Postmodernizm Nedir? Ne Değildir?

Uğur Yıldırım
Türkçe Yayın
Published in
5 min readJul 22, 2021

Postmodernizm diye bir kavram var, bir dönemin felsefi, sanatsal, kültürel anlamda ayrık olarak diğer dönemlerden farkını ifade ediyor. Modernite geleneğinin aşıldığı veya ona tepkiselliğini bleirtiyor. Bu kavramın özellikle felsefi yansımaları politik ve felsefi tartışmalarda oldukça fazla kullanılıyor. Peki Türkiye’de bu kavram doğru şekilde anlaşılıyor mu? Kişisel gözlemlerim kavramın hiç anlaşılmadığı veya kavramın zaten altı pek de dolu olmayan bir kavram olduğunu söylüyor.

Öncelikli olarak temel eleştirilere bakmak istiyorum. İlk olarak Anglosakson felsefe geleneği olan Analitik felsefe geleniğinden yapılan eleştirilerde “postmodern (Fransızlar) filozoflar felsefe yapmıyor, ancak edebiyat yapıyorlar” veya “postmodernler dili ağdalı bir şekilde kullanarak okuyucuyu felsefi bir metin olduğunu düşündürecek şekilde kanıdırıyorlar” gibi iki eleştiri öne çıkıyor. Bir diğer eleştiri getirenler ise Marksist gelenekten gelen “postmodernler kimliği işin içine soktu, politika yapmanın alanı kalmadı, kahrolsun postmodernlere!” tipinde bir eleştiri. Bir de sağcı söylemlerde, Ben Shapiro’da da var olan “kültürel Marksistler dünyayı mahvediyor” söylemi. Son olarak da liberal düşünürlerden gelen postmodernlerin aklı ve mantığı tamamen saldığı gibi bir eleştiri var. Bu yukarıdaki eleştirilere baktığımızda günah keçisi olan postmodernlerin ne olduğu büyük bir soru işareti haline geliyor.

Jacques Derrida Kriket oynarken.

Bir de postmodernleri öven düşünce biçimlerine yönelelim. Belki de farkında olunmadan yapılan “coğrafya kaderdir” önkoşuluyla hareket eden bazı argümanlar postmodernleri kullanmayı fazlasıyla seviyor. Modernitenin koşullarını deneyimleyen, tarihselliğin vurgusunu hiç elden bırakmayan 60lar Fransa’sının düşünerleri referans verilerek anti-modernite denebilecek bir pozisyon alınıyor. Foucault’nun İran İslam Devrimi’ni desteklemesi hem bu devrimin karşıtları hem de coğrafya kaderciliğine düşen muhalifler için önemli bir noktada duruyor. Bir taraf Foucault diyerek parmağını sallarken diğer taraf Foucault’nun akıl ve mantığı bırakmasını hayranlıkla izliyor. Delilik halini alkışlamaya başlıyor. Belki burada da şöyle bir soru işareti bırakmak önemli olacaktır: Foucault bir tür aklın ortadan kalkması durumunu mu istiyor gerçekten?

Şimdi bazı eleştirilere cevaplarımı vermeye çalışacağım. (Ben Shapiro’nun eleştirisine cevap verme gereği duymuyorum, liberallerden gelen akıl eleştirisini ise coğrafyamızın aklın ve rasyonalitenin reddi şeklinde aldığı perspektif ile birlikte vermeyi düşünüyorum.) Öncelikle postmodern kelimesinden başlayalım. Birbiri ile Paris’te olmak, felsefe eğitimi almak ve aynı jenerasyonda olmak dışında hiç benzemeyen bu figürleri postmodern olarak nitelemek maalesef bizlere de Anglosakson felsefe ekolünün bıraktığı bir perspektif. Bu filozoflar kendilerine postmodern demiyorlar, felsefe yapıyorlar. Dönemin tarihsel koşulları ve ortak ilgi alanları (Hegel’e, Marksizm’e olan rahatsızlık ve Nietzsche’nin yükselişi) belli benzerlikler sağlıyor tabii. Postmodern filozoflar Amerikan ekolüyle felsefe öğrenenler için doğru gelebilir ancak Derrida, Deleuze ve Foucault postmodern filozoflar değiller, olsa olsa Fransız filozoflar!

