Mekan Mabet

Yağız Basgıcılar
Türkçe Yayın
Published in
4 min readJul 18, 2021

Pazar sabahı. Aklımdan geçen ilk şey dün gece neden uykuya biraz daha direnmediğim. Haftasonu dediğin cuma akşamüstünden cumartesi geceyarısına kadar olan zaman. Bunu hala anlayamadım. Pazar, sadece rüya ve gerçeklik arasında acısız bir geçiş yapılması için yaratılmış bir gün. Bu gün ancak zamanın akışına afallayıp koşarak gelen günlere karşı gardını alabilmek için bir dinlenme tesisi.

Odama sızan griliğe bakılırsa hava durumu bugün de bana ve şehri paylaştığım insanları mutlu etmeyecek. Karamsar bir güne merhaba. Yataktan çıkıp oturma odama geçiyorum. Bu mekan dilimizde yanlış kullanılıyor. Ben içinde daha çok yattığım için demiyorum. Burası benim yaşadığım oda. O yüzden İngilizce ya da Almanca’dan direk çevirme hakkını görüyorum kendimde. Yaşama odası. Nasıl ki bir kıyafet insanı iyi ya da kötü hissettirir, nasıl ki insan bir başkasının yanında bukalemun gibi renk değiştirirse, mekan da içine işler insanın. İnsan mekana işler, mekan da onu geri verir. Bu simbiyotik ilişkiden çıkmak da gün geçtikçe zorlaşır. Çapaklı gözlerimle yaşama odama adım atmamla birlikte dün akşam soyunduğum düşüncelerim üstüme yapışıveriyor. Duvarlardan seken düşlerim, kaygılarım, alışkanlıklarım, korkularım ve arzularım beni delik deşik edip kendime getiriyor. İki haftalık bir tatil, evden uzak olmak belki bir şeyleri değiştirir sanmıştım. Ama mekan benden daha güçlü. Eskiye dönmem bir an sürmedi.

Haftaiçi ne kadar duvarlara bakmayı arzuladıysam şimdi bundan o kadar çekiniyorum. Bakışlarım kitabımın sayfalarında çok daha güvende. Kitap okumak hayattan kaçmanın en kabul gören yolu ve bu da tehlikeli bir bağımlılığa dönüşebilir kolayca. İlerleyen saatlerle birlikte pazarı biraz daha kabulleniyorum. Her hafta yeniden yaşanan bir dram bu. Bulutlar da biraz dağılıyor ve bir haftalık bir özlemin ardından güneşi görüyoruz. Bir noktada ne kitabım ne de başka şeyler duvarlarda yankılanan kendimden uzaklaştıramıyor beni ve dışarı çıkmam kaçınılmaz oluyor. Yanıma su ve kahve alıp parka gidiyorum. Başka insanları görmek iyi geliyor. Dünyada yalnız olmadığımı hatırlatıyor.

Bazı günler oluyor ki görüntüler ve sesler yaşadığıma ikna edemiyor beni. Ama parkta bir nebze olsun kırılıyor şüpheciliğim. İnsanlar, köpekler, bebekler. Bütün bunlar sahte olamaz. Bisikletimin tepesinde keyfim yerinde. Müzik dinlemek gibi, sadece andayım. Notalar gibi akıyor yol altımdan. İnsanlara çarpmamaya çalışmak keyifli bir uğraş. Zihnimin bedenime eşlik ettiği nadir anlardan. Parkta boş bir bank ararken farketmeden iki tur atıyorum. O sırada bira bahçesinin açık olduğunu farkediyorum. 50'lik bira, patates kızartması ve lahana salatası ile gölün en kenarına, güneşin tam alnına oturuyorum. Evdeki halimi ve şimdi neredeyse gülümseyen suratımı düşününce kendimden tiksiniyorum. İnsan bu kadar da etkilenmemeli mekandan. Bu kadar iki yüzlü olmamalı, bu kadar çabuk değişmesine izin vermemeli ruh halinin.

Ayrıca mutluluğum biraz daha içimden gelsin isterdim. Kendimle başbaşayken de keyfim yerinde olsun isterdim. Belki bunun için hala gencim. Güneş tatlı bir sıcaklık yayıyor. Biramı erken ısınmasın diye gölgeye itip kollarımı kıvırıyorum. İkinciye okuduğum bir kitabın sonlarındayım. Birkaç sene önce bunu okuyanın ben olduğuma inanmak zor. Ama hiçbir şey hatırlamadığıma seviniyorum. Hatta, umarım tekrar unuturum. Patates kızartmasının, biranın ve güneşin sarısı, yaklaşık iki saatte saf mutluluğa dönüşüyor. Yerimi terkediyorum. Güneşin batmasına daha var aslında ama ben evimin yolunu tutuyorum. Neden bilmiyorum ama ev beni kendine çekiyor. Sanki mutluluğum ona dokunuyor.

