Platon “Devlet”: Adalet Nedir?

Hümeyra Üzel
Türkçe Yayın
Published in
16 min readJul 28, 2020
Platon’un heykeli

Yazı: Hümeyra Üzel- Temmuz 2020

Gerek diyaloglarla ilerlemesi gerek de hikaye anlatırmış havasıyla gayet akıcı ve yalın bir üsluba sahip, Platon’un olgunluk eseri olan bu kitap, Devlet, bize şu yegane soruyu sorar: Adalet nedir? Platon, adaleti, insanın büyük bir ölçeği olarak gördüğü devlet üzerinden bulmaya çalışır çünkü adaletin oradan daha rahat görülebileceğini söyler. Yani Platon, ahlaki bir soruya cevap ararken siyaset felsefesinden yararlanır ve ideal devletini arar. Sonunda ise kimine ütopik kimine de distopik gelecek bir devlet mekanizması kurar.

Platon ilk, devletin neden ve nasıl oluştuğunu açıklar. Ona göre devletin oluşması “insanın tek başına, kendi kendine yetmemesi, başkalarını gereksemesidir”(369b). Platon’a göre herkesin doğuştan yapacakları iş bellidir, yetenekleri vardır. Ve kişiler kendi yapabildiklerini yapar, diğer ihtiyaçlarını da diğer kişilerden karşılar. Böylelikle bir iş bölümü oluşur, birbirlerine bağlı olan bu insanların bir araya gelmeleriyle de toplumlumlar vuku bulur. Böylelikle Platon, toplumun kurulmasıyla bize, devamında insan-devlet ilişkisinin devletteki sınıfları nasıl oluşturduğunu, bu sınıfların en doğru kişiler olma yolunda nasıl eğitileceğini, ne tür bir yalanın gerekliliğini, bu toplumdaki kadının rolünü ve bütün bunlar yapılmazsa doğruya, adalete ulaşılamayacağını ve bunun nihayetindeki eğriliğin nasıl sonuçlara yol açacağını anlatır.

İlk kitap asıl anlatılacaklara bir girizgah niteliğindedir. Platon burda, kitapta konuşulacaklara dair ipuçlar verir. Kitap, Sokrates ve Glaukon’un bir festivale gidişi ile başlar. Devamında yolları bir köle tarafından kesilir ve onlara “Polemarkhos kendisini beklemenizi istiyor”(327c) der. Arkadan Polemarkhos, Adeimantos ve Nikeratos gelir ve Sokrates’le Glaucan’a onlarla beraber gelmelerini ve sayıca üstünlüklerine karşı kurtulabilirlerse gidebileceklerini söylerler. Ardından Glaukon onları ikna edip edemeyeceğini sorar ve sonunda görüş birliğine varırlar. Sokrates ve glaukon daha sonra festivale gitmek üzere Polemarkhos’larla beraber Polemarkhus’un babasının evine, Kephalos’a, giderler. Buraya kadar Platon, bize şu soru soruları sorar: “Kim yönetecek, emir veren ve sayıca üstün olan Polemarkhus ve diğerleri mi yoksa aklın gücünü temsil eden Sokrates ve Glaukon mu, çoğunluğun iradesini temsil eden demokrasi felsefenin ihtiyaçlarıyla uyumlu mudur& mantık ve akılcılığı destekler mi, ikisi arasında bir görüş birliği sağlanabilir mi?”(YaleCourses, 2008, 35:00) “Belki de Sokrates’in daha sonra ele alacağı tek şehir, bu ikisinin, hem güç hem de iknadan oluşan bir kombinasyonu mu olacak?”(YaleCourses, 2008, 35:58) Karakterleri incelediğimizde ise şunu görürüz ki kişilerin hepsi Platon’un ilerde bahsedeceği ve ideal devletin ve insanın temel gerçekliğini oluşturan ruhun üç bölümüne ışık tutar. Kephalos, kafa, baş anlamına gelmekte olup kitapta geleneklerin başını temsil eder. Kendisi bir tüccar olan Kephalos, aynı zamanda, bedensel ihtiyaçlarına ve para kazanmaya kafasını yormuş, bu yüzden de ruhun, Platon’a göre, en alt tabakası olan arzu kısmını temsil eder. Oğlu Polemarkhos ise vatansever bir kişi olup onur ve sadakat ile ilgili sorunlarla meşgul olmuş, ruhun ikinci kısmı olan çoşkunluğu temsil eder. Thrasymakhos ve Sokrates ise bir entelektüel, bir sofist olmakla, ruhun öğretmeyi, öğrenmeyi, felsefi düşünceyi hedefleyen akıl kısmını temsil eder. Böylelikle Platon bize, daha kitabın başından nelerden konuşacağına dair ipuçları vermekle kalmaz, ruh anlatısını da tanıtmış olur. (YaleCourses, 2008, 30:00–38:13)

