Midnight Mass: Her Aşk Hikayesi Aynı Zamanda Bir Hayalet Hikayesidir
“…İnanç sahibi olmak bu demektir. Karanlıkta, en kötüsünde, ışığın ve umudun yokluğunda şarkı söyleriz.”
Midnight Mass(Gece Yarısı Ayini) birçok açıdan harika bir yapım. Hatta şunu söylemeliyim, diziyi bitirdikten sonra halen ne bir film ne de bir dizi izlemiş değilim. Çünkü şu an bile Midnight Mass kalitesinde bir iş izleyeceğimi düşünmüyorum.
Dizi hakkında ayrıntılı bir şekilde konuşacağız. Ama konuşmaya başlamadan önce bir konuya değinmem gerekiyor.
Yaklaşık bir sene önce Persona adında bir “topluluk sayfası” kurmuştum. Sayfayı sosyal medyadan takip eden herkesin etkileşim içinde olduğu, insanların kendini yetenekli gördüğü veya geliştirmek istediği alanda çalışmalarını insanlara gösterebileceği; daima bir paylaşım akışının olduğu dinamik bir topluluk oluşturma gayesindeydim. Ancak sayfa giderek amacının dışına çıktı ve şu ana kadar da bir topluluk oluşturabilmiş değilim.
İşler planladığım gibi gitmese de Persona fikrimin arkasındayım ve sayfayı hayal ettiğim duruma getirebilmek için çaba sarf etmeye devam edeceğim. Bu yüzden yardıma ihtiyacım var ve sayfada görev almak isteyen insanların bana ulaşması için iletişim bilgilerimi yazının sonuna ekledim.
Son olarak da, yaptığınız çalışmaları- ki bu her türlü sanat ve popüler kültür ürününü içeriyor- paylaşmaktan çekinmeyin. Bu sayfayı kurarken benim gibi yazı yazan insanların çok olduğunu, tutkuyla yazdıkları yazılarının karşılık bulamamasından dolayı yaşadıkları hayal kırıklığını bildiğim için kurdum. Elinizde fırsatlar varken kullanın. Hayatta karşınıza neler çıkacağını bilmiyorsunuz.
Yazı diziden ipucular içeriyor. Hızlı bir göz atacak olanlar için de resimlerde dahi olabildiğince az ipucu olanları kullandım. Ayrıca bu bir inceleme yazısı değil ve diziyi size anlatmak gibi de bir amacım yok. İzleyip geldiğinizi varsayarak yazdım. Dizi hakkındaki genel görüşümü yazının son bölümünde ipucusuz bir şekilde bulabilirsiniz. Keyifli okumalar.
Mike Flanagan’ın anlatmak istediği hikayelere her zaman hayran oldum. Absentia filmi ile başlayan yolculuğu bu güne kadar geldi ve tüm işlerinde özellikle hikaye anlatıcılığı tarafında özel bir deneyim sunduğuna inanıyorum.
Korku türüne Tepedeki Ev (Netflix dizisi) vasıtasıyla yazdığım bir yazım ile değinmiştim. Orada da söylediğim gibi korku olgusu gün geçtikçe değişiyor. Dolayısıyla korku temalı herhangi bir ürünü bu değişimden bağımsız düşünmek saçma olur.
“Tadını aldığımız her korku eserinde kötü insanlar bu karanlıktan kaçmaya, boşluktan çıkmaya çalışırlar ama bunu başaramazlar. Çünkü içlerinde hiç beyazlık kalmamıştır. Artık onlar için sadece karanlık vardır. İşte tam da bu yüzden her korkunun altında hissetiğimiz tüm duyguların izleri yer alır.”
Bu önceki yazımdaki bir alıntı. Kendi cümlem. Cümlenin sahip olduğu düşünceyi uzun bir süre sonra Midnight Mass’de tekrar özümsedim. Dizide bize baş kötü olarak gösterilen Peder Paul, bu düşünceye bire bir uyar durumda.
Öncelikle vurgulamam gerekir ki Hamish Linklater, Paul Pruitt rölüyle mükemmel bir oyunculuk performansı sergilemiş. Karakterin duygu yoğunluğunu oyuncunun ekranda olduğu her an hissedebiliyorsunuz. Onu izlemek dizide büyük bir zevk.
