Breaking the Waves (Dalgaları Aşmak) — Lars von Trier

Nezaket ve Budalalık

Merhametten Tanrısal Sevgiye

Osman Tırak
Published in
7 min readJun 8, 2022

--

“Suç ve Ceza’da ana karakter Raskolnikov, bilinen ahlakın ötesine geçip daha faydacı bir sonuç çıkarmayı başaran büyük insan fikrinin hayalini kurarken, ağır bir kağnıyı çekemeyen yaşlı bir atın dövüldüğünü hatırladığı bir rüya görmektedir. Atın etrafındaki kalabalık, durumdan rahatsız olsa da, ölmekte olan atın yanına koşarak başına sarılıp onu öpen genç Raskolnikov’dan başka kimse bu insanlık dışı davranışa tepki göstermez.

Bu sahne Dostoyevski’nin gençliğinde kardeşi Mikhail ile seyahat ederken karşılaştığı ve onda derin izler bırakan gerçek bir olaydan esinlenmiştir.

Nietzsche, 3 Ocak 1889'da Turin’deki Piazza Carlo Alberto’da bir fayton atının herkesin içinde vahşice kırbaçlandığını görür. Koşup atın boynuna sarılır. Bu hareketle birlikte akıl ve beden sağlığı tamamen çöker.” 1

The Idiot — Akira Kurosawa

Nezaket, haysiyet kavramı ile doğrudan ilişkilidir. (Haysiyet konusunu bu yazıda daha önce irdelemiştik.) Haysiyetin tanımını Dücane Cündioğlu’ndan ödünç almıştık: İnsanın kendine verdiği değer. “Gururu vakur, kibri ise tevazu dengeler.”2 Bu bağlamda, haysiyet kişinin öz değerini ve acziyetini akılcı bir potada eritmesi olarak tanımlanabilir.

Onu, itibar ile karıştırmamamız lazım. İtibar (yine itibarlı olan) başkalarının bize verdiği değerken, şöhret de avamın verdiği değerdir. Şöhretin kimlik ve değerli görünme, itibarın kişilik ve değerli hissetme, haysiyetinse kendilikle ve değerli olmayla örtüştüğünü söyleyebiliriz.

Peki nezaket neden haysiyetle ilişkili? Bunu, tanımlamanın negatif tarafından yola çıkarak bulmaya çalışalım. Nezaket ile kibarlık aynı şeyler değildir. Kibarlık, yapay hatta bazen yapmacık bir davranış, hitap veya ritüel biçimidir. Ve daima başkalarına karşı kullanılır. Bir mesafe ve dolayım içerir. Tek bir kaşık ve çatalla yeme olanağı varken, çok sayıda çatal ve bıçak kullanmak bir kibarlık ritüelidir. Bir kişiye “sen” yerine “siz” diye hitap etmek, “içeri gir” demek yerine “hanımefendiler buyurmazlar mı?” şeklinde dolayımın ve mesafenin çeşitlerinin zorlandığı soru kalıplarını kullanmak da kibarlıktır. İnsanlarla iletişimde, “sebepsiz yere” gülümseyerek diyalog kurmak, aslında fiziksel bir gereksinim olmamasına rağmen birisine kapıyı açmak veya paltosunu tutmak gibi davranışlarımız hep kibarlığımızdan ileri gelir. Çeşitlenebilecek bütün bu örnekleri ile kibarlık sadece şehirde ortaya çıkan bir kavramdır. Çünkü şehir, tanımadığımız veyahut samimi olmadığımız insanlarla yakın ilişkilerin gündelik bir hal aldığı, mübadelenin olduğu bir mekandır. Buna iş bölümü, yani liyakat denir. Sadece kurum içi statik hiyerarşiler değil, duruma ve mekana göre değişen dinamik hiyerarşiler de mevcuttur. (Mesela bir taksici müşterisine kibarlık yaparken, o müşteri de restoranına gelen taksiciye karşı kibar olmak durumundadır.)

İşbirliği kırsalda, hatta dağda da vardır. Ama iş bölümü sadece şehirde yer alır ve kültür, toplumsal yaşamın en evrimleşmiş biçimini sürekli olarak burada inşaa eder.

