Modernleşmeye İki Eleştiri: Marx ve Dostoyevski

Emre Fidan
Türkçe Yayın
Published in
11 min readFeb 5, 2021

Dostoyevski karakteri dendiğinde hepimizin aklında kimi ortak nitelikler taşıyan az çok belirli bir insan tipi oluşur. Nedir bu ortak özellikler? Kanımca en başta huzursuzluk gelir. Bulunduğu koşullara uyum sağlayamayan, o koşullara ait olmayan insanın yaşadığı ruhsal huzursuzluk… Dostoyevski’de insan, toprağını, iklimini yadırgayan bir fide gibi boyun büker, sararır. Hep başka bir iklimin arayışındadır. Bir Batılının gözünden şöyle tasvir edilir durum: “Dostoyevski’nin kahramanlarını anlamak mümkün değildir. Eski patriyarkal adetlerinden sıyrılmışlar, fakat bizim adetlerimizi benimseyememişlerdir. Yol ağzında dikilip durmakta ve hangi yoldan gideceklerini bilememektedirler: tek tek fertlerin kararsızlığı ve tereddütü, bütün milletin kararsızlığı ve tereddütünü ifade etmektedir. Biz Avrupalılar, sıcacık bir evde yaşar gibi yaşarız kendi adetlerimiz içerisinde. 19. yüzyılın, Dostoyevski çağının Rus’u ise eski barbar hayatının ‘tahta kulübesini’ yıkmış, fakat henüz yeni evini kuramamıştır. Hepsi kökünden kopmuş, yolunu şaşırmış insanlardır.” [1] Nevrotik bir tablo yaratır bu durum. Karanlık ve yalnızlık peşini bırakmaz Dostoyevski insanlarının. Nafile debelenirler oysa, çıkışsızdırlar. Usta yazarın estetik becerisi ile bu tip, detaylandırılarak, kanlı canlı bir karaktere dönüşür.

Her zaman böyle değildi Dostoyevski’nin insanı. Yazarımızın henüz yeraltının karanlık dehlizlerine inmediği zamanlarda, yerüstünün –manen değil- maddeten çıkışsızlık yaşayan insanını anlattığı bir dönem vardı. Hatta yazarlık yaşamına böyle başlamıştı.

Henüz 25 yaşında yazdığı ve eleştirmen Belinski’nin büyük övgüsünü alan ilk romanı ‘İnsancıklar’da, gündelik işlerle geçimini sağlayan genç bir kadın ile alt kademeden memur yaşlı bir adamın umutsuz aşkı anlatılıyordu. Sahipsizlik, parasızlık ve çaresizlik kadar dostluk, dayanışma ve cıvıl cıvıl neşeli zamanların da olduğu bir anlatıydı bu. Hayat gibi karmaşık ve hayat kadar dinamik yani…

Fakat ‘Dostoyevski karakteri’ diye bir sınıflandırma yapabilmemizi ya da bir ekol olarak Dostoyevski edebiyatından bahsedebilmemizi sağlayan kurucu metin ‘Yeraltından Notlar’dı. Bu kitapta ortaya çıkan insan tipi, kuşkusuz yazarın yaşama, topluma ve bireye dair felsefi perspektifiyle ilgili, bize çok güçlü bilgiler vermektedir. Dostoyevski’nin felsefi perspektifine geçmeden önce Çarlık Rusya’sının politik durumuna bakmak gerekecek.