Sartre, Deleuze ve Foucault bir eylem sırasında.

Marksistler ise eleştirilerini sınıf siyasetini geri plana atan bir kimlik siyasetinin yolunu açan postmodernler olarak görüyorlar. Hatırlatalım tekrar: postmodern filozoflar diye bir grup yok! 60'ların feminist hareket, lgbti+ hareketi, dekolonizasyon hareketleri açısından dolu dolu geçen yıllar olduğundan felsefesi de buradan etkilenerek bir değişime uğruyor. Dekolonizasyonu, feminizmi, lgbti+ haklarını da temel talepleri olarak kabul etmeye başlayan bir sol söylem yükseliyor. 1968 Paris’inde işçiler ve öğrencilerin birlikte yürttüğü eylemlerin başlangıç noktalarından biri seks-negatif bir kadın yurtlarına erkekler girmesin yasağı olduğunu akılda tutarak bu dönüşümü pratikte gözlemlemek mümkün. Aynı zamanda dönemin ABD-SSCB ayrımında da SSCB’nin, Arednt’in Stalin dönemi analizlerini de göz önünde bulundurarak pek bir umut vaadetmediğini görüyor buradaki düşünürler. ABD’nin vahşi kapitalizmine karşı desteklenecek totaliter Stalin olmamalı sanki. Bu noktada Fransa’nın toplumsal-politik koşulları da aslında felsefi değişime izin veriyor. Fransa 1966'da NATO üyeliğinde bir düzenlem yapıyor, 2009'da tam üyeliğe dönene kadar bu düzenleme devam ediyor. Birleşmiş Milletler Irak Savaşı için karar çıkaracağında ABD ve Birleşik Krallık’ın desteklediği bu çözüm önerisini Güvenlik Konseyi 5 daimi üyesinden Çin ve Rusya da destekleyebilecğeini söylerken Fransa veto etmeyi bile gündeme getiriyor! İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa’sında Fransız Komünist Partisi %20 küsürlerde oylar alırken, Sosyalist Parti yine %20 küsür oy alıyordu. Fransa Batı bloğu içindeki farklı konumunun da bu filozofların çıkışındaki etkisini göz önünde bulundurmak gerekiyor sanki. Liberal demokrasinin göreli özgürlük ortamı ve kapitalizmin rahatsızlığı karşısında sosyalizm ancak otoriter Sovyetler ikileminde sıkışmak istemiyordu bu düşünürler. Özgürlüğün ve eşitliğin ABD-SSCB eksenindeki iki versiyonu da pek parlak durmuyordu. Yeni bir sol için felsefenin politik yanının yeniden doğmasına uğraştılar. 60'ların dekonolizasyon, feminizm, lgbti+ hareketleri günümüze kadar kazanımlar elde ederek ilerlediler, ne kadar karşı saldırılar olsa da. Marksistlerin “proleter diktatörlük” aşamlı komünizm hayalinde bir şeyler eksikti sanki. Nietzsche ile o eksikliğin verdiği boşluktan bakarak nefes aldılar diye düşünüyorum ben.

Burada Arendt’in Marksistlere getirdiği eleştiriyi de bırakmazsak olmaz. Arendt politika alanının tam da Marksistlerin bahsettiği sınıf temelli eksende kalmasını totaliter ideoloji olarak görür. Politikanın yapıldığı alanın yok olması olarak niteler bu durumu çünkü Arendt için sınıf temelli Marksist okuma “tarihin yasası sınıf çatışmasıdır” gibi bir söylem kurarak insan eyleminin yaratıcı gücünü yok eder ve tarih temelli bir determinizm sunar.

