Otorite Analizi (Otoriteryanizm)

“Eleştirel Kuram - Frankfurt Okulu Bağlamında”

murat acet
Türkçe Yayın
5 min readFeb 20, 2019

--

“Otoriteryen karakterin psikodinamikleri içinde, önceki saldırganlığın bir kısmı soğurulur ve mazoşizme dönüştürülür; öte yandan, bir başka kısım ise, öznenin kendisiyle özdeşmediği kimselerde (nihai olarak dış grupta) bir çıkış yolu arayan sadizm olarak kalır…” (Adorno, Otoriteryen Kişilik Üstüne)

Frankfurt Okulu’nun otoriteryenizm, otorite ve önyargı ile ilgili problemler üzerinde yoğunlaşan çalışmalarını iki bölüme ayırmak mümkündür. İlk bölüm, Horkheimer’in yöneticiliğe gelmesiyle filizlenen ve 1930’lu yılların ortalarında olgunlaşan çalışmalar. İkinci bölüm ise, 1940’lı yılları izleyen ve ampirik nitelikteki çalışmalar.

Avrupa’da yükselişe geçen faşizmi “E.Cassirer ve Hannah Arendt gibi felsefeciler, devlet mitinin nereden ve nasıl ortaya çıktığı…”[1] bağlamında incelemeye başlamışlardı. Bu çabalara paralel olarak Eleştirel Kuramcılar da dikkatlerini otorite sorununa yöneltmiş bulunuyorlardı. “Eleştirel Kuram’ın somut, deneysel olarak doğrulanabilir bir soruna uygulanmasının ilk gerçek çabası…”[2] olan ve “Weimar Cumhuriyeti Yönetiminde Alman İşçileri” başlığıyla yayınlanması düşünülen araştırmanın sonucunda, Alman işçi sınıfının Nazi iktidarına fazla direnç göstermeyeceği öngörüsü ortaya çıkmış ve bu öngörü zaman içinde doğrulanmışsa da çalışma çeşitli nedenlerden dolayı hiçbir zaman yayınlanmamıştır. Ancak Eleştirel Kuramcılar bu çalışmaya dayanarak çeşitli varsayım ve sayıtlar oluşturmuşlardır. Ayrıca Okul, siyasi otoriteye ilişkin ayrı bir otorite analizi geliştirme ihtiyacı hissetmemiştir. Onlara göre böylesine ayrı bir analiz, siyaseti toplumsal totalitenin dışına itebilir ve faşist devletin faşist toplumla aynı şey olduğu fikrini gözlerden kaçırabilirdi.

Bu döneme ait en önemli çalışmalardan biri de “Otorite ve Aile Üzerine Çalışmalar”dır. Bu çalışmada Horkheimer, “toplumsallaştırma sürecinde ailenin yüklendiği işler üzerinde duruyordu.”[3] Ona göre, aile ile toplum arasındaki diyalektik (hem pekiştiren hem de ters düşen) bir ilişki söz konusudur. Çiğdem Kağıtçıbaşı bu temel yaklaşım çerçevesinde Frankfurt Okulu’nun aile ile ilgili eğilimlerini şu şekilde özetlemektedir; “Psikanalitik bir yaklaşım içinde Okul’un yazarları, otoriteryen sendromun temellerini çocukluk çağı aile ortamında aradılar. Irk ayrımı gösteren otoriteryen kişilik tipinin, genellikle, çocuğun sıkı disipline tabi tutulduğu ve sevilmediği ailelerde geliştiği görüldü. Irk, milliyet, zümre vb. ayırımının, yani dış grupları kabul etmemenin psikanalitik ego mekanizmalarından projeksiyon(yansıtma) ile meydana geldiği düşünüldü. Böylece kişi, çocukluğunda ana babası tarafından yıpratılmış olan benliğini korumak için kendinde varsaydığı özellikleri, toplumca da hoşgörülen gruplara aktarmakta ve bu yolla kendi gözünde kendi benliğini yükseltmektedir. Yani, çocuklukta aile içinde sevilmeme ve kabul edilmeme, çocuğun kendini değersiz ve kötü görmesine yol açmakta, fakat bu da egoyu (benliği) tehdit edici bir görüş olduğundan, sonradan dış gruplara çevrilmektedir…Genellikle ayrımcı ve otoriteryen süjelerin çocukluk aile ortamları daha katı olup görev ve disipline dayanmakta; ayrımcı ve otoriteryen olmayanların süjelerinki ise daha çok sevgiye dayanmaktaydı… Ayrımcı süjelerin ailelerindeki tipik olarak statü endişesi, katı ve dışa bağlı değerler gösteren tutucu orta sınıf ahlakı görülmüştü. Yazarlara göre, bu süjelerin ailelerinde kuralların haince uygulanışı olarak tanımlanabilecek sıkı bir disiplinle, samimi olmaktan çok şarta bağlı olan bir sevgi beraberce oluşmaktadır. Ayrımcı olmayan süjenin disipline karşı tipik tepkisi prensip sahibi özerklik, ayırımcının tepkisi ise boyun eğmek olmaktadır.”[4] Bu paragraftan da anlaşılacağı üzere Okul üyeleri ailenin modern toplumda varolan düzene uyarlayıcı bir toplumsallaştırma kurumu olarak negatif bir dönüşüme uğradı sonucunu çıkarmışlardır.

