Pazar Muharebesi

Zeliha turk
Türkçe Yayın
Published in
3 min readAug 11, 2024
Photo by Alexander Possingham on Unsplash

Yine yağmurlu, kasvetli, yorgunluğun hâkimiyetini ilan ettiği bir Pazar daha. Bugün her hafta sanki hiç yaşanmıyormuşçasına kısa. Her seferinde yatağın ayaklanıp kutuplara taşınmasını ve altı ayın sonunda sabahleyin gözlerimi evde açmayı diliyorum; ama hem gece hem de sabah, kozamın içinde buradayım. Aniden dönüşeceğim kurtçuktan kaçmayı hayal ediyorum.

Kapının diğer tarafında, Pazara ve soğuğa inat erkenden uyanan iki cingözün tıkırtıları, hazırlanan sıcak kahvaltının kokusu ve dışarı çıkmanın planlarını yapan bir eşin telaşı var. Yüksek tavana boylu boyunca uzanan kapı, gözümde gitgide küçülüyor ve yamacında küçük bir tavşan yuvası beliriveriyor. Kaçmam lazım. Kapı kilitsiz, düşman artan bir uğultuyla koridorda; bense iri cüsseme hapsolmuş, yorgandan kalede yapayalnız kalmış bir devim, kaçamıyorum.

Bugün uykunun diktatörlüğünü ilan ettiği, tüm çocukların ranzalarından çıkamadığı olağanüstü bir gün olmalıydı. Vaziyetin ciddiyetiyle kimse kafasını döşeklerinden dışarı çıkaramamalıydı. Dış dünyaya kapanan kalın perdeler, ikinci bir emre kadar açılmamalıydı. Ama açıldı…

Tüm saldırı planlarının yapıldığı, haritaların çıkarıldığı masada önüme gelecekleri bekleyen bir esir gibiyim. Salatalıktan suratlar ve havuçtan burunlarla tabaklar arası kavgalar tüm sıcaklığıyla devam ediyor. Eşim çayları koyarken, yürüyüşün hangi patikada yapılacağını ve dönüşte çocukları parka uğratacağımızı anlatıyor. Kafam bu panayırın temaşasında kazana dönmeliyken sanki bomboş. Sıcak yatağımdan kalkmak yetmezmiş gibi şimdi de sıcak barınağımdan sürgün yemek üzereyim. Oysa kim bir savaş esiriyle eğlenmek ister ki? Ama onlar istiyor…

Domatesleri ötelenmiş, suyuna çoktan banılmış menemenle bakışmamız sürerken kızların çatallarıyla birbirine attıkları biberlere gözüm ilişti. Annelerinin ısrarla vitamininden dem vurup tadıyla mest etmeye çalıştığı biberler, bir şekilde kendilerini masanın altında buluyordu. Biberler, benim de hiç sevemediğim; ama komutanın her seferinde bir cesaret testine tabi tutarmışçasına tabağımıza koyduğu çiğ kapya biberler… Kendi tabağımdakileri, bir dozerin kayaya çarpan paletlerinden çıkan seslerle çiğnerken kızların tabaklarındakileri de yiyiverdim. Yemeliydim; bomboş kafamı çalıştıracak bir şeye ihtiyacım vardı. Tilkilerle çakalların besin zincirine giremesem de karda yürüyüp izimi belli etmeyeli çok olmuştu. Şimdi de usulca bu yılmaz kumandan ve sadık iki askerinin yumuşak karnını bulmalıydım…

Eşim, defalarca yaşadığı bu muharebelerin başlarında benim isteksizliğimden yılıp “Tamam, biz kendimiz gideriz,” dese de sonrasında bu politik hamleler sayesinde elime geçen ultimatomları değerlendirmediğimi fark etmiş ve gelen tüm saldırı hamlelerimi bertaraf etmişti. Yıldırmak, kızdırmak, hepsi denenmiş, aşınmış metotlardı. Yeni bir şey, bana yepyeni bir kapı lazımdı… Reddedemeyeceği bir bahane, suratıma çarpamayacağı bir kapı… Alnımdan akan soğuk terlerin de yardımıyla yeni çıkışımı buldum.

