Proust Saplantımı Anlamak Üzerine Bir Deneme

Ezgi Küşüm
Türkçe Yayın
Published in
4 min readApr 26, 2024

Deneme derken, edebi tür değil, eylem olan. Senelerdir Proust okuyorum. Seriyi bitireli çok oldu, ama ciltlerin yedisi de elimde döner durur. Aralarından aklıma esen birini çekip, bir sayfa açar, oradan okumaya ve hatırlamaya başlar ya da unuttuklarımın ayırdına varıp hayıflanırım.

Ciltlerden birini rastgele seçip, altını kıvırdığım sayfalardan birini araladığım bir gündü. Seriyi ilk okuduğum dönem satırların altını çizmiyordum, hoşuma giden bir şey olunca sayfasının alt köşesini kıvırıyordum (Aynı sayfanın arka yüzünde de hoşuma giden bir şey olursa, alt köşesi diğer tarafa kıvrık olduğundan, bu sefer üst köşesini içe kıvırırdım.). Bu sayfayı neyden ötürü kıvırdım acaba diye tararken, ne zaman bu ciltlerden birini elime alsam yinelenen şey oldu. O sayfada aradığımı bulamayıp, “belki öncesini okumadığımdan niye kıvırdığımı anlamamışımdır” düşüncesiyle bir önceki sayfaya geçtim, oradan da ondan önceki sayfaya. Sonra bir bakmışım, döndüğüm yerden başlayıp sayfalarca okumuşum, kıvırdığım sayfanın 10 sayfa ilerisinde bir başka şey hoşuma gitmiş, o sayfayı kıvırıyorum.

O gün, içimde şu monolog yinelendi: — baştan okusam, ilk ciltten. çok vakit alır, onun yerine başka bir şey okursun. bir yandan da bunları okurum— sessizlik.

O gün bitti ve ben seriye baştan başlamadım. Bu anı daha önce çok kez yaşamıştım, ve daha sonra da yaşayacağımı biliyordum. Bu haliyle o gün, başka günlere benzeyen, bu konu özelinde herhangi bir değişiklik taşımadığı için anlatmaya değer olmayan alelade bir gün olarak benzerlerinin yanında ve benzerlerini temsilen bu yazıda yerini aldı. Proust bakış açısından söyleyecek olursam, seriye baştan başlayacak olan benliğim henüz doğmamıştı.

Samuel Beckett, Proust incelemesinde diyor ki, dün bizi çarpıtmıştır. Algımızı ve gerçekle temasımızı çarpıtmıştır. Proust’un bize gösterdiği de budur, diyor. Dünün görüşümüz üzerindeki etkisini, göz merceğinin lazer işleminden sonra dünyayı daha net gösterecek hale kavuşması, ya da ilerleyen astigmatın merceğin yapısını değiştirerek görüntüyü bulanıklaştırması gibi düşünelim. Bakınca, biri olumlu, biri olumsuz bir etkiye sahip gibi geliyor. Biz yine de dün’ün etkisinden çarpıtma olarak görmeliyiz; zira, merceğin uğradığı bu değişiklikler görüşümüzü geçmiştekinden farklı kılıyor, ve çarpıtma kelimesiyle kastedilen bu tür bir aslından sapma. Merceğin bu yeni haliyle bir şeye baktığımızda gördüğümüz, o şeyi ilk gördüğümden farklı, aslı gibi değil — Bir şeyi ilk gördüğümüzde gördüğümüz o şeyin aslı mıdır peki? Bunun cevabı da Proust’a göre “hayır”, ama bu başka bir yazının konusu olsun.