Kitabın ilerleyen sayfalarında Platon, üç adalet tarifi üzerinde durur. İlki Kephalos’un adalet tanımıdır. Kefalos adaletin aldığını geri vermek, doğruyu söylemek olduğunu ileri sürer. Kepkalos’un tanımını incelediğimizde “bu tanım, iyilik ve şerefle adalet arasında bir ilişki kurar” (Ceylan, 2010, s. 162). Sonra Platon, birinden silah aldın ve aldığın kişi daha sonra aklını yitirdi. Senin o silahı geri vermen doğru mu diye sorar ve ne silahı geri verene ne de bir çılgına gerçeği olduğu gibi söyleyene doğru adam denemez diyerek kendince Kephalos’u çürütür. İkinci adalet tanımı ise Polemarkhus’dan gelir. Polemarkhos’a göre “adalet, Dosta fayda; düşmana zarar verendir”(332d). Bunun üzerine Platon, biz insanları iyi ya da kötü zannederiz, onlar hakkında gerçek bilgiye hiçbir zaman sahip olamayız, bu yüzden de kime nasıl davranmamız gerektiğini bilemeyiz der ve bu adalet tanımını da çürütmüş olur. Sonra da üçüncü ve kitaptaki son adalet tanımına geliriz: Thrasmakhos’un tarifi. Thrasymakhos için “Adalet, güçlünün işine gelendir”(338c). Bu tanımla o, adalet tanımının değişken olduğunu, evrensel bir adalet tanımından söz edemeyeceğimizi söyler. Platon’un çürütmesi de şu şekildedir, bir hekim, bir hastayı tedavi edeceğinde hekimliğinin faydasını değil, hastanın faydasını gözetir. Yöneticiler de yönetilenlerin faydasını gözetmelidir. Böylelikle Platon Thrasmakhos’un tanımının kısıtlı olduğunu, yani her zaman geçerli olamayacağını kanıtlayarak adaletin tanımın bu olamayacağını göstermiş olur.

Sokrates’in bu çürütmeleri üzerine ona adaletin ne olduğu sorulur ve ondan kendilerine adaletin ne olduğunu anlatması istenir. Bunun üzerine, “devletle insan arasında bir benzerlik gören Platon, devletteki adaletin insandaki doğrulukla benzer olduğunu, doğru bir insanın doğruluk bakımından adaletli bir devletten ayrı olmayacağını ifade eder. Kısaca “Devlet ve insan, biri büyük diğeri küçük aynı şeydir” der (Topakkaya, 2008, s. 35). Adaleti daha net görebilmek adına da insanın bir büyüğü olarak gördüğü devlet üzerinden adaleti bulmaya koyulur. Platon ideal devletini oluşturma yolunda ilk insan ruhundan yardım alır. Ona göre Ruh üç parçadan oluşur: Akıl, Çoşkunluk ve Arzu. Bu “üç ilkeden biri bilgi edinmeye, biri taşkınlığa, öfkeye, biri de yemeye, içmeye, çiftleşmeye ve buna benzer isteklere sürer”(436b).

Bu ilkelerden ilki olan Akıl, ruhun en üst kısmıdır. Sorgulayan, felsefi düşünmeyi sağlayan ve diğer iki kısmı dizginleyen kısımdır. İkincisi Çoşkunluktur. Şan, şöhrete ilgi duyan kısımdır. Çoşkunluğa öfke de eklenebilir. Son kısım ise Arzudur. Hiyerarşik olarak ruhun en alt kısmı olan arzu ilkel düzeydeki ihtiyaçların karşılanmasına tekabül eder.

