MUTLULUK YA DA...

Birsen Bağcı
Türkçe Yayın
Published in
5 min readMar 15, 2023
Photo by Aleksandr Ledogorov on Unsplash

Doğu geleneğinde mutluluğun dert sahibi olmakla, ehli hüzün olmakla özdeş tanımlanan bir tarafı vardır. Hepimiz, akşam birbirlerinden ayrılırken “Allâh sana dert versin” diyen bir neslin torunlarıyız. Derdi olana da “Allâh derdini artırsın” derler. Bunları bugünkü değer yargılarımızın ölçüsüne vurduğumuzda zannediyorum ki bir akıl tutulması olarak değerlendirilebilir...
Acaba atalarımızın aradıkları, dertten kasıtları neydi?

Bir gece kulübünde, bir gece yarısı, yüksek volüm müziklerle çılgınca dans etmek acaba mutluluk mudur? Belki deşarj olmak diyenler olabilir bunu bir yere kadar anlayabilirim bu çağda...
Eskilerden bir âlim zat, bir uzak memlekete dervişini yolcu ederken “nerede bir mahsun görsen, ona benden selâm söyle” dermiş. Bir gün âlim vefat ettiğinde, onsuz kalan sevenleri “bugün yeryüzünden hüzün gitti” diyerek üzüntülerini anlatabilmişler...

Peki sürekli bir huzur, mutluluk arayışı içinde olmayı nereye koyabiliriz? Dücane Cündioğlu, bu konuya şöyle atıfta bulunuyor: “İnsanın halinden huzur duymasında zekâ düşüklüğünden bir pay vardır. Bir insanda idrak mutlak anlamda gerçekleştiyse, onun halinde huzur değil ancak hüzün gerçekleşmesi gerekir” diyor... Modern zamanlarda acaba hepimiz, çokça kahkaha atan birer depresife mi dönüştük diye şüpheye düşmüyor değilim... Ama belki de bu kafa karışıklığından ötürü çok daha yeni çok daha güzel bir gezegene ulaşacağız, bu ihtimal de var.

Çoğu zaman hepimiz, doğru bir yere ulaşmak için pek çok yanlışı ardı ardına yapabiliyoruz. İnsan olmanın bir gereği acizlik olduğundan, düşe kalka yola devam edebilmek uçuruma yuvarlanmaktan koruyor belki de.
Aslında insan, yaşamında taşları yerli yerince oturtmaya başladığında anlıyor ki temel mesele mutlu olmak değil, temel mesele bir derdi olmak. Bir dert ile yaşamak ama o derdinde kendisini olumlu bir yere taşımasını beklemek. Yani, bir derdi olup o dertle sarhoş olmak, o derde tapınmak, değil, o dert ile daha sağlam, daha sahici, kendine, kendi özüne sadık olabilen, kendi imkânlarınızı daha çok gerçekleştirebilen, içindeki saklı ben’i açığa çıkarabilen daha üst bir varoluşa taşıması...

Mutlu olmak tek başına bir hedef değildir. Psikoloji çalışmaları da mutluluğu kovalayan insanın mutlu olamadığını söylüyor bizlere. Mutluluk, sevdiğimiz bir uğraşın tutku ile heves ile takip ettiğimiz bir ülkünün peşinde koşarken, omuzlarımıza gelip konuveren bir kelebek gibi. Tek bir gün süreceğini bilsek dahi umudu diri tutan bir kelebek. Hayatı, kederleriyle, düşüşleriyle, iniş ve çıkışları ile yaşamazsak o hayatın bize kattığı, bize öğrettiği ne olabilir?

Her şey mefhumu muhalifi ile açığa çıkar. Hastalık sağlık ile, varlık yokluk ile, ışık karanlık ile anlamlıdır. İnsanın hayatında da acı ve ıztırabı kovduğumuz zaman bir anlam üretilemiyor. Çünkü insan kendi hikayesini, o acı tepelerini, acı dağlarını nasıl fethettiği ile hayat hikayesini yazıyor. Yenilgi ve zaferleri ile...
Sezai Karakoç’un “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” dediği mısra gibi...
Bazen de sahte varoluşlar ile gizli bir narkozun pençesinde debelenip duruyoruz. Kimimiz ekranlar başında uyuşarak, hız ve haz peşinde koşarak, bazen kendimizi çok önemli sayarak o toplantıdan bu toplantıya koşarak, kimimiz paralarımızı istifleyerek, kimimiz makamlarımızı yücelterek bir şekilde kendimizi uyuşturuyoruz. Bütün bunlar kaçış stratejileri, iltica ettiğimiz sahte emniyet barınakları. Orada var olduğumuzu, biz olduğumuzu zannediyoruz.