19. yüzyıl ortalarında Rusya aynı Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük sancılar yaşamaktadır. Batıdan yüzlerce yıl önce esmeye başlayan burjuva devrimlerinin rüzgârı doğunun tarihi asyatik toplumlarına geç ulaşmıştır. 19. Yüzyıl batı için sınıflar mücadelesinin rotasını çizdiği, öncesinde başlayan iktisadi ilerlemenin epeyi yol aldığı, yalnız bu ilerlemenin sonuçlanacağı siyasal formasyon için adeta son rötuşların yapıldığı bir dönemken, doğu henüz rotanın ne olacağını tartışmaktadır. Oysa batının sermaye birikim rejimleri siyasal ve iktisadi rekabet neticesinde doğunun önüne dağ gibi bir modernleşme problemi koymuştur. Fakat doğuda bu ‘dağın’ patikalarını açacak sınıfsal bir itki bulunmamaktadır. Buna rağmen ekonomik gerilik ve siyasal çıkışsızlık hem Osmanlı’da hem de Çarlık’ta kimi yöneticiler eliyle çeşitli reformların yapılmasına yol açmıştı. Bu reformlar da doğal olarak destekçilerini ve muhaliflerini ortaya çıkarmıştı. Tarihin bu akışı muhalifler tarafından Osmanlı’da asrilik, Çarlık’ta ise nihilizm olarak adlandırılıyor, insanı köklerinden kopardığı ve değersizleştirdiği eleştirileri yapılıyordu.

Fakat batı modernleşmesinde de yolunda gitmeyen şeyler vardı. Batının rasyonel bir örtüyle idealize ettiği iktisadi ve siyasal formasyon baldırı çıplakların sefaletini gizlemeye yetmiyordu. Doğunun ilerici aydınları tarafından bakarsak, bu durum iki ülkede iki farklı strateji yaratmış gibi duruyordu. Osmanlı aydını zaruret gördüğü çağdaş medeniyetleri yakalama gayesine, baldırı çıplakları pek de işin içine katmadan, bürokratik mekanizmaların işleyişine yapacağı müdahalelerle ulaşmayı seçmişti. Rus aydını ise ‘toprağa dönüş’te karar kıldı. Batı kapitalizminin alt sınıflar için yarattığı sefalet ve Fransız devriminin eşitlik, özgürlük, kardeşlik idealleriyle hiç de örtüşmeyen toplumsal durum, Rus aydınını, batının çirkin yüzünü Rus topraklarında yeniden görmeden, başka tip bir modernleşmenin heveslisi yapmıştı. Bu hareketin temel gücünü köylülük oluşturacaktı. Rus ilerici-popülist hareketinin öncülerinden Herzen, Avrupa’yı kasıp kavuran 1848 devrimlerinin Rusya’da hiçbir etki yaratmamasını geleneksel Rus köy komünlerinin varlığına bağlamış ve Rusya’nın, toplumsal ilişkilerinin dayanışmacı dokusu ile, Batı kapitalizminden üstün olduğu düşüncesine ulaşmıştı.

İşte Dostoyevski yazarlık yaşamına bu çok çalkantılı yüzyılda, bir modernleşme taraftarı olarak başlamıştı. İlk romanı ‘İnsancıklar’ yayınlandıktan üç yıl sonra Çar I. Nikolay’a yapılacak bir suikast planına dâhil olduğu gerekçesiyle idam cezası almış fakat affedilmişti. Bu olayın Dostoyevski’nin yaşamında bir kırılma noktası olduğu yaygın bir görüştür.

İlk romanı ‘İnsancıklar’ın bireyleri ile ‘Yeraltından Notlar’ın bireyine bakıldığında bir kırılmanın yaşandığı oldukça nettir. ‘İnsancıklar’da toplumsal ilişkileri bağlamında ele alınan birey, bu sayede maddi-nesnel bir zemin üzerine inşa edilmiştir. Fakat sonraki yıllarda modernleşme karşıtı bir Slavcı haline gelen Dostoyevski, aydınlanma idealleri ve felsefi perspektifiyle bağını kopartarak, izole bireyin karanlık bilinçaltı dünyasına adım atmıştır.