Platon da tıpkı insan ruhundaki üç kısım gibi insanların da üç sınıftan oluştuğunu söyler: üreticiler, koruyucular ve yöneticiler. Üreticiler, ruhun arzu kısmına denk gelen sınıftır; devletin en alt tabakasıdır. Kentin topluca giyim, yiyecek ve barınma ihtiyaçlarını karşılarlar. Yani ekonomide yer eden tek sınıftır. Platon’a göre devlet, ticaret yapanların aralarında en iyi yolu bulacağına inandığı için ekonomiye karışmamalıdır (425e). Sanatkarlar da bu sınıfa aittir. Ayrıca bu sınıf diğer iki sınıfın aksine özel mülkiyete sahip olabilir. İkinci sınıf olarak da ruhun coşkunluk kısmına denk gelen koruyucular, başka bir deyişle bekçiler vardır. Bunların tek işi devleti korumaktır, yani bunlar profesyonel askerlerdir. Ekonomik faaliyetlerde bulunmazlar. Maaşları devlet tarafından(543b) onlara geçinecekleri kadar(416d) verilir çünkü, Platon’a göre, fakir olurlarsa isyan ederler ve intizamı bozarlar; zengin olurlar ise de arzuları ağır basıp paraları ile ülke hakimiyetinde söz sahibi olmak isteyebilirler (422a). Devletin bu parayı nereden nasıl sağladığına gelirsek kitapta net bir yanıt bulamayız. Koruyucular, yukarıda belirtilen aynı nedenle, özel mülkiyete sahip olamazlar . Koruyuculardaki aile yapısına geldiğimizde çarpıcı bir anlatı ile karşılaşırız. Bu sınıfta aile bizim anladığımız tarzda çekirdek bir aileden oluşmaz. Buradaki aile yapısı; “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” gibi koruyucular arasında tam bir birlik yapısı oluşturmak adına kabaca herkesin yaşıtlarının birbirinin kardeşi, büyüklerinin anne-baba ve anneanne-dedesi, küçüklerinin de çocukları olduğu bir yapıdır. Çocuklar doğduktan sonra anne ve babalarından alınır ve ortak olarak büyütülür. Hem anne ve baba gerçek çocuğunu tanımaz hem de çocuk gerçek annesini ve babasını bilmez. Böylelikle herkesin birbirini net bir şekilde benimsemesini sağlayan, gerektiğinde birbirleri için kendilerini feda etmelerini kolaylaştıran çok geniş bir aile yapısı oluşturur Platon çünkü aile çıkarlarını gözetmek toplumun çıkarları ile ters düşer ona göre. Kısaca, Platon, aile sevgisinin topluma olan sevgiyi azaltacağını düşünür bu yüzden de çekirdek aileyi kaldırır. Ama böyle de her zaman birini diğerinden daha fazla sevecek ve önceleyecek olan insan psikolojisini görmezden gelir. Kitapta bu kısım için çocukların ve kadınların ortaklığından bahsedilir. Ama kadınların ortaklığıyla tam olarak ne vurgulanır onu bilemeyiz. Çünkü Platon böyle bir ortaklıktan bahsettikten sonra erkeklerin de ortak sayılamayacağı ayrıcalıklar vermediğinden erkeğe her iki cins için de karşı cins ortaktır diyebiliriz. Bunların yanı sıra Platon, koruyucuları memnun etmek adına onlar arası cinsel birleşimleri serbest bırakır. Ama çiftleşme amaçlı birleşimler devlet tarafından kura(459d) ile, fakat aslında kasıtlı olarak ‘en iyi’ genliler(458c), seçilerek yapılır. Çiftleşme ise ‘çocukların en sağlıklı doğacağı’ belli dönemlerde izinlidir. Platon bu dönemin o kadar önemli olduğunu düşünür ki devletin bu dönemler dışı doğmuş, yani ‘sağlıksız’ çocuklara bakmayacağını, bir yere bırakılacaklarını söyler. Yani direk geçmese de Platon’un bu çocukları ölüme terk edeceğini anlarız. Bunun yanı sıra diğer bir toleresiz kural da kadınların ve erkeklerin belirlenmiş olan en doğurgan oldukları yaş aralığı dışında çocuklarının olmasıdır. Bu yaşlardaki cinsel birleşim serbesttir ama sonucunda çocuk olursa diğer kuraldaki gibi devlet o çocuğa bakmaz (461c). Bunların yanı sıra koruyucular işlerini yapmazlarsa devlet onları işçi veya çiftçi yapar (468a). Platon için savaşlarda uygulanan güç ise ikiye ayrılır: “Yakınlarımızla olursa çatışma, yabancılarla olursa savaş olur” (470b). Yani Yunanlılarla yapılan münakaşa daha hafif olurken Yunan olmayanlarla olan münakaşa da daha şiddetli olur. Koruyucuların savaşlarda elde ettiği üstün başarılar olursa da onlara cinsel ilişkiye girebileceği en güzel, en yakışıklı kişiler sağlanır. Devletin üçüncü ve en üst sınıfı ise Yöneticilerdir. Ruhun akıl kısmına denk gelen bu sınıf diğer bir adıyla kral-filozof olarak anılır. Bunlar hem bir devlet adamı hem de bir filozof gibi yetişmişlerdir (428d). Bu sınıf koruyucular gibi ekonomik faaliyette bulunmaz. Bunlar, aynı zamanda, koruyuculardır. O eğitimi almışlardır ama retorik, aritmetik, geometri, felsefe gibi daha akılsal yönlerde yetenekleri de vardır ve bu yönde eğitilmişlerdir. Yani bir takım gerekliliklere sahip olanlar koruyucu sınıfından bu üst mertebeye çıkmaya hak kazanır.