Gelelim liberallere ve coğrafyamızın muhalif hareketlerindeki eksiklik olarak gördüğüm bakış açısına. Öncelikli olarak bu dönem düşünürlerinin fikirlerinin geliştiği nokta Paris. Paris demek Fransız devrimi, entelektüel birikim, modernizasyon, laiklik de demektir biraz bence. Fransız Devrimi, Paris Komünü derken liste uzar… Fransa ilk ulus-devlet olarak kuruldu, İhtilal sonrasında ve Paris Komünü sırasında hala kabul edebileceğimiz bazı haklar tartışıldı. Fransa Aydınlanma döneminin, modernleşmenin, sekülerleşmenin aşamalarından geçmiş tam anlamıyla modern bir devlet olarak vardır. Postmodernler modernite ile ilişkilerinde moderniteyi eleştiriler çünkü zaten modern dönemin, modern toplumun, modern devletin sorunlarını yaşamaktadırlar. Bu eleştiriler ise hiçbir zaman liberallerin iddia ettiği gibi aklın ve rasyonalitenin çöküşü anlamına gelmez, bunu iddia eden Ben Shapiro gibi isimler pek kaale alınmamalı da zaten. Liberallerin modernite bağı da bu açıdan eksiktir. Bu dönemin felsefesi moderniteye çok güçlü eleştiriler yapmıştır ancak gelinen noktada aklın reddi yoktur. Aklın merkeze alınması, arzuların, bedenin, duyguların ikinci planda olmasına dair eleştiriler vardır. Coğrafyamızda ise modernizasyon süreci tamamlanmamış, modernleşme gerçekleşmemiş, sekülerleşme yolunda yarım yamalak yürüyen, demokratikleşmesi hala gerçekleşmemiş bir Türkiye var. Türkiye’nin bu konumu içinde bu düşünürlerin anlaşıldığı şekliyle modernitenin reddi olarak anlaşılması büyük bir sorundur. Bu düşünürlerin modernite eleştirilerini yapabileceğimiz bir modernite geleneğine, en azından Fransa kadar sahip değiliz. Türkiye’de bu düşünürlerin pozisyonlarını beğenenler bile Foucault, de Beauvoir, Derrida ve diğerlerinin rıza yaşı konusundaki imzalarını gördüğünde sinir krizleri geçiriyorlar. Acaba biraz modernite mi istiyor bu tepkiyi verenler? Yoksa bu dönemin düşünürlerinin fikirsel dünyalarına dair önyargılar konusunda birçok eleştirel yaklaşan grup ile aynı şekilde mi yaklaşılıyor? Bu düşünrler kendi felsefeleriyle gayet tutarlı olduğu herhalinden belli olan bir imzaları nedeniyle eleştiri yağmuruna tutulurken eleştirenler modernite mi istiyorlar yoksa düşünce sistemlerinden haberdar mı değiller?

Butler’ın (Ah yine bir postmodern!) geçen yıl yaptığı bir röportajı buraya eklemek istiyorum: https://velvele.net/2020/09/30/kultur-savaslari-j-k-rowling-ve-entelektuel-karsiti-zamanlarda-yasamak-uzerine-judith-butler-ile-soylesi/

Entelektüel karşıtı zamanlarda yaşıyoruz ve coğrafyamızdaki politik duruşların ne kadarı bu coğrafyaya hitap ediyor bunlar konusunda dikkatli olmamız gerekiyor. Türkiye’de postmodern (artık ne anlama geliyorsa) düşünce olamaz çünkü modernleşmenin tamamlandığı tarihsel koşullar yok. Düşünürlerin bizlere vereceği fikirler, analizler, kavramları dikkatli kullanmak, modernitenin eleştirisi olduğunu ancak reddi olmadığını anlamak zorundayız. Aksi durumda modern-öncesi dönem tartışmalarından ileri gidecek bir politik alan kalmayacaktır.

--

--

Uğur Yıldırım
Türkçe Yayın

Kendi çapında düşüncelerini paylaşmak isteyen bir felsefe öğrencisi.