Ototelik Deneyimler Bize Ne Sunuyor

Levent ÖZKUŞCU
Türkçe Yayın

--

1944 yılının yaz aylarıydı 10 yaşındaki Mihaly Csikszentmihalyi Budapeşte’deki bir tren istasyonunda annesi, iki erkek kardeşi ve kendilerini uğurlamaya gelen yetmiş kadar akrabasıyla oturmaktaydı. 2.Dünya Savaşı, tüm hızıyla sürüyordu. Politik ve coğrafi olarak büyük baskı altında olan Macaristan savaşta kararsız durumdaydı ancak ABD ve İngiltere ile gizli barış görüşmeleri yapmasına misilleme olarak Nazi askerleri ülkeyi işgal etmekte diğer taraftan Sovyetler de başkente doğru ilerlemekteydi.

Csikszentmihalyi Ailesinin bu 4 ferdi için Venedik’teki diplomat babalarının yanına gitme vakti gelmişti. Tren yola çıktığında geride bıraktıkları ülkelerinde bombalar patlıyordu. Trenin penceresinden içeri mermiler giriyor, tüfekli bir asker trenden karşılık veriyordu. On yaşındaki Mihaly kanepenin altına sinmişti. Korkuyordu, biraz da sinirlenmiştir. Bu olaydan tam 65 yıl sonra “O anda büyüklerin nasıl yaşanacağına dair hiçbir fikirleri olmadığını düşündüm” diyecekti. Bindiği tren Tuna’ dan geçen son tren olarak anılacaktı. Yola çıkışlarından kısa süre sonra hava taarruzları ile Macaristan’ ın köprüleri imha edilmişti. Csikszentmihalyi ailesi, iyi eğitimli, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı insanlardı ama savaş hayatlarını yerle bir edecekti. O sabah tren istasyonuna gelen akrabaların yarısından fazlası beş ay içinde hayatını kaybetti. Csikszentmihalyi’nin erkek kardeşlerinden biri Ural dağlarındaki çalışma kampında altı yıl kaldı. Diğeri de Sovyetlere karşı savaşırken öldü. Csikszentmihalyi, “Bu yaşadıklarım beni düşünmeye sevk etti” diyordu. “Yaşamanın bundan daha iyi bir yolu olmalıydı.”

Nazi Almanya’sının zulmüne ve Sovyetler’in ülkesini işgaline tanıklık ettikten sonra delikanlılık çağlarında Csikszentmihalyi, itaatten haklı şekilde bıkmış durumdaydı. Seveceği bir şey arıyordu. Ama onu okulda bulamadı. 13 yaşında liseden ayrıldı. Geçinebilmek için 10 yıl Doğu Avrupa ülkelerinde çeşitli ve kimi hayli garip işlerde çalıştı. Genç beynini kurcalayan, daha iyi nasıl yaşanır sorusunun cevabını bulabilmek için din ve felsefe konusunda bulabildiği her şeyi okudu. Öğrendikleri onu tatmin etmeyecekti. Ta ki Carl Jung’un psikoloji konusunda verdiği bir seminere rastgelene kadar. O gün aradığı cevapları psikolojinin vereceğini anladı. Yirmi iki yaşındayken, 1956 yılında Csikszentmihalyi, ABD’ye psikoloji okumaya gitti. Chicago’ya indiğinde cebinde sadece 1,25$ olan, liseden kovulma, İngilizce ile tek aşinalığı Pogo karikatürlerinden ibaret bir gençti. Chicago’daki Macar tanıdıkları ona iş ve kalacak yer bulmasında yardım etti. Latince ve Almanca bilgisi, okuyup yazamadığı bir dilde girdiği Illinois lisesi denklik sınavlarını geçmesini sağladı. Illinois Üniversitesi’ne yazılıp gündüzleri okudu, geceleri bir otelin muhasebesini tuttu. Sonunda Chicago Üniversitesi’nin psikoloji bölümüne girdi ve orada –ABD’ye ayak bastıktan dokuz sene sonra– doktorasını aldı. Ancak Csikszentmihalyi, psikolojinin ana akımlarına kapılmayı reddetti. Sigmund Freud’un patolojik tedaviye dönük görüşüyle, B. F. Skinner’ın mekanik çalışmalarıyla ve davranış olgusunu basit etki-tepki düzlemine indiren diğer bilim adamlarının yaptıklarıyla ilgilenmiyordu. Yaratıcılık üzerine yazmakla işe başladı. Yaratıcılık onu oyun konusunu araştırmaya yöneltti. Oyunu araştırması, insan deneyimine dair gizli kapıların açılmasını sağladı ve bu sayede de tanınan bir isim oldu.

Bir oyunda, Csikszentmihalyi’nin “ototelik deneyimler” adını verdiği –Yunanca auto (kendi kendine) ve telos (hedef veya amaç) — bir durumu yaşar. Ototelik bir deneyimde hedef, kişinin kendi kendini gerçekleştirmesidir. Faaliyet, kendi kendisinin ödülüdür.