Bu üç sınıfın nasıl belirlendiğine gelirsek devletteki eğitime bakmamız gerekir. Eğitimin nasıl olacağını belirleyen şey ise “bugün propaganda olarak saydığımız” (YaleCourses, 2008, 09:01) asil yalandır. Platon şöyle der, Tanrı bazılarınızın mayasına altın katmıştır ve bunları yönetici belirlemiştir; bazılarının mayasına gümüş katmıştır ve bunları koruyucu belirlemiştir; bazılarının mayasına da demir, bakır katmıştır ve bunları üretici belirlemiştir. Platon’a göre kişilerin mertebeleri böyledir ve yurttaşlara da bu şekilde anlatılmalıdır ki herkesin kendi görevini maksimum seviyede yapması sağlansın ve yakında öğreneceğimiz Platon’un adalet dediği şey vuku bulabilsin. Bu eğitime göre yurttaşlar, 20 yaşına kadar ilk, ortak eğitimi, jimnastik eğitimlerini alırlar. Çocuklar savaşlara götürülür (467a) ve nasıl tepki verdikleri ölçülür, daha sonra aralarından en atılgan olanları seçilir, diğerlerinin de eğitimine son verilir ve üretici sınıfına katılırlar. Seçilenler, koruyucu olma yönünde iki türlü eğitimden geçer: Müzik (Hikaye, masal, şiir vbg.) ve Jimnastik (spor) eğitimi. Müzik eğitimi, kişilerin ruhunu eğitir. Onların güzelle çirkini ayırt edebilmelerini sağlar (401e-402a). Onları kibarlaştırır. Jimnastik eğitimi ise onların bedenlerini geliştirir. Onların kabalaştırır (410d). Bu iki eğitimle de kişiler dengelenir. Koruyucuların eğitimi sırasında ölüm korkusundan, insanın tüylerini ürperten şeylerden, ahlanmalar, mahlanmalardan, kederlenmelerden, onları, işlerine dair en ufak motivasyondan alıkoyabilecek şeylerden uzak kalmaları istenir (386b-388a). Bu yüzden de, Platon’a göre, bu tür etki sağlayacak müzikler sansürlenmelidir. Daha sonrasında koruyucu olarak yetişmiş bu kişiler arasından “diyalektiğe en elverişli, bilimlerde, savaşta ve kanunların istediği bütün işlerde en sağlam olduğunu anlayınca, otuzuna varan seçkinler arasından” ayrılır (537d). 50 yaşında sağ kalanlar, fiziksel ve felsefi her alanda aşkın insanlar seçilecek ve sonra geri kalan ömürleri boyunca felsefe ve politikayla uğraştırılacak, yani filozof krallar olacaklardır (537a-540b). Kısaca, ilk eğitimle koruyuculuğa eğilimli kişiler seçilir ve gerekli eğitimleri alırlar. Daha sonra da koruyucular arasından akılsal olarak daha üstün kişiler seçilir ve onlar da felsefi açıdan eğitilirler. Son olarak da bu kişiler arasından sağ kalmayı başaran en üstün kişiler alınır ve hayatlarının geri kalanı boyunca felsefe ve politika üzerine çalışmaya bırakılırlar. Bu eğitimin, genel anlamda toplumun, o zaman için en çarpıcı özelliği de Platon’un kadına yönelik tutumudur çünkü o dönemde kadınlar “hem yaratılış mitoslarında hem de geç dönem yunan mitolojisinde Helen’in neden olduğu savaşlarla birlikte felaketin nedeni ve sebebi olarak gösterilmiştir”(Karaaslan, 2014, s. 162). Platon’a göre kadın erkekle aynı eğitimleri almalıdır (551c). Kadını iş gücünde kullanmamak saçmalıktır ona göre çünkü total iş gücünün yarısını kullanmamaktır kadını kullanmamak. Peki, kadının erkeğe kıyasla daha zayıf olduğunu iddia eden Platon, nasıl olur da erkekle kadını aynı eğitimden geçirmek ister? Bundan şunu anlıyoruz ki “Platon, görev ve eğitim dağılımının temeline doğal yetenekleri koymak ister. Erkekle aynı yaratılışa sahip olan kadın da, erkekler gibi, müziğe, silah kullanmaya, jimnastiğe ve ata binmeye yetenekli olarak var olmuşlardır” (Karaaslan, 2014, s.170). Yine de bu Platon’un kadınlara fazla değer verdiği gibi algılanmasın çünkü zihinsel anlamda yine erkekten aşağıdadır kadın der Platon.

Platon’un en üst mertebe olarak gördüğü filozof krallara verdiği bu önemin nedeni de kitapta mağara alegorisi ile anlatılır. Alegoriye göre bu yaşadığımız hayat gerçeklerin gölgesinden ibarettir. Biz insanlar bir mağaraya kapalı, zincirli şekilde yalnız arkadaki gerçeklerin yansıyan gölgelerini görürüz, bu gölgeler de bazen iç içe geçeceğinden biz hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayız. Ama o ki felsefeyle uğraşan o mağaradan çıkmanın anahtarını bulmuş kişidir ve gerçekleri görebiliyordur. Platon direk olarak söylemese de alegoriden şunu anlıyoruz ki gerçekleri gören o kişi, filozof, yurttaşlarına gerçeklerden haber vermek, onları aydınlatmak yükümlülüğündedir. Ama yurttaşları onu bir deli olmakla suçlar ve teşebbüsünü geri çevirirler. Platon, mağaradan çıkmış adamla diğerleri arasındaki ilişkiyi felsefeciyle halk arasındaki ilişkiye benzetir. Ve yapılması gerek olan şeyin de yönetimin gerçeği görmüş, yani doğru, yanlış nedir bilen filozoflara bırakılmasıdır çünkü onlar en doğru ve en adil şekilde yöneteceklerdir devleti (514a).

