Oyuncu ve oyun

Erhan YILDIRIM
Türkçe Yayın
Published in
10 min readApr 10, 2018

--

Herkese merhaba.
İnsanlık tarihinde oyun oynamanın büyük bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Başka hiçbir etkinlik bu derece eğlendirmez sanırım bizleri. İster tek başımıza olalım, ister arkadaş veya aile üyeleri ile birlikte, mutlaka oynayabileceğimiz bir kaç oyun vardır bizi eğlendirecek olan. Bir çok kimse görmezden gelse de günümüzde oyunlara merak salmış kişi sayısı bir hayli fazladır. Elbette bilgisayarın hayatımıza girmesiyle oyun kavramı başka bir boyuta taşınmış, hatta mobil cihazların sahne almasıyla “hem eğlence hem de para” vaat eden oyun türleri ortaya çıkmıştır. Bende elimden geldiğince bu yazımda oyun dağarcığımı ve bu konuda yapabildiklerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Günümüzün en eski oyunu satranç olsa gerek. M.Ö. 6. yüzyılda Hindistan’da baş gösterdiği söyleniyor. Rivayete göre kralın biri emri altındakilerden bir oyun yapmalarını ister ancak bu oyunun sıradan olmamasını ve bir ders verir nitelikte olmasını istediğini de ekler. Bunun üzerine vezirlerinden biri satrancı icat ederek kralın huzuruna çıkar. Niyeti bu oyunla krala, adamları olmadan tek başına bir hiç olduğunu ve onlarsız hiçbir iş yapamayacağını anlatmaktır. Kral bu oyunu ve vezirin bu yaklaşımını beğenir ve dile benden ne dilersen diyerek veziri ödüllendirmek ister. Vezir hâlâ kralın alması gereken dersi almadığını düşünerek sadece bir miktar buğday istediğini belirtir ancak bunu satranç tahtasındaki 1. kareye 1 buğday, 2. kareye 2 buğday, 3. kareye 4 buğday şeklinde, bir sonraki karede bir önceki karenin içindeki buğday tanesi
sayısının iki katı olacak şekilde istediğini söyler. Kendisi gibi ulu ve zengin bir kraldan böyle ucuz bir istekte bulunduğu için Kral sinirlenir ve “hesaplayın, bir tek tane dâhi fazla vermeyin” der. Adamları hesaplamaya baslarlar. İlk karelerde sorun yoktur 1,2,4,8,16… derken son kareye ulaştıklarında bu işin şakasının olmadığını, vezirin istediği buğday miktarının ülkemnin binlerce yıllık buğday üretimine denk geldiğini anlarlar ve kral gereken dersi işte o zaman alır.

Oyunlarla tanışmam elbette ki çocukluk dönemime rastlar benimde. Saklambaç, körebe, dokuz aylık gibi oyunlarla mahallemizde dört dönerdik. Sevgili arkadaşım İbrahim şuradaki kendi çalısmasında kısaca anlatmaya çalışmış bu güzel oyunları. Sonraları bu oyunlara kendi fantastik dünyamızı da eklemiştik; Tahtadan uzun bir sap alınır, kenarları düzeltilir. Daha kalın ve/veya geniş ama kısa bir tahta parçası da bu uzun sopaya + gelecek şekilde çiviyle çakılır. Sonuç, alın size ortaçağdan mükemmel bir kılıç! Ardından bahçelerdeki/tarlalardaki deve dikenlerinin arasına girilir ve “kelle” olarak gördüğümüz deve dikeninin mor çiçekleri havada uçuşturulur. Sanki bin kişilik troll ordusunun arasına dalmış efsane kahraman misali havalara girer, otlara, dikenlere kılıç sallardık. Savaş sonunda tahta kılıcın üzerinde oluşan yeşil renkli sıvı ne kadar fazla olursa o kadar iyidir, falan. Fantastik bir hayal oyunuydu bizimkisi.