‘Yeraltından Notlar’ın özellikle ilk bölümü modernleşme karşıtı edebi bir manifesto gibidir. Dünyanın rasyonel bir bakışla açıklanmasına karşı şöyle söyler başkarakterimiz: “Peki ama yüce Tanrım, herhangi bir nedenle bütün bu yasalardan, ‘iki kere iki dört’lerden hazzetmiyorsam. Bana ne doğanın yasalarından, aritmetikten, ‘iki kere iki dört’lerden? Elbette delmeye gücüm yoksa böyle bir duvarı alnımla yıkmaya çalışmayacağım, ama barışmayacağım da onunla(…)” [2]

Hümanizmin insan odaklı perspektifi ve buradan yola çıkan akla dayalı rasyonel toplum düşüncesi, Dostoyevski’ye göre insanı bütünlüğünden koparır ve doğal-toplumsal yasaların boyunduruğu altına sokar. Başka bir yerde çok daha açıkça vurgulanır bu: “Üstelik bilim ona şunu öğretmektedir: Gerçekte insanın iradesi de, kaprisi de yoktur, böyle bir şey hiçbir zaman da olmamıştır; o piyanonun tuşları veya orgun ayar vidaları gibi bir şeydir; öte yandan, yeryüzünde doğanın yasaları vardır; insanın yaptığı her şey, onun isteğine göre değil, doğa yasaları uyarınca kendiliğinden yapılmaktadır.” [3]

Aydınlanmacılara göre ise akıl her şeydir. İnsan kendi kendini düşürdüğü ergin olmama durumundan ancak aklını kullanma cesareti göstererek kurtulabilir. Bütün tarihsel ilerleme fikirlerin gelişimi ile olmuştur. Yanlış fikirlerden kurtularak, bilginin ışığı ile donanmak insanın evrensel kurtuluşunun yegâne yöntemidir. Aydınlanmanın insana ve tarihe bakışını anlatan bu yargılar açıkça idealisttir. Gerçekte insanın doğal-toplumsal tarihinin bir ürünü olan akıl, doğal-toplumsal tarihi şekillendiren temel itici güç olarak ele alınmıştır. Hegel’de gerçek dünyanın ‘idealar dünyasının’ görüngüsünden ibaret olması gibi… Marks bunda gerçekliğin ters yüz edilmiş biçimini görür ve şöyle der: “Gökten yeryüzüne inen Alman felsefesinin tam tersine, burada, yerden gökyüzüne çıkılır. Başka deyişle, etten ve kemikten insanlara varmak için, ne insanların söylediklerinden, imgelerinden, kavradıklarından ve ne de anlatıldığı, imgelendiği ve kavrandığı biçimiyle insandan yola çıkılır; gerçek faal insanlardan yola çıkılır ve bu yaşam sürecinin ideolojik yansı ve yankılarının gelişmesi de insanların bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle ortaya konulabilir.” [4]