Platon filozofları bu kadar üstün görürken şairleri ve ressamları sınıflandırmada en altta görür. Çünkü Platon, şairlerin ve ressamların var olan şeyleri taklit ettiğini bu yüzden de gerçeğe hiçbir zaman ulaşamayacaklarını söyler (599a). Peki Platon müziği bu kadar överken yine müzikle aynı gayeyi, güzelliğe ulaşma amacını taşıyan resme karşı nasıl bu kadar zıt bir konum alır, resme nasıl bu kadar pragmatik yaklaşır? Platon’u anlamamız için ilk şunu bilmeliyiz ki “Eski Yunan toplumunda, bizim bugün sanatçı olarak nitelendirdiğimiz ressam ve heykeltraş, zanaatkâr olarak kabul ediliyordu. O da tıpkı bir çömlekçi ya da demirci gibi kaba bir el işçisiydi” (Demiralp, 2006, s. 9). Bu yüzden de sanatçıların eserlerinin yalnızca gerçeğin gölgesi olduğunu düşünen “Platon aslında sanatın insanlar açısından kazanımlar olmadığını iddia ederek sanatın pragmatik yapısını tartışmıştır. Sanatın toplumsal boyutunu ve işlevini görmemiştir. O, sadece taklit açısından sanata yaklaşmıştır. İşte bu yaklaşım onu yanlış yollara sevk etmiştir. Sadece sanatın taklit ve duygusal yönüne takılı kalmıştır” (Kavuran&Dede 2012, s.54). Platon, örneğin, resmin gerçeği resmetmekten ziyade bir güzellik arayışı olduğunun farkında değildir. Resmin, bir şey orda değilse bile o en güzel formu bulup oraya koyduğunun ve aslında önündeki objeyi değil de o objenin en güzel biçimini çıkarmaya çalıştığından haberdar değildi. Platon’un gözden kaçırdığı diğer bir nokta da sanat eserini önemli kılanın sanatçının inançları, idealleri, umutları olduğu ve tüm bunların sanat eserini oluşturduğudur (Kavuran&Dede 2012, s.56).

Devlet’e dair diğer bir incelenecek nokta ise Platon’un tanrı ile olan ilişkisi ve bunun devletteki yeridir. Platon’un devleti için ilk kanun Tanrının mutluluk getirdiğidir (379b). İkincisi de tanrının aldatmadığıdır (380b). Platon, yurttaşların eğitiminde de tanrı anlatılarını içerir. Sansürlenmiş tanrı anlatılarını…Ona göre tanrı aleyhine yazılmış şeyler yasaklanmalıdır çünkü bu, halk için en ölçülü ve en yararlı olandır (380c). Direk bakıldığında Platon’un tanrı gibi bir varlığı yurttaşlarının sorgulamasına izin vermediği ve kendi doğrusunu dayattığını düşünebilir, o yobazlıkla suçlanabilir ama Platon’u anlamak için önce Antik Yunan’daki tanrı anlayışını bilmemiz gereklidir. Antik Yunan’da “bir Yunan tanrısı, bugün bizim “kişi” dediğimiz bir varlık şeklinde tasavvur edilebilmekteydi…tanrı, büyük tanrı Okyanus, Yer ve Gök gibi pekala fiziksel bir realite de olabilirdi…belirledikleri şeylerin gerçek mahiyetleri ne olursa olsun, bu tanrı adlarının tümü, kendi başlarına iradeyle donatılmış bulunan, insan hayatında faaliyet gösteren ve insanların kaderlerini tepeden değiştiren canIı güçlere işaret etmektedirler”(Gilson, 1999, s.110–111). Başka bir deyişle hem soyut hem somut net şekilde tecrübe edilebilen şeylerdi tanrılar. Yani ibrahimi dinlerdeki gibi-duygular gibi de-tecrübe edilemeyen tamamen soyut bir tanrı algısı söz konusu değildi. Bu yüzden tanrının olmadığını iddia etmek bariz bir şekilde duygularımızı, denizleri, ırmakları inkar etmekle eş değerdi. Bu nedenle Platon’un ideal devletinde ortaya koymaya çalıştığı tanrı algısı için onu yobazlıkla suçlamak absürt olur. Ama yine de olan biteni insan cinsinden bir bilinçle var olan bir şeylerin yönetmesindense daha başka neden ya da nedensizliklerden var olabileceğini var olanların düşünememişti Platon.