Chicago Üniversitesi’nde hocalık ve kendi psikoloji laboratuvarını yönettiği sırada Csikszentmihalyi bir çağrı cihazı alıp son sınıf öğrencilerine her gün kendisini rastgele çaldırmalarını istedi. Çağrı cihazı her arandığında yapmakta olduğu işi ve o sırada kendisini nasıl hissettiğini not aldı. “İnsanların nasıl yaşadıklarına dair çok ayrıntılı bir resim elde ediyordum” diyordu. Bunu esas alarak Deneyim Örnekleme Yöntemi adı altında bir metodoloji geliştirdi. İnsanları günde sekiz defa rastgele aralıklarla arıyor ve onlara neler yaptıklarını, kiminle beraber olduklarını, o anki ruh hallerini nasıl tanımlayabileceklerini soruyordu. Yedi günün sonunda verileri bir araya getiriyor ve spiral ciltli bir defter üzerinde bir kişinin haftalık mini sinemasını oluşturuyordu. Tek tek verileri birleştirince ortaya bir insanın deneyimlerinden meydana gelen eksiksiz bir kütüphane ortaya çıkarttı.

Bu çalışmaların sonunda Yunan OTOTELİK terimini bir kenara bırakıp insanları öylesi anları tanımlamakta kullandıkları bir kelimeyi kullanmaya başladı. AKIŞ: İnsanların hayatındaki en üst düzey, en tatmin edici deneyimler, insanların akış halinde oldukları anlarda yaşanıyordu. Ve bu daha önce hiç tanımlanmamış olan esrarengiz ve deneyüstü ruh halinin sırrına vakıf olmak aslında hiç de zor değildi. Akışta hedefler nettir. Dağın zirvesine çıkmanız, topu filenin üzerinden karşıya geçirmeniz veya kili doğru şekilde kalıba koyup pişirmeniz gerekir. Geribildirim çok hızlıdır. Dağın zirvesi ya yaklaşır ya da uzaklaşır. Top ya karşı tarafın sahasına ya da dışarı düşer. Yaptığınız çömlek ya pürüzsüz ya da yamuk çıkar fırından. Daha da önemlisi akışta bir kişinin yapması gerekenle yapabileceği arasındaki ilişki mükemmeldir. Yüzleşilen sınav ne çok kolaydır ne de çok zor. Kişinin mevcut becerilerinin bir-iki kademe üstünde bir çaba gerektirir. Bu da vücudu ve zihni öyle bir zorlar ki çabanın kendisi en lezzetli ödül haline gelir. Bu denge, diğer günlük deneyimleri kolayca gölgede bırakan bir odaklanma ve memnuniyet düzeyi yaratır. Akış içerisinde insanlar o anı öylesine yoğun bir biçimde deneyimler ve kendilerini o denli her şeye hakim hissederler ki zaman, yer ve hatta benlik bilinçleri eriyip yok olur. Özerk olmasına özerktirler. Ama özerklik bir kenara, kendilerini kaptırmışlardır. Şair W. H. Auden’in de yazdığı gibi “çalışırken kendilerini unuturlar.” Bu ruh hali, tren Avrupa’nın raylarında yol alırken belki de o on yaşındaki çocuğun aradığı şeydi. Akışa ulaşmak, –tek bir an için değil, bir yaşama etiği olarak– bir aşçı, cerrah veya tezgahtar olarak ustalaşmak için o güzel “bir objeye dalıp gitme” halini muhafaza etmek, aranan cevaptı. Belki de yaşamak böyle olmalıydı.

Peki Kendimize AKIŞ Testini Nasıl Uygulayabiliriz…

Csikszentmihalyi’nin metodolojik icadını, ustalığa giden yolda siz de kullanabilir ve kendinize bir “akış testi” uygulayabilirsiniz. Bilgisayarınızda veya cep telefonunuzda bir alarm yaratın. Bir hafta boyunca rastgele kırk defa çalarak sizi uyarsın. Her alarmda yaptığınız işi, kendinizi nasıl hissettiğinizi ve bir “akış”ta olup olmadığınızı not edin.

Gözlemlerinizi kaydedin, şablonlara bakın ve şu sorulara cevap arayın:

“Akış” duygusunu hangi anlar üretti?

Neredeydiniz?

Ne üstünde çalışıyordunuz?

Yanınızda kim vardı?

Günün bazı zamanlarında daha fazla “akış dostu” oluyor musunuz?

Bulgularınızdan yola çıkarsanız gününüzü nasıl yeniden yapılandırırdınız?

Kendinizi dünyadan kopuk, kafanız karışmış hissettiğiniz anları nasıl azaltır, optimal deneyimlerin sayısını nasıl artırabilirsiniz?

İşinizle veya mesleğinizle ilgili şüpheleriniz varsa, bu egzersiz size gerçek içsel motivasyon kaynaklarınız hakkında ne söyleyebilir?

Akışta kalmanız dileğiyle, mutlu seneler…

İzleme önerisi:

Türkçe altyazı mevcuttur.

Okuma önerisi:

Dinleme önerisi: https://www.youtube.com/watch?v=UVUwqxuDb9A

--

--