Modern Zamanda Geç Kalmışlık
Duvardaki saate baktı. Günün herhangi bir vaktinde mola vermeksizin her saniye aynı işi yapmaya devam eden duvardaki saate. Ta ki içindeki bir çift pil artık ona güç vermeyi kesene kadar çalışacak olan o saate. “Yetmez mi?” demeyip her saniyeyi zamanında aşan, ardından dakikayı sayan ve sonunda bir saati tamamlayan, tamamladığı yetmezmiş gibi bir de bunu devridaim ettiren o saate. Ne saatmiş be! İçindeki bir çift pil ne kadar da direngenmiş. Bir çift pil nelere kadirmiş. Bu düşüncelerle duvardaki azimli zaman sayıcıya hayretle baktıktan sonra bir de kendine baktı oturduğu yarısı kırık tahta sandalyenin üstündeyken. Kendi pilleri neredeydi? Bir de dönüp sandalyesine baktı. Peki ya sandalyesinin neyi vardı? O da yıpranmıştı tıpkı üstünde oturmakta olan genç gibi. Kendisini taşıyacak en azından bir sandalyesi vardı. Yorulduğunda ağırlığı hiç düşünmeden üstüne vereceği ve dinlenebileceği bir dayanağı… Zira o boş odada sandalyesi dışında yaslanacağı bir başka eşyası da yoktu. Duvarlar bile gözükmüyordu artık. Bir dakika bir dakika… Duvarlar da nereye gitti? Ama bir saat sesi kulaklarını çınlatırcasına ötüyordu. Bu duvar saati de olamazdı, zaten duvardaki saatten o ses de çıkmazdı ki. E duvar da kaybolmuştu demeye kalmadan. Yanı başındaki çalar saatinin sesiyle beraber gözlerini açtığında rüyada olduğunun farkına vardı.
Hayata geç kalmışlık hissi o kadar içine işlemiş olacak ki rüyalarını bile şekillendirmeye başlamıştı. İnsanı bu denli hayata geç kalmış hissettiren ne olabilirdi diye düşünmeden de edemiyorum. Ya siz? Gözlerinden uykusunu alamadığı belli olan genç zorlukla uyanmaya çalışıyordu. Düzensiz bir hayatın tezahürü olan gözlerindeki şişlik, yüzündeki anlamsız bakış ve yorgun yüz hatları; içinde bulunduğu durumu açıklamaya yetiyordu. Uyanmaya çalışırken odasının penceresinden içeri süzülen ışık hüzmesi, karanlık odasına umut taşıyarak girmekteydi âdeta. Aydınlanan gün sadece onun için değil, odasına uzanan gölgesi ve üstündeki misafirleri olan yaşlı ama mağrur duruşlu ağaç içindi de. Ama ne fayda.
Hayata geç kalmış hisseden birinin duygu ve düşüncelerini bilir misiniz? Parlak bir gün doğumu ve kuş cıvıltıları tüm ruh halini değiştirmeye yeter mi sizce? Yetmez değil mi? Yetmez tabii ki. Her şey o motivasyon sözlerindeki kadar toz pembe değil elbette. Hayat birden değişmiyor. İnsan da birdenbire değiş(e)miyor. İnsan neden geç kalmış hisseder? Yaşamak için önünde ne kadar süresi olduğunu bilmese bile hâlâ yaşamakta olduğu da bir gerçektir. Ölmeden mezara girmiş gibi davranmak da neyin nesidir? Bu bir oyun mudur ki sonrakinde daha iyisini yapacağım edasıyla bir sonraki hakkının gelmesi beklemeye koyulur gibi davranır? Belki de bu ruh hâli kahramanımızda şunun farkına varmasına vesile oldu: Yaşamak ile hayatta kalmak arasındaki fark. Bu bir seçenek de olabilirdi bir mecburiyet de…
Artık kendine gelmiş ve yatağında uzanarak tavana bakıyordu. Bir de etrafını çevreleyen dört duvara. Bu sefer gerçek bir tavan ve etrafında dört de duvar vardı. Emindi bundan zira son aylarda en çok baktığı şeyler de onlardı. Yatağında tıpkı Oblomov edasında uzanmış, düşüncelere dalmış duruyordu. Belki de kendine kızıyordu. Mutlu olmak umuduyla şartlandığı birçok hedefe ulaşamamak onu yaralamıştı. Yeni bir hedefe hazırlanacak gücü de yoktu. Hayatı ulaşılacak hedefler ve kazanılacak zaferlere indirgemekten başka da bir çaresi yokmuş gibi davranıyordu. Belki de kaybetmeye devam etmeyi göze alamamak yeni bir güne başlamayı bile ona zehrediyordu. Hep sonuç odaklı olmuştu ki buna geç kalmışlık hissi de dahil edilebilirdi. Sonuç odaklı olmasın da ne yapsın doğrusu? Hayat yaşanılması ve deneyimlenmesi gereken olumlu veyahut olumsuz süreçlerden oluşsa da sonuçlar da bir gerçekliği temsil ediyordu. Bir bütündü aslında. Kahramanımızın yanılgısı da süreçlerden bağımsız sonuçlara odaklanmasıydı. İnsanın belli yıllarda belli konuları halletmesinin beklenildiği bir toplumda yaşamanın getirdiği alışkanlığın sonucuydu. Okula bu yaşta gidilir, meslek sahibi olmak için yirmilerin ortası bile geç kalmışlık olarak görülür… İşin can alıcı noktası da yirmilerin başında yeni üniversite kazanmasıydı. Toplumsal kabuller onu etkilemişti su götürmez bir şekilde. Hep bir sonraki aşama düşünülmeli ve diğer insanların fikirleri ölçülmeli ona göre savunma mekanizmasını kurmalıydı. Bu düşünceler de nerden türüyordu yahu? Durdurmak da zor. İplik söküğü gibi çektikçe geliyordu. İnsan böyle bir toplumda Oblomov’a dönüşmeyip de ne yapsın?. Bir Oblomov kadar da varlıklı değildi işin açığı. Bu kadar “aylaklık” etmek de bir lükstü onun için. Ah bir kalksa yatağından, yatağına zincirlenmiş gibi sonunu alamadığı düşüncelerine bir ara verse, süreç onun için daha sağlıklı ilerleyecekti. En azından öyle düşünüyordu ki bu sık sık düştüğü döngülerden biriydi. Ne kadar da bulunduğumuz yüzyıla özgü bir durum.
Olumsuz düşünceler veya hayat görüşlerinden kurtulmak için takdir edersiniz ki başlamak yetmez. İşte burada karşımıza bir yol ayrımı çıkıyor. Peki, size sormak istiyorum. Hayatımıza yeni hayata geç kalmış hisseden 21. yy Oblomovlar’ı olarak mı devam edeceğiz? Yoksa… Bu cümlenin bir devamı yok aslında. En azından benim sizler için yazabileceğim bir kısmı yok. Devamını yalnızca siz bilebilir ve siz yazabilirsiniz. Sizin alternatif sonunuz sizin hayatınız. Kendi alternatif sonunuzu hayata geçirme gücü sizin elinizde.
Peki siz bu gücü nasıl değerlendireceksiniz?
Originally published at http://www.tpocg.org/blog/ on September 30, 2023