“Mor Yıllar”

Sevde Eroğlu
Türkçe Yayın
Published in
4 min readDec 22, 2020

‘Sosyolojik bir inceleme’

1985 yapımı olup yönetmenliğini Steven Spielberg’in üstlendiği “Mor Yıllar” filmi, çekilme tarihi her ne kadar 1985 olsa da anlatmak istediği yıllar 1900’lerin başı ile başlayıp 1950’lere kadar süren bir hikayeyi kapsamaktadır. Kadının kadın olmaktan dolayı maruz kaldığı ayrımcılık ve günümüzde de sıkça rastladığımız ‘kız kardeşlik dayanışması’, kadınların kolektif güçlenmesi gibi mesajlarının işlendiği bir metine sahip olmaktadır. Bu film, Kırılgan gruplar arasında yer alan kadın, çocuk ve zenci olmanın zorluklarının işlendiği bir temaya sahiptir. 1970’ler ile mikro yapının önem kazanması, 2.Dalga Feminizmin ve kadın hareketlerinin de ön plana çıkmasının etkisiyle böyle bir temada film çekilmesine etki yaratabilmiştir.

Photo by Fabien Lebre on Unsplash

Kadın olmanın zor olduğu bir çağda siyahi bir kadın olmanın daha da zor olduğu filmde gözler önüne serilmektedir. Film iki küçük kızın hikayesi ile başlar, Nettie ve Celie.

Celie 14 yaşında bir kızken babası tarafından iki kez hamile bırakılışının ardından çocukları yine babası tarafından başka bir aileye para karşılığı verilmektedir. Ardından da Celie, başka bir siyahi erkek ile evlendirilme adı altında bir meta sunar şekilde sunulup ev işleri, çocuk bakımı yani dişil becerilerini kullanacağı işler görmesi amacıyla ‘satılmıştır’. Satılmıştır denilmektedir çünkü eşi tarafından bir ücretsiz ev işçisi olarak kullanılmak, insan yerine konulmadan, duyguları önemsenmeden, rızası dışında bir ilişkiye zorlanacağı bir hayata mahkûm edilerek adeta o eve bir köle olarak alınmaktadır. Geldiği ev, mekân olarak ev denilebilecek bir konuma sahip olmayan, ortalarda farelerin gezdiği, kirli, dağınık bir alandır. Celie’nin o eve gelmesi yani ‘kadın emeğinin değmesi’ sonucu orası yaşanılacak bir mekân haline gelmiştir. Buna karşılık hayatta tek sevildiğini hissettiği kişi ile (Nettie) zorla ayrı tutularak, evde tek bir söz hakkı olmadan üzerinde eril tahakküm ve şiddetin uygulandığı, kısaca insan yerine konulmadığı bir yaşam sürmekteyken tanıştığı Sofia karakteri ile hayat akışı değişmektedir. Bunu ise ‘benim tek bildiğim hayatta kalmak, mücadele etmek değil’ sözünü tanıştığı iki güçlü kadın karakteri ile artık mücadeleci bir karakter haline gelmesiyle anlayabilmekteyiz. Bu sebeple film Sofia ve Shug karakterlerinin hayatına girmesi olarak iki parça halinde ele alınmalıdır.

Filmde dikkat çeken ilk nokta kardeşi Nettie ile birbirlerinden ayrılırlarsa haberleşebilmek için okuma-yazma öğrenmeleri ve okudukları kitabın ‘Oliver Twist’ olmasıdır. Bu kitapta da benzer bir hayatı yaşayan Oliver’ın çocukken yaşadığı hayatın zorluklarına karşı inancı ve hayata dört elle tutunarak üstesinden gelmesi konu edinmektedir. Yazma eyleminin sadece bir iletişim faaliyeti olarak görülmemesi gerektiğini söylemeliyiz. Yazmak aynı zamanda geriye dönüp baktığımızda bize geçmişi hatırlatan bellek, hafıza görevi görmektedir. Filmde de mektupların saklandığı sandık geçmişi muhafaza eden bir hazine imgesini taşımaktadır.