Burada Aydınlanmanın başka tip bir eleştirisine geçebilir ve Dostoyevski düşüncesindeki paralellikleri ya da karşıtlıkları irdeleyebiliriz. En başta şu söylenebilir; Marksizm aynı burjuva devrimlere bakışında olduğu gibi, onun felsefi habercisi denebilecek Aydınlanma Çağı için de olumlu bir tutum takınır. Bu dönem hümanizmin olgunluk çağı olarak insanın evreni, doğayı ve toplumu açıklayabileceğine dair bir inançla şekillenir. İnsanın kilise dogmalarından, bağnazlıktan, evrene bakışındaki metafizik zincirlerden kurtuluşu elbette marksizm açısından olumludur. Fakat asla yeterli değildir. Marksizm aydınlanma aklının ve hümanizmin burjuva sınıf çıkarları ile sınırlı olduğunu erken bir dönemde saptamıştır. İnsana ve tarihe idealist bakış, gerçek insan özgürleşmesinin koşullarını yaratmamaktadır. Alman felsefesindeki bu perspektif ile ‘Kutsal Aile’ ve ‘Alman İdeolojisi’ eserlerinde Genç Hegelciler şahsında hesaplaşılmıştır. Gökyüzünün efendisine karşı radikal bir savaş açmak ancak bu efendinin yeryüzündeki gölgelerine ve onları yaratan koşullara bakmamak Marks ve Engels için lafazanlıktan başka bir şey değildir. ‘Kutsal Aile’de şöyle yazarlar: “Fikirler asla bir eski dünya düzenini aşamaz, fakat sadece eski dünya düzeninin fikirlerini aşabilir. Fikirler hiçbir şeyi hayata geçiremez. Fikirleri hayata geçirebilmek için pratik kuvvet uygulayabilecek insanlara ihtiyaç vardır.” [5] Felsefe lafazanlıktan ibaret kalmayacaksa kitlelerle buluşmalıdır. İnsan özgürleşecekse etrafını saran karanlığın zeminini görmeli ve ortadan kaldırmalıdır. Kısaca ifade edersek, aydınlanmanın; doğadaki, tarihteki ve toplumdaki süreç ve ilişkilerin, aklın yol göstericiliği ile bilinebilir olduğu iddiası — ki bu ünlü 11. tezdeki dünyanın çeşitli biçimlerde yorumlanmasına karşılık gelir — marksizme yetmemekte esaret ilişkilerini yaratan nesnelliğin radikal bir şekilde dönüştürülmesi gerekmektedir. Çünkü marksizme göre insan, aklın egemenliğini tanımadığı, yaşamını rasyonel bir biçimde kurmadığı için değil, yaşamını koşullayan üretici faaliyet içindeki asli rolü, mülkiyet ilişkileri neticesinde bir tutsaklığa dönüştüğü için özgür değildir. Aydınlanmanın ‘akıl krallığının’ Engels tarafından çizilen portresi ise şöyledir: “Gün ışığı, aklın krallığı ile ilk kez ortaya çıkmıştı; o andan itibaren, boş inancın, haksızlığın, ayrıcalığın ve baskının yerini ebedi hakikat, ebedi adalet, doğaya dayalı eşitlik ve devredilemez insan hakları alacaktı. Artık biliyoruz ki, aklın bu krallığı, burjuvazinin idealize edilmiş krallığından başka bir şey değildi; ebedi adalet gerçek yaşamda burjuva adalet olarak ortaya çıktı; eşitlik yasa önündeki burjuva eşitliğine dönüştü; burjuva mülkiyetinin en temel insan haklarından biri olduğu ilan edildi (…)” [6]

Dostoyevski’deki aydınlanma ve ondan kök alan modernleşme eleştirisinin ise marksizmdeki ile pek de ilgisi yoktur. Slavcı bir modernleşme karşıtı olarak Dostoyevski aydınlanma iddialarının karşısına onlara gerçek anlamını verecek sınıfsal bir zemin sunmak yerine, köklerine, geleneğe ve dine, yani premodern ilişkilere tutunur. Marksizmin materyalist eleştirisi yerine o, aydınlanmanın karşısına uçsuz bucaksız bir öznelcilikle çıkar. Kitabın bir yerinde Kleopatra’nın, kölesi olan kadınların memelerine altın iğneler batırarak, onların çığlıklarından duyduğu zevk anlatılır. Dostoyevski bu örnek üzerinden modern toplumun gidişatına dair şöyle yazar: “(…) işin kötüsü o zaman altın iğnelere sevinenler bile olacaktır belki. Doğru aptaldır insanoğlu, hem de inanılmaz derecede (…) gelecekteki mantıklı yaşamın ortasında bayağılığı ya da daha doğrusu, bağnazlığı, alaycılığı, yüzünden okunan bir centilmen durup dururken ortaya çıksa, ellerini kalçasına koyup bizlere ‘ Ne dersiniz baylar, sırf bütün bu logaritmacılar cehenneme gitsin diye, mantık denen şeyi bir tekmede yok edip gene o eski aptallığımızla başımıza buyruk yaşasak nasıl olur?’ diye sorsa hiç şaşmam! Bu bir şey sayılmazdı bile, asıl utanılacak olan, onun kendisini izleyen çok insan bulacağının kesin olduğudur (…) insan (kim olursa olsun) her zaman, her yerde, mantığının ve çıkarının ona emrettiği gibi değil, canının istediği gibi hareket etmeyi sever.” [7] Başka bir yerde ise yine mantığın karşısına insan arzularını koyarak şöyle yazar: “Evet, gerçekten de günün birinde isteklerimizin, kaprislerimizin, nereden geldiği, yani nere bağlı olduğu, özellikle, hangi yasalara göre oluştuğu, nasıl geliştiği, şu veya bu durumda nereye yöneldiği vb.vb… Yani gerçek matematik formül… Bulunursa insanoğlu belki o zaman istek duymayı bile bırakacaktır.” [8]