Böylelikle, buraya kadar bahsedilenlerin uygulanmasıyla Platon ideal devletini kurmuş olur. Peki bütün bunlar nasıl adaleti sağlar, adalet nedir? Platon, kişilerin birbirinin işine karışmasıyla devletteki düzenin bozulacağından söz eder. Yani platon’a göre doğruluk, kişilerin kendi işlerini yapması, diğer hiçbir ise karışmaması ve işlerini maksimum seviyede, düzgün şekilde icra etmesidir. Böylelikle adalet sağlanmış olur. “Adalete ilişkin düşüncelerinden hareketle, yaşamış olduğu dönemin özelliklerinin Platon üzerinde etkisinin olduğu söylenebilir. İlk çağda adalet genel ve özel boyutta olmak üzere iki farklı anlama sahiptir. Adalet, genel anlamda bir kimsenin davranışlarının ahlak ilkelerine uygunluğu, özel anlamda ise hakları ve ödevleri gerektiği gibi paylaştırmak, herkese hakkı olanı vermektir” (Ceylan, 2010, s.171). Platon’a göre “Devlet için en büyük kötülük bölünme; en büyük iyilik ise bütün kalmadır”(462a). Platon’un bu sözü ile adalet tanımına baktığımızda devletin sürekliliğinin sağlanmasının kutsal olduğunu görürüz. Yurttaşlardan makenizmanın içinde bir yerde hayatlarını sürdürmelerini bekler Platon. Ama bu tanımın da herkes tarafından kabul göremeyeceğini anlayamaz. Çünkü herkes devlet bütünlüğü için kendi benliğinden taviz verip Platon’un kurduğu bu yalan hayatı yaşamayı kabul etmez. Yani Platon, Thrasymakhos’un evrensel olmayan tanımını çürütürken kendisi de çok iç açıcı bir tanım ortaya koymaz. Ayrıca “zorlamayla bir devletin egemenliğini kabul eden bir bireye eşit ve adil davranıldığını iddia etmek nasıl mümkün olur sorusunun cevabı Platon’da ne yazık ki yoktur” (Topakkaya, 2008, s.33). Bunların yanı sıra Platon kişileri eğitirken onların cinsiyetleri yerine yeteneklerine bakmıştır. Buradan şunu anlarız ki Platon herkese aynı eğitimi değil de yetenekli olanlara aynı eğitimi vermenin en doğrusu olduğunu düşünmüştür. Yani bunun uygulanmasıyla da adaletli davranılmış olur. Böylelikle Platon’un adalet tanımı için elimizde iki tane tarif olur: Kişinin kendi işini yapması (böylelikle sistemin sürekliliğinin sağlaması) ve kişilerin ihtiyaçlarına göre onlara davranılması. Ama Platon ikinci adalet tanımı ile şunu görmezden gelir ki kişilerin çeşitli yetenekleri ve isteyerek seçip başarılı olabilecekleri alanlar vardır. Yani Platon kişileri belli kalıplar içine sokar ve o kalıplar içindeki kişilerin hepsinin aynı olduğunu varsayarak onlara hayatları boyunca çalışacakları bir iş verir. Kısacası dolaylı yoldan yine kısıtlı bir adalet tanımı sunar Platon.

Platon için adaletsizlik nedir dersek de adaletsizliğin insan ruhunu kötüleştiren bu üç şeyin gerçekleşmesi sonucu olduğunu söyler: ölçüsüzlük, gevşeklik ve bilgisizlik (609c). Yani kişiler ölçülü davranmadığında, kendi işlerini yapmadığında, jimnastikle haşır neşir olmadığında ve bilgisiz olduğunda (bundan kastı sanıyorum ki herkesin kendi işinde yeterli bilgiye sahip olmasıdır.) bu onları eğriliğe götürür; doğru olandan uzaklaştırır ve adaletsiz bir kişi ve toplum ortaya çıkarır. Platon’a göre bu toplumlar en doğrudan en eğriye doğru beş tanedir: aristokrasi, timokrasi, oligarşi, demokrasi ve diktatörlük. Aristokrasi, Platon’un en adaletli gördüğü yönetim şeklidir ve bu yönetimdeki aristokrasi insanı da en en doğru kişidir. Bu sistem Platon’un ideal devletidir, filozof-kralların yönettiği ve yurttaşlarında belirtilen şekilde yetiştirildiği sistemdir. Bu sistem, yöneticiler arasında aklın önemini kaybettiği ve ruhun coşkunluk kısmına verilen önemin arttığı zaman bozulacaktır ve yerini timokrasiye bırakacaktır. Timokrasi, kısaca asker yönetimidir. Jimnastiğe fazla önem verilmesinin ve müziğin başı boş bırakılması sonucu ilginin şan, şeref, onura kaydığı sistemdir. Buradaki krallar daha çok asker-kral niteliğindedir. Platon timokrasiye neden olan süreci şu şekilde anlatır:

“…tabiatın bu kanununu(doğru üreme zamanı) bilmeyen koruyucularımız, kızlarla oğlanları olmayacak zamanlarda birleştirecekler, doğan çocuklara ne tabiat yar olacak ne de kader…kötü doğmuş oldukları için babalarının yerine geçer geçmez sizi koruyacakları yerde, korumaz olacaklar. Müziğe gereğince önem vermeyip, jimnastiği öne çıkaracaklar. Ruhtan çok bedene önem verecekler. Böylece daha az bilgili, daha az kafalı bir kuşak başımıza gelecek… Anlaşmazlık boy gösterdi mi, demir ve tunç soylular kazanç yolunu tutacak. Toprak, ev, altın, gümüş edinirler. Yoksulluk nedir bilmeyen, içlerinde gerçek zenginliği, ruh zenginliğini taşıyan altın ve gümüş soylularsa, erdem yolunu tutar… Bu çatışmalar, dalaşmalardan sonra topraklar, evler bölüşülür. Eskiden yurttaşlarını hür insanlar, dostlar, besleyiciler olarak koruyanlar, şimdi onları boyunduruk altına alır, uşak haline getirir; kendileri gene savaşçı ve bekçi kalırlar…İşte bu yeni düzen aristokrasi ile oligarşi arasında bir düzen…bu düzenin en göz batan yönü taşkınlıktan gelen şan, şeref düşkünlüğüdür”(546d-548d).