Kırsaldakiler birbirlerine karşı kibar olmak zorunda hissetmezler, bilakis bunu gülünç bulurlar. Bireysel yaşam ağır basar ve toplumsallık zayıftır. Dağa veya daha çetin doğa koşullarının olduğu mekanlara gidildikçe, dolayımın ve kibarlığın tamamen yok olduğunu görürsünüz. Çünkü doğa dolayımı kaldırmaz. Yaşamda kalma mücadelesinin olduğu yerde direkt ve net olmak, emir kipi ile iletişim kurmak zorundasınız. Hayati koşulların ağır olduğu başka mekanlarda, mesela askerlikte ve gemicilikte de aynı duruma rastlamamız bundandır. Tüm hiyerarşisine rağmen, askerlikte üstlerinize dahi dolayım içeren kibarlıklar yapamaz, net ve kesin iletişim teknikleri kullanırsınız.

Yıllar evvel okuduğum bir kitapta geçen gerçek bir vaka, Asya kültüründeki sert toplumsal hiyerarşinin ve dolayımın sebep olduğu bir uçak kazasını anlatıyordu. Kaptan pilotun farkında olmadan yaptığı bir hatayı gören 3.pilot, defalarca üstü kapalı (yani dolayımlı) bir biçimde kaptanı uyarmasına rağmen, aralarındaki iletişimin yanlışlığı ölümcül bir kazaya sebep olmuştu. Çünkü kaptan pilot, yardımcısının ima ettiği problemi anlamamıştı. Sizce 3.pilot sırf üstüne karşı nezaketsizlik yapmamak için mi, kendisi dahil bir uçak dolusu insanının ölümünü göze almıştı?

Hepimiz bazı filmlerden hatırlarız. Asil beyefendiler, birbirlerini düelloya davet ederler. Fakat nefret dolu gözlerle baktıkları ve canını almak için sabırsızlandıkları rakiplerine karşı “siz” diye hitap etmeyi asla elden bırakmazlar. Bu kibarlıklarının sebebi rakipleri değilse de, onları izleyen diğer insanlardır. Fakat bir yandan da, bir insanı öldürebilme cüreti ne büyük bir nezaketsizliktir, öyle değil mi?

Yukarıdaki örneklerde, kişilerin haysiyetlerini değil itibarlarını gözettiklerini görüyoruz. Çoğu insan kötü bir şöhrete sahip olmaktan ve değer verdiği çevreler tarafından itibarsızlaştırılıp cemiyetten uzaklaştırılmaktan öyle korkar ki, böyle bir ihtimalin dehşeti onlar için ölümden beterdir. Ve başına bu denli şeylerin gelmemesi uğruna, haysiyetini ayaklar altına almaktan çekinmez.

Sanırım artık nezaket ve kibarlığı zihnimizde ayrı yerlere koyabildik. Kibarlığın, toplum içi sessiz bir sözleşme ile oynanan bir tür oyun olduğunu görebiliyoruz. Hayvanların birbirlerini tımar ederek kurabildiği iletişimi, biz konuşma ve davranışlarımızı kibarlık yoluyla incelterek daha sofistike ve etkili (hızlı ve güçlü) bir seviyeye çıkarmayı başarabiliyoruz. Ayrıca ritüeller sayesinde kibarlığımıza taklit edilmesi daha zor formlar katıp, onu bir statü aracına da dönüştürmekteyiz. Ancak bütün bu kibarlık gösterilerinde en mahir olan kişi dahi, kendisine karşı kibar olmayı başaramaz. Çünkü bunun hiçbir anlamı yoktur. Hatta hepimizin kibarlığı elden bıraktığı ve başkalarına karşı kabalaştığı zamanlar da olmaktadır. Yani bir anlamda, “oyun”un dışına çıktığımız anlardan söz ediyoruz.

Oysa insan kendisi dahil herkese, hatta bir hayvana, bir ağaca, daha da ötesi, bir duvara karşı da nezaketli olabilir. Galiba bunu en çok da ilkeleri ve estetik anlayışı ile yapar. Yani ahlaki sınırları ve güzellik algısı ile… Kibarlık ne kadar yapaysa, nezaket de o kadar sahicidir; taklit edilemez. İnsan ne başkalarının gözündeki değeri için nazik olur, ne de herhangi bir ikincil nedenden ötürü. Nazik insan doğası gereği, kaçınılmaz olarak nezaket sahibidir.