Paul Pruitt için Crockett Adası’nda yaşadıkları aslında bir arayış hikayesi. Uzun yıllar boyunca sessiz ve kendi halinde yaşamını sürdüren ada halkına bir nevi inanç hocalığı yapması dışında hayatına değer katmak istiyor. İstiyor çünkü kilise kürsüsünde kendisini hiç tanımamış çocuğuna ve sevdiği kadına her gün İncil’den alıntılar yapmak onun için acı verici. Hem fiziksel hem de manevi dünyasında girdiği bu arayış Tanrı’nın meleklerine kadar ilerliyor. En nihayetinde ölüm zamanı geliyor. Feci bir korku ve gerisinde bıraktığı hayalleri ile…
Sonunda bir melek tarafından canı alınıyor ama arayışını sürdürmesi için bir mağarada yeniden diriliyor. Bu diriliş, Peder Pruitt için bir amaç demek. Belki de sevdiği insanı tekrardan görmesi için; ona yanaşması, hayal ettikleri hayatı yaşamaları için fırsat demek. Sonsuza kadar sevdiği kadının yanında olduğunda da arayışını tamamlamış olacak.
Tüm bu arayış uğuruna insanların ölmesini istemese de dizinin sonunda adanın yok olduğunu düşünürsek, Peder Pruitt çoğu kişi için kötü bir karakter olabilir ama benim için değil. Hayatını Tanrı’nın kutsallığına adamış bir insan için kendi içinde yaşadığı bu aşk bence çok masum. Baştan sona tatmin edici bir karakter hikayesi. Tek kelime ile mükemmel.
Dizideki her bir karakter tek tek incelenmesi gereken, izleyende derin izler bırakan karakterler olsa da yazımda hepsine yer verme gibi bir lüksüm yok. Ancak Riley Flynn, karakter gelişimi itibariyle kusursuz işlenmiş biri ve kesinlikle yazımda ona yer vermeliydim.
“Unutma! Hepimiz topraktan geldik ve tekrar toprağa döneceğiz…”
Pişmanlık.
Hayatınızda kaç kez pişman oldunuz? Onlarca, yüzlerce, belki de binlerce kez değil mi? Yaptığınız bir davranışın kimi ne şekilde etkilediğinden çoğu zaman haberiniz olmaz. Bencilce, etrafımızdan bağımsız yaşamaya devam ederiz. Umursamayız.
Sonucunu bildiğimiz durumlarda nasıl olur peki? Mesela birini öldürsek. Buna bağlı olarak cezamızı uzun yıllar hapis yatarak, lanetler yiyerek, vicdanlar tarafından sorgulanarak geçirsek kimse için sorun olmazdı değil mi? Çünkü birini öldürdük. Sonra normal hayatınıza dönünce yine de sevdikleriniz için mücadele etmeye, hayatın hala bir anlamı olduğuna inanarak yaşamaya devam eder misiniz? Bu sorunun cevabı evet. En azından Riley Flynn için öyle.
Dizinin açılış sahnesindeki Riley Flynn profili karakterin geçmişini bilmememize rağmen az önce ilişkilendirdiğim pişmanlık duygusunu hissettiriyor. O andan karakterin ölümüne kadar olan süreçte ise Riley’in psikolojik değişimini izliyoruz ve bu değişim aslında izleyici ile dizi arasında kurulmuş bir bağ, bir iletişim biçimi. Erin ve Riley arasındaki ölüm diyaloğu tam da bu yüzden çok büyüleyici. Çünkü hayata dair farklı fikirlere sahip olan ve birbirini çok seven iki insanın ölüme olan yaklaşımları diziyi izleyen herkes için kendinden bir parça bulma fırsatı veriyor.