Önce masada mideme dokunan ne varsa yemeliydim; tıka basa simitleri, susamları, tahinleri ve zeytinleri… Hiç alakası olmayan salatalıklarla marmelatı ve en sonda sevmediğim keçi peyniriyle çeçil peynirini. Sonra istekli görünmeliydim; kızlara gideceğimiz yoldan, bulacağımız taşlardan ve göreceğimiz kuşlardan bahsettim. Arada buz gibi suyumu içmeyi de ihmal etmeden hazırlanmaya başladım. Tabii kapıya doğru başlayan zafer bandosunun son trampetçisi olarak karın ağrım bir davul gibi mideme vurdu. Aniden yüzüm değişti, midem bulandı. Onlar ayakkabılarını giyerken önümden zıplayarak geçen tavşanı takip edip tuvalete gittim. Miniciktim, hastaydım, üşüyor, karnımın ağrısıyla kıvranıyordum. Eşim, üzerindeki ceketini çıkartmadan benimle ilgilenmiş, yüzleri birden düşen kızlar için de karar vermek üzere düşünmeye başlamıştı. Kapıda başlayan minik bir kavgayla kararını verdi. “Tamam, sen evde kal,” deyiverdi. “Dinlen, sıcak bir şeyler iç, biz gelene kadar ayağa kalk da sonra çocuklara sen bak,” dedi. Yüzüme yansıyamayan zaferimle orduyu uğurladıktan sonra salona geçtim. Yorganım, koltuğum ve kumandamla barış atmosferimin zevkini tadıyordum ki…

Karın ağrım davulu delen bir tokmağa dönüştü, midemdeki yanma kezzap gibi beni irkiltti. Yatışır diye uzanmama kalmadan kıvranmayla iki büklüm oluverdim. Geçerdi normalde. Annesine de sahnelemişti yıllar öncesinde ve defalarca evde yatmaya hak kazanmıştı. Şimdiyse gerçekten hastaydı. Alnından boşalan terler sırtına geçmiş, soğuk bir buz kütlesi vücudunu ele geçirmişti. Midesi, sanki ona ait olmayan bir kitleymişçesine zonkluyordu. Kıvrandığı yerde o küçük kırmızı kapya biberler gözünün önüne geldi. Evin her tarafı bibere dönüşmüş, sanki bir biber havuzunda mahsur kalmıştı. Kendini bu havuzda boğulacakmış gibi hissetmeye başlamıştı. “Yaşım,” dedi, “yaşımı hiç hesaba katmadım.” Kırka merdiven dayamanın, kırmızı biberlerin ve kaçışın kapanında kısılıp kalmıştı. Ne çıkarabildiği ne de yutabildiği kursağındaki tüm heveslerle uyumaya çalıştı. Terle, acıyla, kıvranarak yattı. Dönmekten yorulup uyuyakaldı. Dalmakla uyanmak arasında gidip gelirken açılan kapının gıcırtısıyla geçen zamanın şokunu yaşadı. Olmuş muydu sahi o kadar? Bu zaman uyumadan nasıl bu kadar hızlı geçmişti?

Büyük kızım salona girip, “Babacım, annem seni doktora götürmek için geri döndü.” dedi. Hüzünle sevinç arasında gidip gelirken eşim kapıdan girip kızların eline tabletlerini verdi. “Biz gelene kadar oynayın, aradığımda telefonu açın,” dedi. Ben de eşime minnetle bakıp koluna girerken kızlara döndüm. İkisi de zafer kazanmanın hazzıyla tabletlerini ellerine alırken küçük kızım, muzipçe, “Babacım,” dedi, “biberler için çok sağ ol…”

--

--

Zeliha turk
Türkçe Yayın

Merhaba, ben Zeliha. Bazen hayattan, bazen ruhtan kimi zaman da zihinden taşanları damıttığım köşem burası. Eskinin öğretmeni yeniden öğrenci. Kitap sevdalısı