Ortada Kuyu Var!

Masumiyet Karinesi
Türkçe Yayın
Published in
6 min readFeb 3, 2022

Tanpınar öyle tanımlıyor. İnsanlar da kuyuya benzer, içlerinde boğulabiliriz diyor. Bu biraz da kuyunun derinliğine bağlı olarak değişir. Belki de sığdır. Belki de magmaya kadar iniyordur. Olabildiğince derindir.

Bir kuyu gördüğümde iki imge hep belirir zihnimde. Birincisi küçüklüğüme dair. Küçüklüğümde üç katlı bir binanın bodrumunda yaşar idik. Hayatımın en mutlu zaman dilimi. O kadar net ve sarih ki. Erik ağacını ve tepesindeki tepişmeleri hatırlarım. İncir ağacından bir tutam kaşıntı kaparsın. Yaprakları tenini kemirir. Öte tarafta yabani erik üzerinden yediğimiz ağaç zamkları vesaire diye gider. Duvar dibine doğru; ki orası bizim için hep karanlıktır. Karanlık olmasının dahi iki sebebi var. Birincisi yosunlu ve gridir kuyunun etrafı. İkincisi kuyu tarafından evimize çokça hırsız girmiştir.

Üst komşumuz ben kuyu etrafında dolanırken içerisinde ne olduğunu merak ettiğimi anlamış olmalı. Bu arada fotoğraftaki kuyu birebir bizim kuyu. Tek bir şey eksik içine düşmeyelim diye kapatılan kapak. Üst komşumuz demiştik. Adı Turan Aga. Bu arada adı Turan değil. Bunun üzerine basarak söylemek istiyorum. Turan Aga adı. Ütüsüz kıyafet giymemem gerektiğini bana 5–6 yaşlarında tembihleyen ellilerinde bir ihtiyar. Bir gün bana balkondan ‘Onun ismi kuyu…’ dedi. Ben tabi çekingen ve mahcup eve kaçmıştım. Sonrasında beni bahçede yakalamıştı. Kuyunun başına gidip açıverdi kapağı. Aşağıya bakıyoruz ama sadece bir dalgalanma görüyoruz. Mehtaplı havaların denizi gibi. Yerden bir taş aldı Turan Aga ve içerisine serbest düşmeye bıraktı.

Birkaç saniye sonra o ses; Bluk.. tık.. tık..

İçinde su olduğunu o zaman anlamıştım. İpin ucunda ise bir yağ tenekesi bağlıydı. Kolu saldığın gibi hiç tutmadan bırakır bir anda suya çarpışını izlersin yağ tenekesini. Teneke batar suya, dolar. Sonra kolu çevir Allah çevir. Bu dakikadan sonra dışarıda oynadığım günlerde eve girmeme gerek kalmamıştı. Çünkü elimi yüzümü rahatlıkla kuyudan çektiğim su ile yıkayabiliyordum. Ta ki; kuyuyu kurbağa lavraları basana kadar.

Küçüklüğümden kalan bu anı beni hep farklı anlamlar çıkarmamı sağlamıştı. İçine düşmekten korkulan bir nesne idi. En azından çocuklar için.

İkinci imgelem ise dinler tarihinde de yer alan o meşhur hikâye. Yusuf kıssası. Hikâye diyorum bu benim dinsiz olduğum anlamını çıkarmasın. En nihayetinde herkesin dini ve dindarlığı kendine. Ama bana göre tarih açısından da dinler tarihi açısında da en az (Hz.)Musa’nın denizi yarması kadar bilindik bir hikâye. Mealen şöyle bir şey; kardeşler arası derin bir kıskançlık ve kibir krizi sonrası Yusuf kardeşleri tarafından kuyuya atılarak ölmesi bekleniyor. Tüyler ürpertici. Kardeşinin seni kuyuya atarak senin varlığına son vermek istemesi, gerçekten bugünkü mantıkla akıl alır gibi değil.