1940’ların ilk yıllarında, Eleştirel Kuramcılar, bir yandan yöntembilimsel deneyimlerini zenginleştirmişler diğer yandan çeşitli nedenlerden (ABD’ye sürgün gidişleri, kimi ekonomik nedenler gibi) dolayı amaçlarını/yönelimlerini gözden geçirebilme fırsatını yakalamışlardır. Bu dönemde söz konusu alanlara ait en önemli çalışma, Adorno ve arkadaşları (Else Frenkel, Brunswick; Daniel Levinson, R. Nevitt Stanford) tarafından gerçekleştirilen “Otoriter Kişilik” olmuştur. Adorno ve arkadaşları bu çalışmadaki amaçlarını/temel bulgularını ve cevaplarını aradıkları soruları şöyle belirtmişlerdir; “Yazarlar, araştırmalarına şu temel hipotezin kılavuzluk ettiğini bildiriyorlar: Bir bireyin politik, ekonomik ve toplumsal inançları, adeta bir zihniyetle ya da tinle bağlanmışçasına, geniş ve kaynaşmış bir model oluşturur ve bu model, onun kişiliğindeki derinde yatan eğilimlerin bir ifadesidir. Asıl ilgi, potansiyel faşist bireye, yani yapısı gereği antidemokratik propagandaya özellikle açık kişiye yöneliyor. Bu propagandaya duyarlı insanların birçok ortak özelliğinin bulunduğu, araştırmanın başlıca bulgularından biri. Potansiyel faşist birey mevcutsa, o kesin olarak nasıl biridir? Antidemokratik düşünceyi oluşturan şey nedir? Böyle birinin içindeki düzenleyici güçler nelerdir? Bu birey mevcutsa, gelişme tarzı ve bu gelişmeyi belirleyen etkenler nelerdir?- Araştırmanın yanıt bulmaya çalıştığı sorular bunlardır.”[5]

Genel olarak bu çalışma, dogmatik ve önyargılı düşünme ile doğrudan karakter/kişilik sendromları ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Ölçek hazırlama, sınama ve anket sorularına dayanan araştırmanın, daha önceden belirlenmiş üç ayrı tutum ölçeğini tek bir ölçekte[6] toplayarak otoriteryen potansiyelini örtük psikolojik düzeyde ölçmeyi hedefliyordu.

Otoriter Kişilik çalışmasının, niceliksel bulguları eşliğinde Adorno ve ekibi çeşitli sonuçlara varırlar. Bunlar;

1- “Otoriteryen tip, oedipus karmaşasının sadomazoşistik çözülümünden doğmaktadır.

2- Otoriteyen Kişilik araştırmasındaki görüşme bulgularına göre faşist propagandaya oldukça hassas olanlar kendi ailelerini idealleştirirler ve aileleriyle kendilerini bir tutarlar, özdeş kılarlar. Hatta söz konusu kişilerin aile imajları konvansiyonalize edilmiş ve kalıpyargılaştırılmıştır. Buna göre,baba müsamahasız, adil, başarılı ve disiplinli iken anne iyi görünümlü, sağlıklı ve temiz ve oldukça pratik yeteneklerle donanımlı olmalıdır.

3- Adorno ve ekibinin otoriteryen kişilik tiplerinin inşasında öne çıkardıkları bir başka boyut ise, otoriteryen kişilik ya da sendromun ego zayıflığına dayandığına dairdir.

4- Adorno’ya göre sendrom ya da otoriteryen kişilik, oldukça yüksek bir şekilde, Avrupa’daki düşük-orta sınıfın özellikleridir. Bunun temel nedeni olarak Adorno ve ekibi, aile yapısının hızlıca değişmesini, küçük burjuva mülkiyet ilişkilerinin çözülmesini, fiili ve istenen statüler arasındaki zıtlığı göstermektedir. Bu koşullar onlara göre ekonominin yanlış amaçlarının sonuçlarıdır ve bu koşullar bireysel potansiyelleri sadomazoşizme doğru kanalize ederler/şiddetlendirirler.”[7]

Kısaca diyelibiliriz ki, Adorno ve ekibinin Otoriteryen Kişilik çalışması, 1930’larda Avrupa’nın (özellikle Almanya’nın) sosyal yapısını şekillendiren Faşizmi ve özelde Nazilerin Yahudi soykırımını anlama çabası olarak değerlendirilebilir.

[1] M. JAY, Diyalektik İmgelem, s. 173.

[2] A.g.e. , s.174.

[3] A.g.e. , s.187.

[4] Çiğdem KAĞITÇIBAŞI’dan aktaran A. GÜMÜŞ ve M. GÖMLEKSİZ, Din Milliyetçilik ve Otoriteryenizm, Eğitim-sen Yayınları, Ankara, 1999, s.47

[5] T. ADORNO,Otoriteryen Kişilik Üstüne, Çev. D. Şahiner, Om Yayınevi, İstanbul,2003, s.8–9.

[6] 1- Alışılmışa Bağlılık 2- Otoriteryen Boyun Eğme 3- Otoriteyen Saldırganlık 4-Anti-İntrasepsiyon5- İnsanüstü varlıklara İnanma 6- Güç, İktidar ve Sertlik 7- Yıkıcılık ve İnançsızlık 8- Yansıtma9- Cinsellik

[7] D. HELD’den aktaran Sezgin KIZILÇELİK, Frankfurt Okulu, s. 55–56.

--

--

murat acet
Türkçe Yayın

“Ben ağladığımda bütün dünya ağlardı-öyle zannederdim…” H.Miller