Dostoyevski yaşamın akışıyla, tarihin mantığıyla, maddenin doğasıyla yüzleşmek istemez. Bu nesnelliklerin tümü belirli düzeylerde yasallıklar oluşturan örüntülerden ibarettir. Bunları bilir aslında Dostoyevski ve onun yeraltı insanı, mantığın iyi olduğunu, doğanın kimi yasalarının öğrenilebileceğini kabul eder ama sonunda şunu da söyler: “Mantık iyi bir şeydir, kimsenin kuşkusu yoktur bundan. Gelgelelim, yalnızca bir mantıktır, işte o kadar ve ancak insanın düşünme yeteneğinin gereksinimini giderir; oysa istek hayatın her şeyidir.” [9] İstek, arzu ve bazen de saçmalama özgürlüğü insanı insan yapan, hayatı yaşanılabilir kılan temel şeylerdir, Dostoyevski’ye göre. Onu varoluşçuluğun ilk düşünürlerinden sayan yorumlar boşuna değildir. Çağdaşı ve varoluşçu felsefenin kurucusu sayılan Kierkegaard da Dostoyevski’yle benzer düşünür: “ Özgürlük ancak akla rağmen elde edilir. Özgürlüğün elde edilmesi için akıl yalnız gereksiz değil, aynı zamanda özgürlüğü olanaksız kılan bir zorunluluğun ortamıdır da.” [10]

Burada bir ara sonuca varabiliriz; özgürlüğü, zorunluluğun bilince çıkarılmasında görmek ile zorunluluktan kurtulmada görmek karşı karşıyadır.

Dostoyevski eleştirisinde sadece öznellikle, bilinçaltıyla, arzularla sınırlı kalmaz. Bazen pratik yaşamın oldukça nesnel görüngüleriyle de muhalefetini sürdürür. Uygarlığın insanı yumuşattığı, daha az kan döker yani daha insancıl hale getirdiği iddiasına karşı şöyle yazar: “(…) çevrenize bir bakıverin: kan nehir gibi akıyor, hem de neşeyle, şampanya gibi (…) Peki, neyimizi yumuşatıyormuş uygarlık? Uygarlık insanı daha çok kan dökücü yapmadıysa bile, en azından, eskiden olduğundan daha iğrenç, daha kötü bir kan dökücü yapmıştır.” [11] Pratik yaşamdan yola çıkan bu eleştirinin marksizmin eleştirisi ile paralellik taşıdığı düşünülebilir. Zaten Dostoyevski’nin eserlerinin olay örgüsü — her ne kadar günümüzde salt bir bilinçaltı kazısı olarak gösterilmeye çalışılsa bile — pratik yaşamdaki çeşitli ezilme biçimleri, adaletsizlikler, yokluklar ile kurulur. Fakat yukarıda alıntılanan uygarlık eleştirisi soyut bir ‘insanlık’ nosyonu üzerinden yapılmıştır. Savaşın, kan dökmenin, ezilme ilişkilerinin kurumsallaştığı köleci düzen ve bu düzenden günümüze kadar ulaşan, sınıf egemenliğine dayalı yapısı göz ardı edilmiştir. Marks ve Dostoyevski de farklı içerikler kazanan uygarlık eleştirisinin bizi götürdüğü kavram ‘yabancılaşma’ olacaktır. Uygarlık ya da modernleşme, insanı -ya da Dostoyevski için Rusları- özünden koparır, doğal durumundan başka bir biçime sokar. Dostoyevski’de etik bir zeminden yola çıkan eleştiri, Marks’ta yine maddi bir zemine, üretici faaliyet zeminine oturur, ayrıca bu, modernleşmeden çok daha önce başlayan bir süreçtir. Çünkü insanı, kendi bilinçsiz etkinliğinden ibaret olan hayvanlar âleminden ayıran ve kendi kendinin nesnesi haline getirip, kendi varlığını bilinçli şekilde inşa etmesini sağlayan şey üretici faaliyettir. Biyolojik varlığını sürdürebilmek için üretmek zorunda olan insan, ürettikçe doğal durumundan ayrılmış, sosyal-kültürel bir varlık olmuştur. Marks bu tarihsel gelişimin ardından Rousseau gibi ağıt yakmaz, insanın, doğanın ona koyduğu sınırların ötesine geçmesi, türümüzü gezegenin en dinamik, en bilinçli canlısı haline getirmiştir. Fakat ortada ağıt yakılması gereken bir şey varsa, o da, insanı insan yapan emek nesnesinin ondan çekip alınmasıdır. Yabancılaşmayı doğuran temel de buradadır. Doğadan özgürleşen insan, özel mülkiyet aracılığı ile kendi emek ürününe zincirlenmiştir artık. İnsan varlığını temellendirmek için üretmez, sadece üretmek için var olur. İşte modern burjuva uygarlığı, yabancılaşmayı, meta ilişkisini genelleştirip, derinleştirerek en uç noktasına taşıdığı için eleştirilir marksizmde.