İş tabi (Hz.)Yusuf açısından inişli çıkışlı mücadele edilen bir hikâye ekseninde geçmektedir. İçerisinde şehvet, iktidar ve erdemli kalmak gibi klikler barındırmaktadır. Neredeyse Cladius’un yaşantısının tam zıddı gibi. Hayatımız da bugünlerde böyle bir kuyu etrafında cereyan etmiyor mu?

İçerisine düşmekten korktuğumuz ve aktüel kuyular edinmiş durumdayız. Kuyu etrafında kuyu içerisindeki olup bitenlere kani olmaya çalışıyoruz. Bazılarımız Yusuf gibi kuyuya düşüyor. İlginç bir şekilde kuyu etrafındaki kardeşlerden hiç ses çıkmıyor.

Yusuf, belki de ülkemizdir. Birilerinin iktidar olup olmaması üzerinden veya siyasi bir cenah tarafından bunları yorumlamıyorum. Siz de yorumlamayın. Makamlar gelip geçici değildir. Makamlar hep vardır. Makamları iyi kullananlar ve kötü kullananlar olmuştur. Olmaya da devam edecektir. Hani herkes bir Musa bekliyor ya; beklemeyin. Bu beklentilerinizin boşa çıkması demek olabilir. Atatürk gibi bir karakter de bekliyor olabilirsiniz. Ama bu gerçekleşmeyebilir.

Bir göç dalgasıdır ki gençler kaçış halinde. Ama iyi ama kötü. Belki de kuyuda debelenenleri görmemek istiyorlar. İnsanlar artık politik dar boğazdan sıkılmış durumdalar. Bundan sonra veya şimdi için söylemek gerek. Ülke idare edenlerin bilmesi gereken şey; politikayı insanların hayatlarından çıkarmaları gerek. Bakın politize olmuş veya kutuplaşmış toplum vs demiyorum. Bizim hayatlarımızdan politikanın silinmesi gerek.

Hiçbir şey yapamaz hale gelmiş durumdayız. Ben ittifak yapan partileri bilmek zorunda değilim. Veya nedensiz bir şekilde terörize edilmek de istemiyorum. O’cu bu’cu diye etiketlerimin de olması fazlası ile can sıkıcı. Sabah kalktığımda bir para biriminin hayatımı şekillendirmeme sorun teşkil etmemesi gerekiyor. ‘Araç’ dediğimiz şeylerin bunlar her ne ise bizim için birer zorluk vesilesi olmasından yorulmamalıyım. Hep dilimizde olan çocuklarımız için iyi bir gelecek! Onun için de iyi bir eğitime ihtiyaç var. Ve o iyi eğitim dediğiniz şey; binlerce lira demek olduğunu hatırlıyorum.

İlginç şekilde herkes hayatından memnun gibi. Neden böyle diyorum? Instagrama bakın bir yanda serzeniş bir yanda korku. Ve bir yandan da atılan şen şakrak hikayeler. Twitter’da gündeme yön vermeye çalışan hesaplar. Facebook orta yaş üstü fetişizmine dönmüş durumda. Bunlardan deva mı bekliyoruz; tabi ki hayır. Bu platformlar zaten bu şekilde güdülenmiş mecralar.

Buradan laiklikle alakalı bir çıkarım olmamasını arzularım. Çünkü laiklik meselesinde de çarpıklıklar mevcut.

Bütün Dünya anayasaları içinde “lâik” kelimesi yalnızca Fransa’nın ve Türkiye’nin anayasalarında siyâsî bir ideolojik sistem kapsamında yer almaktadır. Encyclopaedia Britannica’da bile bu kelimeler söz konusu anayasalardaki gibi bir sistemi ya da bir ideoloji’yi nitelendirmek için değil, fakat yalnızca kişiler için kullanılmaktadır.

Fransa anayasasının dibâcesinin 13. maddesinde: “Her kademeden bedâva ve lâik bir eğitimin örgütlenmesi Devlet’in görevidir” ve aynı anayasanın 1.maddesinde de: “Fransa bölünmez, lâik, demokratik ve sosyal bir Cumhûriyet’tir" denilmekle lâik kelimesi bu anayasada yalnızca iki kere zikredilmekte, fakat tanımı verilmemektedir.