Bu sistem devletin parasının artmasıyla kişilerin o paraya sahip olma ve başa geçme istekleri ile bozulacaktır ve yerini oligarşiye bırakacaktır. Oligarşi kısaca toplumu yöneten zenginler ile yönetilen fakirler olarak anlanabilir. Platon timokrasiden oligarşiye geçişi şu şekilde açıklar: “…kendileri (halk) daha zengin, daha zengin olma peşine düşerler, paraya verdikleri değer arttıkça, doğruluğun değeri düşmeye başlar…Bir devlette zenginlik ve zenginler baş tacı olunca, doğruluğun ve doğru insanların şerefi azalır… insan şeref neredeyse oraya koşar, şeref kazandırmayan şeyi bırakır… yurttaşlar zamanla para düşkünü, cimri, açgözlü olurlar. Zengini över, beğenir; fakiri ise hor görürler… belli bir gelire ulaşmamış yurttaşlar devlet işlerine giremezler” (550e-551b). Timokrasideki çoşkunluğun beraberinde parayı da üstün görmeye başlayan halk ruhun en alt mertebesi olan arzunun kölesi olmaya başlar ve yönetimsel olarak oligarşiye geçilmiş olur. Bir süre sonra aşırı zenginleşen zenginler fakirleri köle olarak görmeye başlar, bunun sonucunda halk ayaklanır. Ve zenginleri baştan indirir. Yani oligarşiyi bitiren para ve kölelik durumudur. Bu sistem de bozulduktan sonra kendini daha özgürlükçü tanımlayan demokrasiye bırakır. Platon der ki oligarşik devlet adamları halkını umursamaz ve onların devamlı para harcayıp daha da fakirleşmesini sağlar. Sonra fakirleşen halk yöneticilere ve zenginlere kin beslemeye başlar ve kendi aralarında toplanıp baştakileri indirmek için planlar kurarlar (555d-556c). Daha sonra baştakilerin indirilmesiyle daha özgürlükçü olan demokrasi kurulur. Platon bu sistemdeki özgürlüğün insanları ölçüsüzleştirdiğini söyler. “Bir bakarsınız (kişi) kendini felsefeye vermiştir; bir de bakarsınız devlet adamı olmuş, kürsülere çıkmış, aklına eseni söylüyor; bir de şöyle bir böyle işler yapıyor… Böyle gelişigüzel, bağımsız, kaygısız yaşamak işine gelir, hoşuna gider”(561d). Platon demokrasinin yönetimsel olarak yetersizliğinden bahseder çünkü ona göre demokraside “Bir devlet adamının nasıl yetişmesi, ne bilgiler edinmesi düşünülmez. Kendimize halkın dostu dedirtmek yeter; bütün şerefler kazanılır bununla”(558b). Ayrıca Platon’a göre bu sistemin yıkılmasını da kurulmasında özenilen özgürlük sağlar. Ona göre kişiler o kadar özgür olurlar ki “Halkı yönetenler her yola girmesini beceremez, her istenen özgürlüğü veremez olunca halk onları suçlandırır, hain diye, oligark diye cezalandırır…Devlet adamlarının dediğini yapan yurttaşlar çıkarsa, onlar da kötülenir, aşağılık, köle ruhlu insanlar sayılır. Ev işlerinde de, devlet işlerinde de yöneticiyken yönetilene benzeyen, söz dinleyecek yerde emir vermeye kalkan kimseler beğenilir, övülür”(562d-e). Özgürlüğün köleliğe dönüştüğünü söyler Platon ve bunun, yiğit insanların başa geç(ebil)mesi ve korkakların onları takip etmesiyle olduğunu söyler. Kendisinin ruhun coşkunluk kısmına denk gelen yiğit insanların başa geçmesiyle sistemin nasıl bozulacağına dair fikirlerini göz önünde bulundurursak burada kastettiği aklın ağır basmamasıyla şan, şerefe, paraya düşkün olan bu yiğitler, zaman içinde gerekli müzik ve akılsal eğitimlerden mahrum kaldıkları için kendi çoşkunluklarının ve arzularının kölesi haline gelirler ve bu da topluma yansır diyebiliriz. Bu sisteme isyan edip emir vermeye kalkanlar arasından seçilen kurtarıcı, temsilci “çokluğun kendine kul köle olduğunu görünce yurttaşların kanına girmeden edemez…onu bunu suçlandırıp mahkemelere sürükler…Devletten kovulur da, düşmanlarını alt edip yeniden başa gelirse, o zaman tam bir zorba olur bu adam”(565e-566a). Böylelikle Platon’un en eğri, adaletsiz gördüğü sistem olan tiranlığa, diktatörlüğe geçilir. Platon’un eğrilik, ölçüsüzlük vb. hakkındaki fikirlerini ele alırsak aslında demokrasiden diktatörlüğe bir geçişin olması gerekmediğini anlayabiliriz çünkü demokraside siyasetten anlamayan ve her an siyasetçinin şirinliklerinden aldanmaya meyilli olan halkın çoğunluğunun siyasette rasyonel oylar kullanması pek de mümkün değildir. Böylelikle demokrasinin ta kendisi tiranlıkla eşdeğerdir de denebilir. Kandırılan insanların oyları ile ülke yönetimine irrasyonel, diktatör yöneticiler getirmek kolaydır. Yani Platon’un tiranlığa bir adım önceden varmaması ilginçtir bana göre. Platon bütün bu sistemleri anlattıktan sonra devletin adaletten önce geldiğine dair bir sonuç çıkarırız. Çünkü devletlerin huzurlarının bozulmasının ve bütün bu isyanların çıkma nedeninin adalet uğruna olabileceği olasılığını gözden kaçırır Platon. Bu yüzden de onun adalet tanımı ne Kephalos’un ne Polemarkhus’un ne de Thrasmarkhos’unkinden ne fazla ne de eksik kalır.