Viktor Frankl’ın, İnsanın Anlam Arayışı adlı kitabında, Nazi kampında yaşadıklarını anlatırken “en iyilerimiz o kamplardan asla dönemedi” diyerek bahsettiği kişiler gibi… Nezaket sahibi insan, yaşamı pahasına dahi haysiyetinden koparılamaz. Homo sapiensin evrimsel güdülerinin bilimsel gerçekliğini ters yüz eden, yeni bir tür gibidir adeta!

Aldırış Etmek

Nezaketi, fizyolojik olarak sinir sistemi ile ilişkilendirmeliyiz. Çünkü nezaket sahibi insanın hassasiyetlerinin ve ruh inceliğinin kaynağı olan sinir sistemi, diğer insanlarınkine kıyasla daha evrimleşmiştir. Aynı rengin tonları arasındaki farkı görebilmek, müziğin tınılarındaki ahengi hissedebilmek, bir malzemenin dokusunu, kahve türlerinin farklı kokusunu, şarapların aromasındaki nüansları ayırtedebilmek doğrudan doğruya duyularımızın güçlülüğüne bağlıdır. (Burada aklıma, Çetin Altan’ın o meşhur limonata yazısı geliyor. Limonu ömrü boyunca dişleyip yemekten öteye gitmeyen çoğunlukların aksine, yaşamın lezzetini en sofistike üsluplarla tadan ve tattıran zevk sahipleri.)

Diyebilirsiniz ki, bu özellikler bazı insanlarda doğuştan vardır. Veya birçok hayvanın duyuları insanınkinden onlarca kat daha hassastır.

Fakat hayvanlar bilinçli canlılar olmadıkları için, doğuştan yenetekli insanlar da bu özelliklerinin üzerine çaba sarfetmedikleri takdirde güzellik yaratamazlar. Bu çabaya, aldırış etmek diyoruz. Aldırış etmek, yani kendi dışında bir şeyi önemsemek ve ona dikkat kesilmek. O şey üzerine olumlu bir amaç, yaratıcı bir gayret, “faydasız/çıkarsız ” bir güzellik için kendinden feragat etmek. Akıl, arzu ve cesaret yetilerini, itidalli bir biçimde kendinden başka bir varlık üzerine odaklamak.

Dücane Cündioğlu şaşırmak (hayret etmek) ve şaşakalmak (hayran kalmak) duygularının ayrımını yapar. Bilim adamına şaşırmayı, sanatçıya da şaşakalmayı yakıştırır. Baktığınız zaman, ikisinin de başlangıcında aldırış etmek olduğunu görürsünüz. Hayret akılsal bir merakın, hayranlık arzuları coşturan bir güzellik algısının zemininde doğar. Yani meraklı bir akla sahip olmayan biri hayret etmez; estetik algıdan yoksun biri de hayran kalamaz. Birisi bilgiyi, diğeri anlamı yaratır. Aldırış etmenin üçüncü bir hali daha vardır. Buna belki de merhamet etmek diyebiliriz. O da cesaret yetisinden doğar. Ve belki o da, bilginin ve anlamın bütünlüğünü veyahut sevgiyi yaratıyordur.

Yazının başlangıcındaki anekdotlarda Raskolnikov’un ve Nietzsche’nin yaşadıkları olay, merhamet duygularının dayanılmaz bir biçimde kabarmasıdır. Onca insanın aldırış bile etmediği, kimisinin normalleştirdiği durumlar karşısında, nezaket sahipleri dayanılmaz acılar çekerler. Bu acı, kayıtsız kalmalarını imkansızlaştırır. Onları böylesi nazik kılan, içlerindeki (tanrısal) mutlak sevgidir. İlkel insanların kayıtsızlığının tam zıttı... Rollo May’in dediği gibi, aşkın karşıtı nefret değil kayıtsızlıktır. Nefret, aşkın narsisistik bir kırılma ile bozulmuş halidir. Mutlak sevgide böyle bir bozulma da, herhangi bir varlığa karşı kayıtsızlık da barınamaz. Çünkü o, bütün varlığın bilgisini ve öze dair anlamı kapsamaktadır. Sıradan insan için bu hal çok garip, hatta budalacadır. Çünkü mantıklı (veya rasyonel) bir yanı bulunmadığı gibi, kişinin dünyevi varlığının zararınadır da.