Kayıp zamanın izinde’de en çok işlenen konulardan biri, zamanın benliğimiz üzerine etkisi. Anlatıda karakterlerin arzuları doğrultusunda taşıdıkları benliğin değiştiğine tanık oluruz. Mevcut benliğin dönüşmesinden ziyade, yeni arzuyla yeni bir benliğin doğmasını kastediyorum. Bir arzunun tatmin olmasıyla ya da karşılanması ihtimalinin ortadan kalkmasıyla o arzunun yarattığı benlik ölür. Swann’ın Odette’e aşkının hastalıklı bir hale dönüşmesiyle ilgili anlatıcının kurduğu şu cümleye bakalım:

“Ama şunu da belirtmek gerekir ki, bu hastalıklı halinde, iyileşme fikri, ölüm kadar korkutuyordu onu; zaten iyileşmesi, o sıradaki benliğinin ölmesi anlamına geliyordu.”

Bu benlikler sonlansa ve yenilerini oluştursak da eski benlikleri de içimizde taşıdığımızı, benliğin dönüşümünden ziyade yeni benlikler oluşturup biri ölünce diğerine geçiş yaptığımızı söylüyor. Bu benlikleri yaratan şey geçen zaman, dünün bizi çarpıtması sonucu hayatı algılayışımızın, arzularımızın değişmesi. Geçmiş benliklerimiz ortadan kaybolmuyor, ancak onlar istemsizce, dışarıdan gelen bir uyaranın vasıtasıyla ansızın ortaya çıkmadıkları sürece içimizde, irade dışı belleğin sularında varlıklarını sürdürüyorlar.

Geçmişi iradi belleğimiz (irade dışı bellek başka bir yazının konusu olsun) vasıtasıyla hatırlamaya çalıştığımızda, ya da bir çağrışım yoluyla anılarımıza ulaştığımızda olan şey, geçmişte olan bitenin şu anki benliğimin gözünden bir kopyasını yaratmak. Şu anki benliğimle, geçmişteki benliğimin yaşadığı bir olayın, seyre daldığı bir manzaranın ya da sevgilinin hissettirdiklerinin bir kopyasını üretiyorum. Çıkardığımız bu kopya geçmişteki benliğimizin algıladığından farklıdır. Dolayısıyla hatırladığımız geçmiş gerçek değildir. Çünkü dün bizi çarpıtmış, algımızı değiştirmiştir. Bu yüzden geçmiş, sonsuza kadar kaybolmuştur. Eserin adı “Kayıp zamanın izinde” olunca, Proust’un yazarak ulaşmaya niyetlendiği bu kaybolan geçmiş diye yorumlayabiliriz, ancak bu tanım bana eksik geliyor. Çünkü, bu cevap neden yıllardır dönüp dolaşıp tekrar kendimi bu ciltlerin sayfalarında dolaşırken bulduğumu anlamama yetmiyor. Ya da belki, bu serinin başka bir sırrı yok ve ben neden bu kaybolan geçmişin beni cezbettiğini anlayacağım yolun sonunda.

Yıllar önce bu post’ları paylaşan Ezgi’nin hangi sayfayı niye kıvırdığını anlamamam, her okuyuşumda yeni bir sayfayı kıvırmamın sebebi kitabı okuyan Ezgi’lerin her birinin farklı bir benliği oluşu. Seriyi araya başka kitaplar, ilişkiler, evler, seyahatler koyarak tamamladım, ciltler yıllara yayıldı. Şu an hayatta, ilk cildi ilk okuyuşumdan bambaşka bir noktadayım — ki ilk okuyuşum bu seriyi ilk okumayı deneyişim değildi, uzayan tasvirlerden sıkılıp ilk cildi bitiremeden bir kenara attığım yıllar oldu.

Bu yıl seriye en baştan başladım, her sayfasını iştahla okuyorum. Bir oturuşta tüketmek yerine yine paralelde başka kitaplar okuyarak devam etmeyi tercih ediyorum, sanıyorum ki yine birkaç sene alacak tamamlamam. Bu yolculuk benim en uzun denemelerimden biri olacak, sonuca ulaşıp ulaşamayacağım meçhul. Ama adı üstünde, amacım anlamak üzerine bir deneme.

Bu denemenin ilk adımı, niyetim yol boyunca yazmak, bakalım ne olacak.

ezgi

--

--