“…Ben sadece bu hiçlik okyanusunda yüzüyorum ve merak ediyorum. Ölüm böyle bir şey mi? Ölüm bu mu?.” (Tepedeki Ev, Bölüm 8. Theo)
Ölüm ne kadar gerçek ise sevgi de o kadar gerçek. Hayata tutunmanızı sağlayan tüm o insanlar, inanışlar, duygular gerçek. Peki sizce ölüm tüm bu gerçekliklerin yok olması mıdır? Yoksa, vücudunuzun her bir hücresinin kendisini yok etmesi midir? Bilmiyoruz. Riley Flynn sandalda oturmuş aşık olduğu kadına son sözlerini söylerken de bilmiyordu.
Hayatı pahasına sevdiği tüm şeyleri feda etti. Tüm o korkularına rağmen, tüm o geride bırakmak için her gün kabus gördüğü pişmanlıklarını üstünden atamamasına rağmen kendisini feda etti. Tek ki sevdiği herkes, bir inanç uğruna yozlaşmış adada yok olup gitmesin diye.
“Her seferinde hayatım sandığım şey aslında bir düş. Ama bunu unutacağım. Hep unuturum. Düşlerimi hep unuturum.” (Gece Yarısı Ayini, Bölüm 7. Erin)
Paul Pruitt ve Riley Flynn hayatlarının son zamanlarını aynı amaç uğrunda yaşadılar. Sevgi besledikleri hiç kimse ölüm ile karşılaşmasın diye acı çektiler. Yıldızlı bir gökyüzünde Tanrı’yı arayan herkes için bu iki adamın hayatlarında izler var. Midnight Mass, izleyicinin hayata dair çoğu kavramı sorgulaması için adeta yol gösteriyor.
“Ama şimdi, bir lahzada, hatırlıyorum ve hatırladığım an her şeyi bir çırpıda anlıyorum. Zaman yok. Ölüm yok. Hayat bir düş. Bir dilek. Sonsuza kadar tekrarlanan bir dilek. Ben bunların hepsiyim. Ben oyum.” (Gece Yarısı Ayini, Bölüm 7. Erin)
Dizide birçok dikkat çekici ayrıntı yakaladığımı söyleyebilirim. Din, insanlığın ilk ortaya çıkışından beri farklı modellerde baş gösteriyor ve günümüzde dahi çokça insan özgür bir şekilde din hakkında yorumlar yapamıyor. Bu yüzden dizinin inanç konusunda takındığı tavrı çok cesurca buluyorum. Sınıf metaforu üzerinden inanç tartışması yapılması en dikkatimi çeken ayrıntılardan oldu.
Burada sınıfa doluşmuş yaklaşık bir düzine insandan bahsediyoruz. Dört büyük inanışın söylemlerini velilere indirgeyerek din eleştirisi yapmak bence çok akıllıca. Şerif Hassan’ın İslamiyet ve Hristiyanlık üzerine yaptığı konuşma şu an bile dünyada inanç konusunda tartışılan bir çok noktaya parmak basıyor. Aynı zamanda dizinin temelinde yatan “dinde aşırıcılık" konusunun net bir şekilde değerlendirildiği bir kaç bölümden biri. Öyle ki, Şerif Hassan çevresinde şekillenen ve insanların İslâmiyet’e olan bakış açısını gözler önüne seren sahneler beni hayli şaşırttı.
Terör endişesi yüzünden doğan islamofobiyi eleştirmesi, Müslümanlık anlayışını baba-oğul ilişkisi üzerinden açıklaması, dört büyük dini kitapta dönen mucize kavramını yansıtma biçimi derken dizinin inanç konusunu çok iyi işlediğini söyleyebilirim. Günümüzde İslâm dünyasının halen kendini düzgün ifade edemediğini düşünürsek dizinin bu bağlamda güçlü bir iletişim örneği sergilediğini ifade etmeliyim.
Tüm bu inanç çatışmaları arasında din temasını bir korku yapıtında “şeytan" kartını oynamadan yedirebildiğini görmek bile beni ayrı sevindiriyor. Çünkü izleyici kitlesi din temasını genelde perili ev veya şeytan çıkarma konuları üzerinden tükettiği için korku yapımları artık bana sıkıcı gelmeye başlamıştı. Tabiri caizse Midnight Mass imdadıma yetişti.
