İlk İzlenimler: Persona (1966) Üzerine Notlar

Ümit
Türkçe Yayın
Published in
3 min readJul 23, 2019
Bibi Andersson and Liv Ullmann in Persona (1966), copyright:MGM (1966)

Geçtiğimiz günlerde Ingmar Bergman’ın 1966 yapımı Persona filmini izleme fırsatını buldum. Bu herkesin övgüyle bahsettiği yönetmenin izlediğim ilk filmiydi. Haliyle neden bu kadar övüldüğünü merak ediyordum. Filmi izledikten sonra düşüncelerimi biraz toparlamak için aradan vakit geçmesi gerektiğine ve sonrasında filmle alakalı düşüncelerimi yazmam gerektiğine kanaat getirdim.

Normalde filmlere puanlarını izlediğim anlarda bile veren birisi olarak böyle zamanlarda, aradan zaman geçtikten sonra filme puan verirken, genelde daha cimri olurum.

Filmin Değeri

Bir filmi bizim için değerli ve önemli kılan nedir? Alıntılayabildiğimiz (“sosyal medyada paylaşılabilecek”) cümlelerin karakterlerin ağzından dökülmesi, filmdeki oyunculuk, mekan ve dekor seçimi, müzik veya hikaye mi?

Sinemanın büyülü yanı bir simya gibi, bir formülünün olmamasıdır.

Sinemanın hollywood filmleri olmadığını bildiğinizi varsayarak söylüyorum bu cümleleri. Amerikan malı bir sektörü sinema olarak adlandırmak bundan önceki hikaye anlatıcıları, “hayat anlatıcıları” demeyi daha uygun buluyorum, için büyük bir haksızlık olur, amerikadan çıkan şey olsa olsa yatırılan para çekildiği anda içi boş kalan kof bir endüstriden ibarettir.

Sinemanın bir formülünün olmaması onu büyülü kılar. Zamanı bükebilmek, izleyicinin algılarıyla oynayabilmek, gerçekle kurgunun birbirine karışması ve hikayenin sinema aracılığıyla hayatımızın çatlaklarına gözlerimiz ve kulaklarımız aracılığıyla sızması, bizi etkilemesi, harekete geçirmesi, onu değerli kılar. İşte bu yüzden sinema diğer türlere göre daha farklı bir şekilde hissedilen bir sanatmış gibi gelir bana.

Film Üzerine

Persona’yı izlediğim an sinema sanatının o zamanlarda getirdiği kısıtlamalar yüzünden olsa gerek, ilk sahnelerin dönemine göre kabul edilebilir olduğunu düşünüyorum. Ancak hikayenin içine girmemiz için kurgunun ilerlemesi ve bizim karakterlere alışmamız zaman alıyor. İsminden anlaşılacağı üzere kişilik üzerine sorular sormayı amaçlayan bir filmde karakterlere alışamamış olmamın bir eksiklik olduğu kanaatindeyim.

Örneğin filmimizin konuşmayan karakterinin ünlü olmasının öneminin hissettirilememesi, hastaneye yatmasına sebep hastalığının “sanatçı krizi” olarak adlandırılmaması, daha derin bir motivasyonun olduğu gerçeğini bir anda kabullenmek benim anlamakta zorlandığım kısımlardandı. Bunların dışında filmin sinematografisinin, bilmem siyah beyaz olmasından mı kaynaklıdır, müthiş olduğu kanaatindeyim. Seçilen mekan ve kameranın yerleşimi her karede insana bir sanat eserine bakıyormuşsun izlemini veriyor, bu film hakkındaki en olumlu düşüncelerimden birisi. Görüntü yönetmenin harika bir iş çıkardığı su götürmez bir gerçek.

Filmin geride kalan kısımları dünyanın ünlü yazarların da sık sık uğradığı “karakter nedir?”, “bizi harekete geçiren arzularımız nelerdir?” gibi sorulara yanıtı çoğu zaman ayna bir kişilikle birlikte aranmıştır. Ülkemizin belki de en önemli romancılarından Orhan Pamuk’un batı edebiyat ortamlarında ünlü olmasında büyük katkısı olan Beyaz Kale romanı da bizzat bu ayna karakter üzerinden ilerlemiştir. Olmak istediğimiz kişiyle aramızda olan mesafeler ve bunları kapatmak üzerine düşündüren bir film olan Persona’nın etkileyici olduğunu kabul ediyorum. Ancak sonunun tatmin edici bir şekilde bağlanamaması; filmin tepe noktasında, iki karakter arasındaki sorunların bir tartışmaya yol açmasıyla başlayan sekansla beraber gelen, o müthiş, insanın acizliği gösterisinin ardından, bu eksik son, izleyiciye film boyunca sorulan soruların sonuna soru işareti koymamaya benziyor.

Filmin bu kadar popüler olmasına sebebin modern zaman insanlarının kişilik üzerine pek düşünmemesi ve geçmişten gelen eserlere, araçlara bir kutsallık atfedecek kadar romantikleştirmelerinin sonucu olduğunu düşünüyorum. Ayrıca filmde oynayan iki güzel kadın oyuncunun filme kattığı estetik güzelliği, bu romantikleştirme eylemi üzerine eklenince filmin popülerliğinin, kadınlar tarafından “ulaşılmak istenen derinlik” olmasına, erkekler tarafından ise “güzel kadınların zekalarıyla değil de, duygularıyla etkileyici olabilmesi” kaçınılmaz olmasını sağlıyor.

Sonuç Olarak

Toparlamak gerekirse, sinemanın büyüsü insanların duygularını ve duyularını harekete geçirmek olduğunu unutmazsak, Persona insanın kendisine sorular sormasına sebep olan, düşündüren, bu yüzden de “benim için” amacına ulaşmış bir film. Fakat insanların romantikleştirdiği kadar büyülü bir film olduğuna katılmıyorum. Modern zaman insanı abartmakta çok ustadır çünkü. Beğendiğim, ancak ikinci kere izlemem için aradan uzuun zaman geçmesi ve kendimi unutmuş olmam gereken bir film oldu Persona.

8/10.

22/07/19
Ağrı, Ev.

Facebook | Twitter | Instagram | Slack | Kodcular | Editör | Sponsor

--

--