Dostoyevski’de yabancılaşma ise geleneksel değerlerden kopuşla ilgilidir. Politik-ekonomi ya da emek süreci onun perspektifi dışındadır. Ona göre Rusya’nın özgünlüğü vardır ve Avrupa kültürü bu özgünlüğü yok edecektir. Şöyle der ‘Yeraltından Notlar’da: “(…) oysa bizim romantiklerimizin özelliği, başı yıldızlarda Avrupalı romantiklerin özelliğiyle taban tabana zıttır; ve Avrupa’nın hiçbir ölçüsü bizimkilere uygulanamaz.” [12] Doğu toplumları ile batı toplumları arasında kültürel farklar olduğu neredeyse herkesin kabul edebileceği bir gerçektir. Örneğin doğuluların daha bütüncül bir bakış açısına sahip olduğu, nesneler arası ilişkilere dikkat ettiği, topluluğu daha çok önemsediği; batılıların ise analitik ve parça odaklı perspektife sahip oldukları, ilişkisellikten çok tekil nesneye odaklandıkları, çeşitli deneylerle görülmüştür. Zihin yapısından çıkıp, sosyal yapılara bakarsak burada da büyük farklılıklar görürüz. Marksizmde tanımlandığı haliyle batı feodalitesi ile Aysa Tipi Üretim iki ayrı üretim biçimini ve iki ayrı toplumsal ilişkiler bütününü gösterir bize. Fakat yine — postmodern kültürel görecelilik yanlıları hariç — çoğu kişi, bu farklı kültürlerde de eleştirilmesi, yok edilmesi gereken, insanlığın bugünkü gelişmişlik seviyesine hiç de yakışmayan yanlar bulunduğunu inkâr etmez. Ayrıca bu farklılıkların yanında birçok evrensel nitelik de taşırız. Örneğin en temelde biyolojik varlığımızı sürdürme çabası ve buradan yola çıkarak evrimsel süreçte geliştirdiğimiz sosyal bağlar ortaktır. İnsan yavrusu, diğer canlılara göre o kadar erken doğar ki, gelişiminin büyük kısmını anne karnında değil, dışarıda geçirir ve bu biyolojik handikap bizi, doğuda da, batıda da daha komplike sosyokültürel ilişkilere zorlar. Yine üretici faaliyet bizim evrensel özümüzdür, hiçbir kültürün bu faaliyeti yok sayarak yaşaması mümkün değildir. “İnsan topluluklarının ‘yalnız ekmekle yaşayamayacakları’ açıktır. Fakat eğer, ‘Tanrının ağzından çıkan her söz’, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak, bu sözleri kutsal bulan toplumun gelişmesine ve biyolojik ve ekonomik refahını artırmaya yaramazsa, o toplum eninde sonunda Tanrısıyla birlikte yok olur.” [13] İnsanı, sopanın ucuna sivriltilmiş bir taş parçasının bağlanmasının, kendisini avcılıkta daha avantajlı bir konuma getirdiğini gördükten sonra, bu imkândan münezzeh tutacak bir güç yoktur. Doğu toplumları ‘Tanrılarıyla’ birlikte yok olup gitmemek için, daha gelişkin bir üretim faaliyetine ve bundan doğan sosyal ilişkilere uyum sağlamışlardır. Dostoyevski’nin ‘arzularının’ ve ‘saçmalama özgürlüğünün’ Rusya’ya Kırım savaşını kazandırabileceğini sanırım Dostoyevski’nin kendisi de iddia edemez. Ormandan savanaya çıkan insanın, beynini geliştirmek zorunda kalması gibi, yırtıcı kapitalistlerle savaş meydanına çıkan Rusya ve Osmanlı da üretim ilişkilerini geliştirmek zorunda kalmıştı.