Dizideki melek betimlemesini de yerinde buldum. Hem görsel hem de hikayedeki kullanım yeri olarak bir korku yapımında ne kadar iyi kullanılabilirse o kadar iyi kullanılmış. Dini kitaplarda geçen melek tiplemesinin günlük hayatta düşünüldüğü gibi güzellik saçan bir yaratık olarak değil de son derece korkutucu ve rahatsız edici olduğunu göstermesi çok hoşuma gitti. Dizide de belirtildiği gibi, “Rab’bin bir meleği onlara göründü ve Rab’bin görkemi çevrelerini aydınlattı. Büyük bir korkuya kapıldılar. Melek onlara, “Korkmayın!” dedi.” (İncil, Luka 2)
Her ne kadar melek fikrini sevsem de dizide meleğin yeteri kadar kutsal varlık hissiyatı verdiğini düşünmüyorum. Bana göre meleğin kutsallığı dizideki mucizevi olaylardan çok daha ileriye götürülebilecek bir kavramdı.
Diziyi izlerken gözüme çarpan detayları not alırım. Bir çok açıdan elimi rahatlatıyor. Şu an notlarıma bakınca bazı yerleri anlatmasam da genel olarak yazımda dizi hakkındaki önemli noktaları işlediğimi düşünüyorum. Biri hariç. Erin Greene. Aldığım notlarda onun ismi halen çok baskın.
Kate Siegel bir monolog kraliçesi. Bazen oturup keşke yeryüzündeki her insan en az bir kere şu kadının oynadığı bir yapımı izlese diye düşünüyorum. Mimiklerinden tutun ses tonuna kadar her daim beni etkilemeyi başarıyor. Midnight Mass’de oynadığı rol hikayedeki kilit rollerden biri ve bu rolün altından o kadar iyi kalkıyor ki…
Ağıtlar(Sezon 1, Dört) bölümünde Riley ile olan bir konuşması var.
“Ben çocukken kuşlarımız vardı. Güvercinler. Annem mutfak camımızın önüne gülünç bir kümes yapacağım diye haftalarca uğraştı. Ana karadan güvercin sipariş etti. Nihayet geldiklerinde ilk önce kanatlarını kırpmak istedi. Beni, yedi yaşındaki kızını yanına çağırıp o sırada onları tutmamı istedi. Bunu neden yaptığını sorduğumda uçup gitmesinler diye dedi. Ve ekledi, vakti gelince herkesin kanatları kırpılır.”
İzlerken tüylerim diken diken olmuştu. Minik ayak diye adlandırdığı karnındaki çocuğunu kaybetti. Hayatını değiştiren çocuğunu… Bu konuşmayı Riley’e esrarengiz bir şekilde doğmamış çocuğunu kaybettikten sonra yapıyor. Gözleri dolu, sesi fazlasıyla tok ve duygusal. Belki de inanç bu değildir. Yozlaşmanın insanlardan götürdükleri bizim hayatımızda bile çok fazla. İşte düşünüp anlamak için size bir fırsat daha.
Son bölümde, Erin bu sefer kanatları kırpıyor. Kendisini ve meleği özgür bırakıyor. Kendi tabiri ile beynindeki nöronlar elektriklerini salıp dans etmeye başlamadan önce ölümü hatırlıyor. Annesini, babasını, minik ayağı, Riley’i hatırlıyor.
O içindeki beyazlığı hiç kaybetmedi. Ama onun duyguları hepimizde iz bıraktı.
“+Anne, senin de kanatların kırpıldı mı? -Evet. Hem de nasıl. Doğduğun gün.”
Yazının sonuna doğru gelirken dizinin final bölümüne ayrı bir parantez açmak istiyorum. Final bölümündeki son on dakikalık sekans benim izlediğim en etkileyici bölüm sonlarından biri. Erin’in gözyaşı ile başlayan sekans, ada halkının söylediği Nearer My God To Thee şarkısı bize sona kadar eşlik ediyor.