“Lâik” kelimesi ilk kez 20 Nisan 1924 gün ve 491 sayılı bizim Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’muzun 5 Şubat 1937 târih ve 3115 sayılı kanunun 1. Maddesi ile değiştirilmiş olan “Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir” şeklindeki 2. Maddesi’nde ortaya çıkmıştır. “Lâik” kelimesi söz konusu kanunda yalnızca bir kere zikredilmektedir.

1946 yılında Fransa Millet Meclisi’nde çoğunluğu sağlayan üç parti vardı: Hıristiyan Demokratlar, Komünistler ve Sosyalistler. Bunların üçü de “Fransa’nın lâik bir cumhûriyet olması” konusunda ittifâk ettiler. Ama herbirinin “lâiklik” konusunda kendine ait bir fikri, bir algılama biçimi vardı. Sosyalistler bundan Din ile Devlet’in ayrılığını, Komünistler ise Din’in tümüyle dışarlanmasını kastediyordu.

Hıristiyan Demokratlar adına konuşan Maurice Schumann (1911–1998) ise Fransa’daki ruhban sınıfının (kardinallerin ve arşöveklerin) bu konuda hazırlamış olduğu bir deklarasyona yollama yapıyordu. Bu deklarasyon, lâikliğin kabul edilmesi mümkün olmayan iki ve kabul edilebilir de iki anlamı olduğunu vurgulamaktaydı. Hıristiyan Demokratlar işte bu deklarasyonun ifade ettiği lâikliğin kabul edilebilir iki anlamına dayanarak “Fransa’nın lâik bir cumhuriyet olması”nı kabul etmişlerdi.

Bugünkü Fransız hukukçuların çoğunda egemen olan kanaat şudur ki “Kendi ülkesinde her erkeğe ve her kadına mutlak inanç özgürlüğü tanıyan, bu özgürlüğe saygı gösteren ve bunu emniyet altına alan her devlet lâiktir”.

Atatürk’ün “lâiklik” konusunda temel düşüncelerini yansıtan aşağıdaki beyanları, Türkiye’de bugünkü zihniyet ve uygulamalarla karşılaştırıldığında, uygulamalarda nasıl çarpıtılmış olduklarını teşhis ve tespit etmek bakımından ilgi çekicidir. Atatürk diyor ki:

  • Din bir vicdân meselesidir. Herkes vicdânının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan mutaassıb hareketlerden sakınıyoruz. (1926)
  • Din ve mezheb herkesin vicdânına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne bir din, ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz. (1930).
  • Elbette her fert dinini, diyâneti öğrenecek bir yere muhtaçtır. Orası da medrese değil mekteptir.
  • Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz müsâvîyiz ve dinimizin ahkâmını eşit şartlarda öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyânetini, îmânını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir.
  • Türkiye Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekte hür olduğu gibi, belirli bir dinin merâsimi de serbesttir. Yani, ibadet hürriyeti vardır. Tabîatıyle ibâdetler, güvenlik ve genel âdâba aykırı olamaz; siyâsî gösteri şeklinde de yapılamaz. Geçmişte çok görülmüş olan bu gibi durumlara artık Türkiye Cumhuriyeti asla katlanamaz.
  • Din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddî menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz (1930 ).
  • Lâiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir; bütün yurttaşların vicdân, ibâdet ve din hürriyeti demektir. (1930).
  • Lâiklik, aslā dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücâdele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. (1930)

Tüm bunları yazarken bir şey irad ettim. Vicdani olarak rahatsızlık duyduğumuz her şey bize yapmamamız gerektiği şeyleri ifa eder. Yani aslında insan olarak özümüzde iyi ve kötüyü tam anlamı ile ayırabilsek tüm bu sorunlar kuyudakileri kurtarabilmemize yardımcı olacak. Kuyuda olanların kurtuluşu için akla ve kalbe çokça ihtiyacımız var. Lütfen onları kullanın!

--

--