Gestalt psikolojisinde ilginç bir egzersiz yapılır. Yaşamın için değerli saydığın her şeyi at, kariyerini, hocalığını, eşliğini, anne ya da babalığını, maddiyatını, kısaca sizi dünyaya bağlayan, sizi bu dünyada güvende ve güçlü hissettiren işaretleri bir bir attığınızda sizden geriye ne kalıyorsa, siz aslında osunuzdur. Çıplak varoluşunuzda temsil ettiğiniz değerler, ilkelersinizdir. İnsan her şeyini kaybettiğinde kendisinden geriye kalan değerleri ile yaşama tutunabiliyor, yaşamını yeniden, yeniden ve yeniden anlamlı hâle getirebiliyor ise bahtiyar odur...

Aslında “bizi mutsuz ya da mutlu eden yaşadığımız olaylar değil, yaşadığımız olaylara verdiğimiz anlamdır.” Bazı insanlar olumsuz bir olay yaşadığında “neden benim başıma geldi, ben bunu hak etmiyorum, kimseyi üzmedim, karıncayı bile incitmedim” diyerek yakınır...
Soruyu değiştirmek lazım... Neden benim başıma gelmesin? Ben Allâh’ın seçilmiş kulu muyum, başka insaların paylaştığı kader neden bir gün bana da pay ayırmasın...
İki ayrı bakış açısı...
Bu benim başıma geldi, ben buradan bir şeyler öğrenerek, ders alarak, bundan sonrası için elimden geldiğince çaba harcayarak yoluma devam edeceğim demekte bir bakış açısıdır...

Bu benim başıma neden geldi Allâh kahretsin demek, karaları bağlamak, depresif ve sürekli bir huzursuzluk hâli ile yaşamakta bir bakış açısıdır. Verdiğimiz anlam ruh halimizi belirliyor. Acının acıtarak, kanatarakta olsa yaşayarak geçip gitmesine izin vermek ya da acıya kendimizi kelepçelemek, kurban psikolojisinde yaşamak, kendimizi hep bir acı insanı olarak takdim etmek. Kibir bazen yaralarımıza saklanır. Kendini sürekli bir acılar yumağı olarak tanımlamakta gizli bir kibir olabilir...

“Mutlu ol, bu bir emirdir” isimli bir kısa film vardı. Filmin adına atıf ile böyle bir diktatörlük altında yaşadığımız zannına kapılmıyor değilim. Her an mutlu olmak, her an ağzı kulaklarında yaşamak zorunda değiliz. Mutluluk, insan akış halinde yaşarken kendiliğinden gelen bir duygudur.
Mutlu değilsen ve olamıyorsan normal bir insan değilsin, bütün olumsuz duygulardan kurtulmak zorundasın, asla üzülmemelisin...

Bütün bunlar son zamanların meşhur palavralarından. Özellikle kişisel gelişim kitaplarının baskı sayısını artıran gizli mutluluk tuzakları. Dolayısıyla hüzün, yalnız ve yalnız hissederek yaşayanların semtine uğrayan erdemli bir duygudur. Ayıp ya da günah değildir. Bilakis hüzün, mayası toprak olan insanoğlunun, yeşerip çiçek açması için üzerine yağan yağmur taneleridir...
Hüzün, toprağın ışkınlarını patlatıp çiçekler vermesi için, çatlak damarlarına dolan sudur...
İnanan, değerleri olan bir insan için bu dünya üzerinde sonsuz olan hiç bir şey ve hiç bir duygu yoktur...
Mutluluk ve mutsuzluk, keder ve öfke, sevinç ve gözyaşı...
“Bu da geçer ya hû. “
İnsan yaşamı bazen de psikanalist Karen Horney’in dediği gibi “ hayatın kendisi en etkili terapisttir.” Bazen yaşadığımız olumsuz hadiseler de bizi iyileştirir. Bazen en büyük kayıplar ile de farkında ya da farkında olmadan maddi ya da manevî büyük kazançlar elde edebiliriz. Bazı şeyleri biliriz, okuruz, duyarız ya da izleriz ama anlamına oturtup hayata uyarlayamayabiliriz. Fakat hayatta bir olayla karşılaşırız, bir şeyler yaşarız ve bazen ancak böyle can bulur farkındalıklar. Ancak içinden geçerken anlam bulur havada asılı duran cümleler ve kendini açıverir...
Bir anahtarın, doğru kilidi bulduğunda açması gibi.
Bazı mutsuzluklar, büyük mutlulukların miracı olabilir.
Neyzen Tevfik’in “ıstırabın sonu yok, bu âlemde geçer” dediği gibi...
Hayatta bazen biz hesap etmeden iyilikler ve güzellikler de gelip bizi bulabilir...
Tıpkı kötülükler gibi.
İnsan her iki duruma da gebe...
Teslim ol ki rahat edesin...
Yunusça bir bakış ile yaşamak belki de.
Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim dediği gibi...
Hepsi insan için, hepsi insana dair...

Selâm ve dua ile
Birsen BAĞCI
Kaynakça
Sezai Karakoç
Neyzen Tevfik
Karen Horney
Dücane Cündioğlu
Gestalt terapi ekolü
Yunus Emre Divanı

--

--

Birsen Bağcı
Türkçe Yayın

Hiç profesörü ❤️ Hacettepe Üniversitesi 🎓