Usta ellerden çıkmış bir tahta kılıç

İlk defa bir oyun yapma fikri o çocukluk dönemimde aklımdan geçmiş, şimdi bile net hatırlıyorum. Sene doksanlar ve televizyonda “Çarkıfelek” modası var. Sanırım ilgiyle izlediğim bir yarışma programıydı. :) Sonradan artık içimde nasıl bir dürtü oluştuysa, kendi “çarkıfelek” yarışmamı yapmaya koyuldum. Kartondan bir yuvarlak kesip üzerini “çarkıfelek” çarkı gibi yazılarını yazıp boyadım ve bir yastığın üzerine iğneleyip dönmesini sağladım. Başka bir kartona ise sorulan yer aldığı kutuları çizip tabureye astım. Oldu size minyatür çarkıfelek. :)

Macera Tüneli kitaplarından bir sayfa

Hatırlar mısınız bilmem ama doksanlı senelerde bir kitap serisi vardı, “macera tüneli” isminde (İngilizcesi “choose your own adventure” — teşekkürler Kediler ve Kitaplar). Siz kitabı okumaya başlardınız mesela, bir seçim yapılması gerektiğinde kitap size sorardı, şöyle mi yapalım yoksa böyle mi? Atıyorum, macera sizi bir eve sürükledi. Sayfanın altında seçimler olurdu; “Kapıdan girmek için sayfa 36'ya geç”, “Evin arkasını dolaşmak için 46. sayfaya git” gibi. Sende kendi maceranı yaşar, kendi kararlarınla kitabı şekillendirirdin. Bende bu kitaptan ilham alarak bir oyun yapma fikri oluşturdum. Mantık aynı aslında, devam eden hikayeyi seçimlerinle sen yöneteceksin. Öncelikle bir hikaye yazdım. Oyuncunun seçimlerini yapacağı kavşakları belirleyip alternatif kısımları ekledim. Oldu mu sana oyun senaryosu. Sonra tüm bunları kasete okuyarak kayıt yaptım. Bir yandan okurken bir yandan da ses ve müzik efektleri için org kullandım. Kasetçaların (evimizde o zamanlar ITT marka bir kasetçalar vardı) üzerinde “counter” dediğimiz sayaç kısmı vardı.

ITT marka Radyo kasetçalar

Seçimlerin olduğu kısımlarda sayaç numarasını bir kenara not ederek böyle böyle devam etmiş ve tüm hikayeyi bir kasete kayıt etmiştim. Kaseti başa alıp bu sayacı sıfırladığınız zaman oyun için tüm hazırlıklar tamam oluyordu. Sadece elinizde oyunun kullanma kılavuzu olması yeterliydi. Kaset oynamaya başlar ve siz öyküyü dinlersiniz. Sonra seçim anı gelir ve siz elinizdeki kılavuza bakarak ne karar vereceğinize bakarsınız. Kapıdan içeri girmek mi istiyorsunuz? Kılavuzda ne yazıyor, “035” mi? Kaseti ileri sarıp sayaç “035”e gelince durdur, sonra bas oynatmaya ve devam et. :) Şimdilerde Android sistemler için uygulamaları var, meraklısı için duyurulur.

Bir dönemin Playstation’ı sayılan Atari 2600

90'ların başında dijital eğlencenin atalarından olan Atari 2600 ile tanışmış ve tek kelime ile aşık olmuştum. 8bit görseller ve sesler beni benden almıştı diyebilirim. Zira 80'ler ve ardından 90'lar döneminin dijital oyun kaynakları Amiga 500, Commodore 64 ve Atari 2600 halen yâd edilir. Her ne kadar bol bol joyistik kırmış olsak da hayal gücümüzü bir bakıma fişek gibi patlatan bu oyun hazineleri bizim oyun kavramımızı sonsuza dek değiştirmişti.

Lise dönemindeki sınıf arkadaşım Burak ile hayallerimiz de hep bunun üzerineydi mesela. Amerika’ya gidip oyun programcısı olmak ya da ILM’de çalışmak gibi. Hatta ufak da olsa kağıtlarla ufak bir labirent oyunu yapmıştık. A4 boyutunda bir kağıda labirent çiziyorsunuz; bir çıkışı, birçok kapalı yolu ve hatta tuzakları olan bir labirent. İkinci bir kağıdı alıp ortasına ufak bir yuvarlak açıyorsunuz ve bu labirentin üzerinde gezdirerek çıkışı bulmaya çalısıyorsunuz falan.

Lise dönemimde iki tane bilgisayarlı sınıf vardı ve bunlardan birisinde olma şansı yakalamıştım. Böylece evimize de ilk defa bir bilgisayar alınmıştı. Gerçi ilk oynadığım bilgisayar oyunu, dayımın eski muayenesindeki Olivetti marka, 1990 model, DX386 islemcili bir bilgisayarda olmustu. “Bomberman” adlı bu
basit oyun klavye-ekran kombinasyonu ile tanışmama vesile olmustu. Hemen ardından disketlik oyunların efsanesi “Wolfenstein 3D” gelmişti.