Az ileride bir yol ayrımına gelince parkın tepesine çıkan patikaya geldiğimi farkediyorum. Bir an tereddüt ediyorum. Evde beni benden başka bekleyen yok. O yüzden bayır yukarı çıkmaya başlıyorum. Kısa ama dik bir bayır. O kadar yavaş çıkıyorum ki daha dik geliyor. Kulağıma uzaklardan davul sesleri geliyor. Başka bir boyuta geçiyormuş gibi hissediyorum. Yükseldikçe bir şeyler değişiyor. Alt tarafı ufak bir bayırı çıkıyorum ama burada büyülü bir şeyler oluyor. Tepeye varıyorum. Az kişinin seçtiği bir yoldan gidip çok azının vardığı bir yere vardığımı hissediyorum. Öteki tarafa geçmiş gibi. Cennete gelmiş olabilirim.

Şehrin dertleri aşağıda kaldı. Benim bile buraya çıkartamadığım şeyler var. Hafif hissediyorum. Sadece birkaç insan var etrafta. Hepsi de yüzlerini güneşe dönmüş. Yüzlerinde huzuru görüyorum. Birbirleriyle alakası yok hiçbirinin. Ama hissettikleri şeyde birleşiyorlar. Bunun için de gözlerini kullanmıyorlar. Tam ortada bir dürbün var ve yerler taşla kaplı. Mükemmele yakın bir dairenin üzerindeyiz. Ayrıca o an farkediyorum etraftaki binalardan daha yukarıdayız. Şehrin ortasında, apaçık ama gizli bir mabet burası. İnsanlara tekrar bakınca sırlarını çözüyorum. Güneşe tapıyorlar. Ama o kadar tapılası ki. Ben de kendimi kollarına bırakıyorum. Gözlere gerek yok. Tüm tenimde hissediyorum.

Gözlerim kapalıyken bir şeyin varlığını farkediyorum. Bisiklette hoşuma giden şey, çok çok çok daha yoğun. O şey, rüzgar. Kulaklarımın deliklerinde uğulduyor. Yanıbaşımdaki sazlıkların, ağaçların, yabani çimlerin sürtüşmelerini getiriyor. Davulların sesi buradan çok daha net. Ayrıca zurna ve insan seslerini de duyuyorum şimdi. Belli ki birileri evleniyor. Evlenmek için güzel bir gün. Rüzgar farklı yönlere estikçe düğünün sesi alçalıp yükseliyor. Sahiden de kestiremiyorum ne kadar yakında. Karşımda batan güneşin çizdiği Münih profili, solumda Alp’lerin karlı tepeleri ve arkamdan gelen davul zurna sesleri.

İşte şimdi gerçekten zaman ve mekanın büküldüğü bir mekanda olduğuma hiç şüphem kalmıyor. Gözlerimi kapatıyorum ve rüzgar ayaklarımı yerden kesiyor. Rüzgar güzel çirkin tüm düşüncelerimi savuruyor. Zihnimde beliren ufacık bir düşünce tanesi yanlışlıkla açılmış bir paraşüt gibi rüzgara kapılıp kayboluyor. Gözlerimi hiç açmak istemiyorum. Burada zaman farklı akıyor. Bu büyülü tepede yıllar geçiriyorum. Bir an için bir ağaç zannediyorum kendimi. Gözlerimi açtığımda her şey çok küçük geliyor gözüme. Oturduğum binayı görüyorum buradan. Halbuki buraya gelmem dakikalar sürmüştü. Sonra bir karıncayı düşünüyorum. Sonra tanrıyı düşünüyorum. Köklerimi topraktan çıkarıyorum. Koca bir çınar gibi silkinip ayağa kalkıyorum. Rüzgarın sesi kulaklarımda. Hiç azalmasın istiyorum. O yüzden bisikletime binip bayır aşağı salıyorum kendimi, nasıl fren yapacağımı düşünmeden.

Ağaçların serinlettiği yolda ürperip kendime geliyorum. Rüzgar hiç olmadığı kadar bağırıyor kulaklarıma. Mest oluyorum. Yeniden şehrin seviyesine iniyorum. Dertlerin, tasaların, hayatın denizine doğru hızla alçalırken rüzgar kulaklarımdan bana cesaret üflüyor.

Bir tepenin üstünde gözetleme dürbünü ve yanında oturan bir adam.

--

--