The Body of the Dead Christ in the Tomb — Hans Holbein the Younger

Budala

Dostoyevski’nin Budala romanının ana karakteri olan Prens Lev Mışkin bir sara hastasıdır. Kendisindeki garipliklere bu hastalığını sebep göstermektedir. Herkes onun yer yer tuhaf hatta gülünç davranan, zavallı bir budala olduğunu düşünür. Bu kanaatlerin sebebi onun kimi zaman yaşadığı anormal şaşkınlıklar ve sakarlıklardır. Fakat en çok davranışlarındaki çocuksu saflık ve başkalarına karşı “ölçüsüz” merhameti insanları afallatır.

Çevresindekilerin en aptalı kadar bile kurnaz olamayan Prens, aynı zamanda, en zeki kişilerden daha keskin bir biçimde olayları ve insanları okuyabilmekte, bazen ifade ettiği düşüncelerindeki üstünlük ve asillik ile herkesi hayrete düşürmektedir.

Yine de onun, (özellikle manevi konularda) yardımını talep eden kim olursa olsun canhıraş koşturması, kendi benliğini ikinci plana atarak insanların dertleri ile ilgilenmesi başkaları tarafından sinir bozucu bir budalalık olarak değerlendirilmekten kurtulamaz.

Okuyucu da, yer yer kendini kahramanın karşısında, diğerlerinin yanında bulduğunu itiraf edecektir. Ya da en azından, zihninde dönüp duran pragmatik çözümlerin, Prens tarafından hiç düşünülmemesine hayıflanmaya yeltendiği anlar olacaktır.

Yazı boyunca birçok şeyi çözümledik ama yine de nezaket ile haysiyet arasındaki ilişki hala biraz flu gibi. Onu daha fazla netleştirmeye çalışalım. Haysiyetin, kişinin kendine verdiği değer olduğunu söylemiştik. Nezaketin sahiciliğini (yani özü gibi olmasını) da vurgulamıştık. Dolayısıyla bu iki kavramın kendilikte veya bir bakıma özbenlikte kesiştiğini görebiliyoruz. İşte burada işler biraz ters yüz olmaya, ilişkinin boyutu değişmeye başlıyor. Çünkü artık kişi değer bekleyen değil, değer verene dönüşüyor.

Şöhret ve itibar peşinde olan çoğunluklar, başkaları aracılığı ile değerli hissetmeye veya değerli görünmeye bağımlı yaşarken; haysiyet sahipleri kimsenin fikir ve tutumları ile o kadar ilgilenmezler. Onların edimi değer beklemek değil, değer vermektir. Etrafındakilere aldırış eden, herkesin özüne dair bir takdir duygusunu hissettiren tutumları vardır.

Dünyaya düşen bir meteorun içinde kristalize olmuş, yeryüzünde eşi benzeri olmayan ve bildiğimiz en değerli madenlerin toplamından binlerce kat daha değerli olan bir cevher hayal edelim. Ona hakettiği değeri kim verebilir ki? Hatta çoğunluklar tarafından değersiz bulunması dahi gayet anlaşılabilir bir şeydir.

Prens Mışkin romanın sonunda tekrar aklını yitirmiş bir halde bakımevindedir. Ve sanki şöyle bir his doğar okuyucunun içine. Diğer bütün roman karakterleri, Prens’in asla varolmadığı bir versiyondaki hayatlarında nasıl bir hayat yaşayacaklarsa bütünüyle aynı seçimlerini yaşamışlardır. Sanki Prens Mışkin hiç varolmamış, ya da her birinin rüyasına öylece uğramış, hayali bir kişilikmiş gibi. Tek fark şudur… Prens’in onlarda bıraktığı güzel anılar ve saf, mutlak sevgiye dair bazı hisler.

Kaynaklar

1 Budala — Nietzsche ve Dostoyevski Karşı Karşıya, Ziya Meral

2 Dücane Cündioğlu

--

--

Osman Tırak
Türkçe Yayın

Mutluluk Arayışımız Üzerine Yazılar : Felsefe, psikoloji, sinema ve sanat.