Wolfenstein 3D

“Wolfenstein 3D” bir türün öncüsüdür, bilgisayar oyuncuları bilirler. “First Person Shooter” deyiminin ilk sahibi oyundur. Oyunda, kişinin gözünden gören bir bakıs açısı kullanılır ve “FPS” deyimi de buradan gelir. Türünün ilk örneğidir dersek yanlış olmaz sanırım. Böylece bilgisayarlar yavaş yavaş oyun makinelerine dönüşmeye başlıyorlardı. Her eve Amiga ya da Atari sonrası bir de bilgisayar alınmaya başlanmıştı, sonrası malum zaten.

Sene doksanların ortası ve dijital olmayan oyunlar da hayatımızda yer buluyordu. “Monopoly” veya bizim oynadığımız şekliyle “Milyoner” gibi masaüstü kağıt oyunları da aynı popülerlikte biz oyuncuların kalbinde yer buluyorlardı. Ailecek veya arkadaşlar ile birlikte oynanan, paraların havada uçuştuğu, stratejinin zarlara ve zekaya kaldığı oyunlardı onlar. “Risk” gibi daha stratejik olan versiyonları da çıktı bu kutulu oyunların ancak hiçbirisi “Milyoner” kadar oynatmadı kendini. Hatta o zamanlar “Risk” benzeri bir oyun yapmıştık kardeşim ile, oyunu almak yerine ama ne kadar oynandı bizim evde bilemiyorum. Oyun haritasını halen durur mesela. :) Bir de orijinal adıyla “Where in the World is Carmen Sandiago” isminde bir masaüstü oyunu ve aynı isimli çizgi film vardı. Kardeşimle bunu daha çok oynardık sanırım. Oyun en az iki kişi oynanırdı. Birisi kaçak olurdu ve ardında gizemli/bilmeceli ip uçları bırakırdı. Diğer oyuncu da dedektif olarak bu ip uçlarını çözer ve kaçağı yakalardı. Evde, türlü noktalara ip uçları bırakır da oynardık biz bunu.

Üç kısımdan oluşurdu, yukarı çıkıldıkça ev fiyatları artardı falan.

Sokaklardaki oyunların yerini 2000'lerin başında bilgisayar ekranları alıyor yavaş yavaş. Zaten o dönemlerde sokakta ancak top oynayabilirsiniz. Bisiklet binmek bir spor oldu her zaman, kalabalık haldeyken bile bir oyuna dönüşemezdi zaten. Bir ara model araba merakımla birlikte uzaktan
kumandalı yarış arabası edinmiştim biriktirdiklerimle. Seksenlerin çocuğuysanız siz de benim gibi hatırlayacaksınızdır “ters dönse de yoluna devam eden” yarış arabası “Ricochet” :) Bu da aslında bir çeşit oyundu bizim için. Sokakta, benzincinin o geniş meydanında, olmadı tozlu bir patikada sürdük bu arabayı ve belki de o yüzden sevdik tekrar sokakta olmayı. Ancak illa ki bir elektronik sevdası girdi işte oyunlarımıza. Satranç bile “ChessMaster” oldu çıktı ekranımıza.

Bir lastiği patlak da olsa bir gün yollara döneceği günü bekler. :)
01110011 01100001 01110100 01110010 01100001 01101110 11100111

Tüm bu bilgisayar oyunları bende farklı bir fikrin doğmasına sebep oldular sonraları. Madem kendi oyunlarımı yapabiliyorum, neden bir bilgisayar oyunu yapmayayım? Bu düşünce neticesinde sanırım oluştu üniversitede “Bilgisayar”lı bölüm okuma fikri. “Programlama” denilen labirent ile o zamanlar tanıştım ilkin. Başta zor geldiğinden kendimi daha kolay bir
programa, “Power Point”e verdim. Evet, bildiğimiz ofis programı “Power Point”. Önce “Paint” programında resimler çiziyorum, ardından bu resimleri “Power Point” içerisindeki slaytlara yerleştiriyorum. Kasetle yaptığım “ilerlemeli hikaye anlatımını” burada slaytlar arası geçişler almıştı. Diyelim ki aynı hikaye, yine evin önündesiniz. Bu defa size soran yok “kapıdan mı yoksa bacadan mı?” diye. Bir ev resmi var. Kapının olduğu yerde (kapının tamamını kaplayacak şekilde) bir görünmez düğme var. Oyuncu kapıya tıkladığında bu defa evin içini gösteren resmin olduğu slayta geçiyor, hepsi bu. Ses efektleri ve müzikler konusunda tabi daha zengin bir arşivim olduğu için (ki zamanının CHIP dergisi ve verdiği CD’ler sağolsun) ortaya çıkan oyun daha lezzetli oluyordu. Ben de bunu arkadaşlarımla paylaştıkça (kuzenim “Tubiş” iyi hatırlar bunları) ve onlardan gelen reaksiyonları topladıkça daha mutlu oluyordum elbet.