Platon, adalet nedir cevaplayacakken gerek verilecek eğitime gerek yurttaşların rollerine gerek dini eğitime gerek de yapılacak sansürlere kadar uzanan genişlikte kuralları ile kendine bir devlet kurmuş ve adaletin ne olduğunu kendisinin de dediği gibi insanın bir büyük ölçeği olan bu devlette aramıştır. Bulunan adalet tanımlarını eleştirmiş ve devletin bütünlüğüne verdiği önemden dolayı adaletin kişinin kendi işini yapması ve dolaylı olarak devletin düzenini korumasıdır diyerek eleştirdiği adalet tanımlarına kıyasla pek de parlak bir adalet tanımı ortaya koymamıştır. Devamında adil, doğru olmayanın ne olduğuna ışık tutmuş, bunu beş yönetim şekli ile anlatmıştır. Ve bu makalede yer vermesem de ruhların dünyası anlatısıyla Devlet kitabını bitirmiştir.

(Bu kitap, Devlet, Platon’un siyaset felsefesine giriş niteliğindedir. Platon daha sonra, yaşlılık döneminde yazdığı Devlet Adamı ve Yasalar kitaplarıyla siyaset felsefesine dair yeni ve kimine göre daha tutarlı fikirler ortaya koymuştur. Bu yüzden Platon’un siyaset felsefesini yalnız Devlet kitabı ile yargılamak sanırım Platon’a haksızlık olur. Ben ise burada Platon’un yalnızca Devlet kitabına dair bilgileri ve çeşitli eleştirileri paylaşmak adına bu makaleyi yazdım. )

Kaynakça:

Bayoğlu, E. (2012). Platon ve Aristoteles’in Devlet Anlayışlarının Karşılaştırılması (Erzurum:Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,Yüksek Lisans Tezi). Retrieved from atauni.edu.tr.

Ceylan, T . (2010). SİYASET FELSEFESİNİN TEMEL PROBLEMLERİNDEN BİRİ VE BİRLİKTE YAŞAMANIN KOŞULU OLAN ADALET (PLATON) . Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi , 0 (14) , 159–176 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/ataunikkefd/issue/2775/37189

Demiralp, D. (2006). Antik Dönemde Felsefe ve Sanat. (Ankara: Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora tezi). 9–12.

Gilson, E. (1999). Tanrı ve Felsefe (2nd ed.). trc. Mehmet Aydın. İstanbul: Birleşik Yayıncılık. 1–38.

Karaaslan, D. (2014). Antik Yunan’da Kadın Olmak. Siirt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:1, Sayı 2, s. 159–174.

Kavuran, T.&Dede, B. (2012). Platon ve Aristoteles’in Sanat Etiği, Estetik Kavramı ve Yansımaları. Atatürk Sanat Dergisi, (23), 48–63.

Platon. (2019). Devlet. (Eyüboğlu S.&Cimcoz M. A, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Topakkaya, A . (2008). ADALET KAVRAMI BAĞLAMINDA ARİSTOTELES — PLATON KARŞILAŞTIRMASI . FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi , (6) , 27–46 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/flsf/issue/48606/617516

YaleCourses. (2008, September 22).4. Philosophers and Kings: Plato’s Republic, I-II [Video]. https://www.youtube.com/watch?v=nVQKbQVc2_w&feature=youtu.be

Bana sosyal medya hesaplarımdan ya da humeyra.uzell@gmail.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Merhaba, yazımı beğendiyseniz paylaşarak ve alkış atarak destek olabilirsiniz. :)

Diğer yazılarım için:

--

--

Hümeyra Üzel
Türkçe Yayın

Düşünmek, sorgulamak ve fikir alışverişinde bulunarak öğrenmek adına yazmaya başladım. #KitapRaporları @Gaia Dergi | @Tedev Genç Sanat Dergisi