Sonuç olarak, ‘iki kere iki dört’lerden hoşlanmayan ve ‘iki kere iki beş’i de sevimli bulan Dostoyevski’nin Slavcı yargıları tarihin güçlü rüzgârına fazla dayanamamıştır. Tarih, bu kan deryası uygarlığını, milyarlarca insanı aç bırakan uygarlığı, gelişiminin ilk evresindeki ilerici değerleri içererek aşmaktan daha iyi bir yol göstermemiştir. Yabancılaşmanın aşılması, bireyin özgürleşmesi buna bağlıdır.

Yine de büyük yazardır Dostoyevski. Akla düşmanlığına, bireye bakışındaki varoluşçuluğu çağrıştıran öznelciliğine, Narodniklerde mülkiyet rejiminden doğan ‘Rus özgünlüğünün’ onda yine bir maddi temele sahip olmamasına rağmen büyük yazardır. Bence büyüklüğünü yarattığı karakterlerden çok, onları yerleştirdiği olay örgüsünden ve onların çıkışsızlıklarını hiçbir zaman inkâr etmemesinden alır. Taraf tutmaktan ve bize bunu açıkça göstermekten hiç geri durmaz ama tarafında olduğu karakterin karşısında, onun tutarsızlıklarını ve hatalarını yüzüne vuran güçlü karakterler yaratmaktan da çekinmez. ‘Karamazov Kardeşler’de bu durumun çokça örneği vardır. Bu yüzden felsefi ve politik olarak dünyanın ilerici insanlarının tarihinin bir parçası olmamışsa bile edebiyat tarihinin en büyük yazarlarından biridir.

Emre Fidan

[1] Stefan Zweig, Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski, İş Bankası Kültür Yayınları, 2016

[2] Fyodor Dostoyevski, Yeraltından Notlar, Can yayınları, Haziran 2020, s.21

[3] A.g.e., s.33

[4] K. Marks — F. Engels, Alman ideolojisi [Feuerbach], Sol Yayınları, Temmuz 1992, s.42

[5] Aktaran; August H. Nimtz, Demokrasi Savaşçıları Olarak Marx ve Engels, Yordam Kitap, Haziran 2012, s.21

[6] Friedrich Engels, Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişmesi, Yordam Kitap, Aralık 2018, s.56

[7] Fyodor Dostoyevski, A.g.e., s.34

[8] Age, s.35

[9] Age, s.36

[10] Aktaran; Pyama P. Gaidenko, Marksizm Varoluşçuluk ve Birey, De Yayınevi, Kasım 1966, s.37

[11] Fyodor Dostoyevski, A.g.e., s.32

[12] Age, s.56

[13] Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Kırmızı Yayınevi, 2009, s.28

(Bu yazı Yeni Gelen dergisinin Ekim 2020 tarihli sayısında yayınlanmıştır)

--

--