Turbo Pascal ekranı. Bununla oyun mu programlanır yahu? :)

Üniversite zamanı “Turbo Pascal” diye bir programlama dili koydular önümüze. Oyun yapacağım derken kendimi kodlar arasında boğuşurken buldum. Dönem bitirme ödevi olarak “Mezarlık Kayıt Programı” yazmıştım ki bu bile büyük başarıydı benim için. Zira iş zorlaştığı için içimdeki oyun yazma dürtüsü de sönmeye başlamıştı. Daha görsel işler yapmak istiyordum zira oyunlar “renk ve müzik” demekti benim için. İşte tam da 2000'lerin basında bu sebeple yakalamıştır beni “Flash” denen harikulade program. Bilgisayarda “point&click adventure” tarzındaki oyunları (“Myst”, “Broken Sword” ve “Curse of Monkey Island” gibi) hep sevmiştim. “Macromedia Flash” programı da bana bunun için gereken tüm araçları veriyordu; animasyon, sahne, müzik ve ses! Üstelik Türk yapımı oyunların da başladığı dönemlerin içerisindeydim. Bir dergi tarafından fark edip orijinal edindiğim “Dedektif Fırtına” tam da benim yapmak istediğim türde bir oyundu ve ben bu oyunu bağrıma bastım. Yapımcıları ile telefonda görüşüp bilgi aldığımı bile hatırlıyorum. Sağolsunlar, hiçbir sorumu cevapsız bırakmadılar falan, neyse. Sonuçta “Flash” programı ile güzel bir point&click türü dedektiflik oyunu yapmayı başardığımda dünyalar benim olmustu. Sanırım oyun oynamak kadar ortaya bir oyun çıkarmak da eşit derecede memnun etmişti beni. :)

Sakar ve şaşkın “Dedektif Fırtına”.

Saklambaç, körebe derken dijital dünyanın sunduğu olanaklar neticesinde bambaşka dünyalar içerisine geldik. Oyun oynamak en basit tabirle “eğlenmektir” ya, biz bunu biraz daha öteye taşıdık sanırım. Eğlenmenin yanında bizi başka bir yere götürmesini bekledik. En azından ben öyle bekledim. Öğrencilik dönemimde kitaplar veya filmler gibi alternatif kaçışlarımdan birisi de oyunlar olmuştu. Bir paralel evren, bir yeni gezegendi. Aradığım, derdimi anlatabildiğim bir mecra idi. İşte tam da üniversite zamanlarımın o soğuk ve karanlık yurt günlerinden birinde çıkageldi aradığım şey, “FRP”. Siyasi parti adı gibi duruyor ancak öyle değil elbet. “FRP” yani “Fantasy Role Playing” ilk başta bir masaüstü oyunu olarak raflarda yerini alıyor. FRP’nin malzemesi çoğunlukla hayal gücüdür, geri kalan ise kağıt ve kalemden oluşur. Başka deyişlerle; doğaçlama sözlü tiyatro, doğaçlama hikaye yazma/anlatma veya evcilik/kovboyculuk. Daha sonraları bunların aynı “Risk” oyununda olduğu gibi kartlıları çıkmıştır ki benim üniversitede (Serhat’a selam) gördüğüm versiyonu budur. Bir kardeşi daha vardır bu türün, o da “RPG” olarak geçer, yani “Role Playing Game” (“Fallout”, “Baldur’s Gate” ve “Pillars of Eternity” gibi bolca örneği bulunmakta). Bu iki türden hem masaüstü kutulu oyunlar hem de bilgisayar tabanlı oyunlar bolca
mevcuttur.

Tipik bir FRP partisi.