İncil’e sosyal çevresinden dolayı ilgi duyan bir gencin ve onun Müslüman babasının birlikte son kez namaza durmaları; ve onlar namaza dururken ömrünü Hristiyanlık’a hizmet etmeye adamış ve adanın yok oluşuna katkısı olan, dinde yozlaşmanın temsili Peder yardımcısı Bev Keane’nin onlara bakması; tüm o vahşete rağmen ve ölüme bu kadar yakınken ada halkının son ana kadar yıllardır olduğu gibi birbirlerine sevgi ile bağlı kalmaları; Bev Keane’nin “cennete gideceğiz” söylemleri ile adaya yaptıklarına rağmen ölmek istemeyip yeri kazması ama kendisi tarafından inançsız olarak gösterdiği insanların kendi ölümlerini Tanrı’yı anarak beklemesi; Peder Paul ve Mildred Gunning’in kızlarını kendi ölümleriyle beraber uğurlamaları… En nihayetinde de Paul Pruitt arayışını tamamlamış oldu.
İslamiyet, Hristiyanlık, kitlesel yozlaşma, aşk, pişmanlık, ölüm, Tanrı, melek, inanç derken uzayıp giden konu ve olaylar silsilesi mükemmel bir sekans ile sonlanıyor. Son on dakika, hikaye ve karakterlere bir saygı niteliğinde. Ayrıca söylemek isterim ki dizi bu anlattıklarımdan çok daha fazlasına sahip. Diziyi izlemeseniz bile açıp son on dakikayı izleyin. Her yönüyle harika bir final.
Midnight Mass bir başyapıt. Bu benim için tartışmasız bir şekilde böyle. Ancak şunu söylemeliyim, korku ve heyecan istiyorsanız dizi size göre değil. Çünkü klasik bir Mike Flanagan yapımı olma özelliğini taşıyarak son derece yavaş ilerliyor.
Ama inanç ve ölüm hakkında derin, düşündürücü bir hikaye anlatısı ve bunlara ek olarak dinde aşırıcılığa karşı kusursuz bir eleştiri izlemek istiyorsanız Midnight Mass tam size göre.
Müziklerinden karakterlere; sinematografisinden renk paletine; oyunculuklardan prodüksiyonuna kadar çok üst düzey bir yapım. Elbette ki kusursuz değil; ama kalite olarak uzun bir süre Midnight Mass seviyesinde bir yapım görür müyüm emin değilim. Netflix kalite ortalamasının çok üstünde.
Günümüzde çağcıl öğelere köle olmuş onca değersiz yapım gördükten sonra bir süredir kenara çekilip sanat değeri taşıyan yapımlar deneyimlemeyi tercih ediyorum. Kaliteli bir hikaye anlatma gayesi olmayan yapımlar bana göre değil. Öte yandan dizilerde/filmlerde ortaya çıkan ürünün verdiği mesajları anlamaya ve onları yorumlamaya çalışan bir izleyiciyim. Ruhuma dokunan her karakter, her hikaye benim için değerlidir. Üstün körü yapım uzasın diye yazılmış diyaloglardan ziyade, bu dizide olduğu gibi hayata dair sorgulamam gereken detaylar veren monolog iletiler benim için daha değerli. Elbette bu her yapım için geçerli değil ama Midnight Mass’den bunu bekliyordum ve fazlasıyla da aldım.
Uzun lafın kısası, Midnight Mass benim izlediğim en şahane işlerden biri. Herkese göre olmadığını kabul ediyorum. Ama her dizi/film severin bir şekilde deneyim etmesi gereken bir yapım olduğuna inanıyorum.
Son olarak şunu eklemeliyim, beni tanıyan çoğu insan Tepedeki Ev hayranı olduğumu bilir. Yaklaşık iki yıl sonra beni en az Tepedeki Ev kadar etkileyen bir dizi izlemiş olmak çok güzel. Onun kadar duygulandırmasa da Midnight Mass’in Tepedeki Ev’e göre daha yoğun bir hikayeye sahip olduğunu söylemeliyim.
Sonuna kadar okuyan herkese teşekkür ederim. Umarım beğenmişsinizdir. Uzun bir aradan sonra Medium’a geri dönmek güzeldi. En kısa sürede tekrardan görüşmek üzere. Kendinize iyi bakın.
Persona için iletişim bilgilerim:
- sametyapci@gmail.com
- infopersonageek@gmail.com
- Instagram @infopersonageek ve @sametyapc_
- Twitter @sametyapc_