizin sahibiymiş görünmelerine rağmen bazen geçmişe uzanan küçücük bir duyguyla altüst olabilir.
Geçen gün, kenarları hafifçe yanıp siyahlaşmış, üstündeki küçük kubbecikleri çıtır bir kızıllığa bürünmüş, taze, sıcak bir pideyi ellerimle bölüp, önce kokladım sonra bir lokma kopardım.
Hiçbir düşünceyle, hiçbir akıl yürütmeyle açıklanamayacak bir sevinç ve mutluluk hissettim.
Belki bir an süren çok kısa, çok derin bir mutluluk.
O kısacık anda ben, iftara pide götüren küçük, inançlı bir çocuktum.
Eğer büyük bir kudretim olsaydı ve birisine dinin ne olduğunu anlatmam gerekseydi, onu küçük bir çocuk yapar, serince bir akşam fırın kuyruğunda bekletir, elinde sıcak pidelerle eve koşturur, bir iftar sofrasına oturtur, yaşlılar mırıl mırıl dua okurken patlayacak topun sesini bekletir, top patladığında içindeki bütün telaşa rağmen minik elini yavaşça sofraya uzattırır, bir pideyi böldürür, o pideden gizliden gizliye hissedilen odun dumanı kokusunu da içine çekerek bir lokma aldırır ve o bir lokmayı ısırdığı anda tanrının kendisini sevdiğine duyacağı inancı, o inancın yarattığı büyük güveni ve sevinci içine yerleştirir ve “din budur” derdim.
“Din, hissettiğin bu güven ve sevinçtir.”
Her şeye kadir bir sonsuzluğun şefkatini herkesle eşit paylaştığın, dokunulmaz olduğuna, kötülüklerden azade kılındığına, büyük bir sevgiyle sevildiğine inandığın andır.
Bu anı, bütün hayatın boyunca aynı güven ve sevinçle yaşamaktır dindarlık.
Biliyorum dinden ve dindarlıktan bahsetmek bana düşmez, inançsız ve cahilim ama gene de dindarların hoşgörüsüne sığınarak arada bir dinden söz etmekten hoşlanıyorum.
Dinin, çocuklara ait bir sevincin hiç bitmemesi olduğuna inanıyorum.
Böyle bir sevinci yaşayabilen dindarlara gıpta edip, bu sevinci kaybeden dindarlara üzülüyorum.
Bana öyle geliyor ki sanki tanrı, bu sevinci kaybeden dindarlara, “neden benim sevgim seni sevindirmiyor” diye sitem ediyor, “ben seni severken sen neden böyle gazaplı ve öfkelisin”.
Önceki gün Cihan Aktaş’la bunları konuşurken o bana “ama Allah’ın gazabı da vardır” dedi.
Ben de, haddim olmayarak, “elbette vardır ama o gazabını nerede, nasıl göstereceğini söylüyor zaten” dedim, “illa benim gazabıma siz yeryüzünde aracılık edin demiyor, onun kime kızıp kime kızmayacağını, kim nereden biliyor?”
Sıcak bir pideden bir iftar vakti koparıp aldığı ilk lokmayla orucunu açan hangi çocuk Allahın gazabını düşünür?
Neden öfkeyi ya da gazabı düşünsün ki?
O çocuk, o bir lokma pideyle bile kendisini bütün büyüklerle eşit
kılma mucizesini gösteren tanrısına minnettardır, onun sevgisine sığınır, onu sever, onun sevgisiyle sevinir.
O küçük çocuk için o iftar sofrasında bütün büyüklerle eşit olabilmek, o büyüklerden başka hiçbir zaman görmediği bir saygıyı görmek, unutulması mümkün olmayan bir mucizedir.
Niye bir dindar büyüdüğünde bu mucizeye olan inancını, sevincini, mutluluğunu kaybetsin?
Neden bir çocuk, inancında ve inandığı tanrısında lekesiz ve berrak bir şefkatin koruyuculuğunu ve güvenini bulurken, büyükler bu inançta, gazap, korku ve öfke bulsun?
O çocuk, o pideden ilk lokmayı ısırdığında, içinde herhangi birine karşı en küçük bir kızgınlık hissetse, nasıl dehşetli bir günah korkusuna kapılır biliyor musunuz, o anda birine kızmanın büyük bir günah olduğuna inanır çünkü, o an herkesin kendisini sevdiği ve kendisinin herkesi sevdiği andır, tanrının onun başına dokunduğu, ona gülümsediği andır, böyle bir anda nasıl kızgınlık hissedilir?
Ve, eğer bu anın sonsuzluğa uzanması değilse din, din nedir?
Elbette bu sorunun, benim cevabımdan daha doğru cevapları vardır.
Ben onları bilmiyorum.
O sıcak pideden ilk lokmayı kopardığım anı biliyorum yalnızca, hissettiğim mutluluğu biliyorum, o mutluluğun sonsuzluğa yayılmasındaki sevinci biliyorum.
Ben bunun için dindarlara gıpta ediyorum.
Ben bunun için ramazan pidesini o kadar çok seviyorum.
…
(Umarım bir gün yine büyük bir binanın gölgesinde kalmış portakal ağacının altında yazı yazabileceğin günler gelir Ahmet Altan. Seni hasret özlem ve ne yazık ki kaygıyla bekliyoruz.)
Facebook | Twitter | Instagram | Slack | Kodcular | Editör | Sponsor