FRPNET’den bir alıntı: “ “FRP”, çocukken oynadığımız hayal etmeye dayalı oyunların derinleştirilmis, sabit kurallar getirilmiş halidir. Böylece oyuncular mızıkçılık yapamaz. “FRP”yi yetişkin oyunu yapan şey ayrıntılı kural setleri olmasıdır. Bir hikaye anlatıcısı vardır. Bu kişiye “Zindancı Bası” denir. Bu kişi kısaca bir bilgisayar oyununda yapay zekanın yaptığı işi yapar. Yani oyuncuların içinde bulunduğu evrenin her şeyini şekillendirir. Oyuncular ise, hikaye içinde yer alan kendi karakterlerinin olaylara nasıl tepki vereceklerini anlatırlar. Oyunun içinde geçtiği evrene uygun bir kural seti seçilir. Her türlü evren için kural setleri vardır ama hepsini Türkiye’de bulmak zordur. Mesela, orta çağda geçen büyülü bir dönem için “Zindan ve Ejderhalar” seti idealdir. Bu kural setinde oyuncunun olabileceği karakterlerin sınırları, karşılarına çıkabilecek yaratıkların çesitleri, satın alınabilecek silahların ve öğrenilebilecek büyüler vb. özellikler belirlenmiştir. Mesela, bir şövalye asla yalan söyleyemez, kötülük yapamaz ve kötülüğü görmezden gelemez. Ayrıca bir şövalye macera boyu ilerledikçe silah kullanma yetenekleri yanında, tanrısından gelen güçlere kavuşur ve çok güçlü bir şövalye aynı zamanda tanrısının mucizelerini gerçeklestirebilir. Bunların neler olduğu, seviyeleri, güçleri, hasarları, etkileri sayfalarca kitap olarak belirlenmiştir.”

Üniversite sonrası oyunlarla, özellikle bilgisayar versiyonlarıyla baya bir zaman geçirdim ve halen geçirmeye devam ediyorum. Gözlerim bozulmadı Allaha şükür, onda sorun yok. :) Zamanımdan gitti belki ama geri dönüşleri de oldu eğlence dışında. Yeri geldi yeni arkadaslar edindik, sohbetler genişledi. “LAN” partileri için bilgisayarlar komşu evlere taşındı, anneler börek açtı filan. Yeri geldi üniversiteler arası oyun şenlikleri oldu, dünyada oyun turnuvaları düzenleniyor. Kitaplar filmlere dönüştürülür, artık oyunlara da dönüştürülüyorlar. Bunlardan mesela en başarılı olanlarından “Stalker” gösterilebilir. Edebiyat ve oyun dünyası arasında da bir bağ oluşmuş durumda zaten. Buna birçok örnek gösterilebilir, mesela Agatha Christie’nin tam sekiz hikayesi “point & click adventure” tadında oyunlara dönüştürülmüş durumda.

Eskilerin LAN partileri günümüzün e-spor’unu doğurdu desek yanlış olmaz sanırım.

Yazımın başında bahsettiğim mobil oyunlar kısmına aslında hiç girmek istemiyorum zira şu zamana kadar övgüyle söz ettiğim “oyunlar” ne yazık ki mobil ortamda birer para tuzağına dönüşmüş durumdalar. Geçen haberini okuduğum bir örnek, mobil ortamlar için geliştirilmiş bir oyun var “Mario” tarzı. Öğrenmesi kolay ama ustalaşması zor bir oyun. Derken insanları bir hırs alıyor, bölüm geçmek uğruna telefonunu kıranlar, etrafa atanlar gözleniyor. Son durumda oyunun yapımcısı, kullanıcılara “eğlence”den çok “acı” çektirdiği sebebiyle oyunu kaldırıyor. Bu gerçek, yaşanmış bir durum. Hadi bu oyun biraz masum, peki ya diğerleri? Sosyal paylaşım sitelerinde de gördüğümüz birçok oyun, yeni bir seviye geçmek veya daha fazla özellik vermek için sizden “gerçek para” istiyor. Kullanıcılar, internet ortamında büyüttükleri “sanal” kahramanlarını “gerçek” paraya satıyorlar! Peki nerede bu işin “eğlence” kısmı? Ne zaman profesyonelliğe ulaştık, amatörlüğümüzü atladık? Nerede kaldı o “oyuncu” ruhu? “Volfied”in basitliği yanında verdiği haz, günümüzdeki hangi “Ultra-HD” oyun ile yakalanabilir ki?

Volfied

Velhasıl kelam, oyun oynamak eğlenmektir. Ve artık bunun birden çok yolu vardır. Çocukların “oynayarak öğrenmesi” üzerine de eğitimpedia’nın şöyle ve böyle yazıları mevcut, onları da okumak isteyebilirsiniz. Buraya kadar sabırla okuyan herkese ayrıca teşekkürler. Bol oyunlu günler efenim, kalın sağlıcakla.

Podcast| Youtube | Slack | Facebook | Twitter | Instagram | Kodcular

--

--

Erhan YILDIRIM
Türkçe Yayın

IT worker,blogger. My interests range from photography to technology. I am also interested in programming, video games, and travel. Married and father of two.