Bir diğer nokta okuma-yazma öğrenirken her eşyanın üzerine isimlerinin yazıldığı sahnedir. Burada da her ismi okurken gökyüzü kelimesine gelince eşi Albert’ın gelerek bu kelimeyi okuyamaması ve daha sonra temizlik yaparken bu yazının yine karşısına çıkması aslında bu kelimenin özgürlüğünü simgelediği, bu özgürlüğün ise eşi Albert tarafından elinden alındığını imgelemektedir. Albert ve çocuklarının yaşadığı habitusa bakıldığında Bourdieu’nun kavramsallaştırdığı tahakküm- itaat ilişkisinin Albert’ın babası tarafından Albert’a, ondan ise kendi çocuklarına yeniden üretildiği göze çapmaktadır. Habitusunda öğrendiği pratikleri yani ‘erkek dediğin güçlü olur, eşine söz geçirir, eşini döver, eşi ona hizmet ve itaat etmeli, karşılık vermemeli’ algısını yani hegemonik erkeklik tutumunu içselleştirerek artık istemsiz şekilde uygulamaya başlar ve hayat pratiği haline getirir.

Aynı zamanda Celie karakterinde bu dünyanın fani olduğu, çektiği çilelerin karşılığını ebedi dünyada alacağı düşüncesi yani, Weber’in bahsettiği kalvinistlerin kaderci anlayışı bulunmaktadır. Albert’ın oğlunun evlendiği Sofia karakteri kendisin üzerinde baskı kurdurtmayan, geçmişte yaşadığı tahakkümü artık sürdürmemek için kendisinin tahakküm kuran bir karakter haline gelmesiyle Celie’nin tam olarak zıt bir halini yansıtmaktadır. Asıl olarak Celie’nin hayatı kocasının âşık olduğu Shug karakterinin hayatlarına girmesiyle değişime uğrar. Shug, şarkıcı, bakımına ve güzelliğine önem veren, baskın bir yapıya sahiptir. Daha önce Celie’nin yaşamadığı duyguları, çekinmeden gülmeyi, sevilmeyi, güzel olduğunu hissetmeyi, değerli olduğunu ona hatırlatarak, prangalarını yıkmasını sağlamaktadır. Daha önce hiçbir şey hissetmeyerek, isteği dışında girdiği tüm ilişkileri saymayarak ona ‘sen bakiresin’ demesi filmde diğer dikkat çekici nokta olmuştur.

Filmde vurgulanmak istenen siyahilerin toplumda yaşadığı Goffman’ın kavramıyla ’Damgalanma’ olayı, beyazlar tarafından Siyahilerin her daim suçlu sayılması, şiddetin onlar için hak görülmesi, iktidar tarafından haklarının olmayışı, eğitimden de bilgiden de yoksun kalmaları ve dışlanmaları, ancak enformel işlerde çalışarak beyazların evinde hizmetçi, çiftçi olabileceği görüşleriyle sıkça görülmektedir.

Filmin sonunda Celie karakterinin artık kocasının baskısına katlanmayı reddetmesi, kardeşi Nettie’nin ona gönderdiği mektuplar ile çocuklarının yaşadığını öğrenmesi sonucu olmuştur. Bu reddin ardından Shug ile başka şehre gidip bir terzi dükkânı açarak kurduğu işiyle ekonomik anlamda güçlenmiş, çocuklarına kavuşmasıyla da yaşayamadığı sevgi hissi ve özgürlük duygusuna sahip olabilmiştir. Aynı zamanda Celie’nin evi terk etmesi sırasında kocasının ona ‘çirkinsin, siyahsın, fakirsin, yalnızca bir kadınsın! Hiçbir şeysin’ sözlerini kullanması ve siyahi bir kadın olarak asla toplumda yer edinemeyeceğini, asıl olarak ona bağımlı olduğunu ifade ederken aslında kendisi hiçbir işini kendi halledemeyerek ona bağımlı hale gelmiş bir birey olmaktadır. Bunu da gidişinin ardından yaşadığı evin yine yaşanamaz hale gelerek bir kümesten farksız durumda olması ve kendine bakamamasıyla anlayabilmekteyiz.

En son ise kardeşiyle giydikleri mor elbiselerle mor çiçekler içinde kavuşmaları ve mor renginin toplumda kadını ve kadın dayanışmasını simgelemesi üzerine filmin adı ayrı bir öneme sahip olmaktadır. Kısaca bu film bizlere hissetmenin, sevilmenin güzelliğini ‘her şey sevilmek için vardır’ mesajıyla ve bir kadın olarak, özellikle dezavantajlı grupta yer alan bir kadın olarak toplumda var olabilmenin, sayılmanın zorluğunu, mücadelesini ve önemini bir kez daha hatırlatmıştır.

--

--