Rönesans Zihin Tarihi Dönüşümleri Üzerine Kısa Bir Özet/Deneme

Kağan Server Atıcı
Türkçe Yayın
Published in
7 min readNov 17, 2020
Giovanni Bellini, “Tanrıların Ziyafeti”, 1514, tuval üzerine yağlıboya, 170 x 188 cm, National Gallery of Art, Washington.

Rönesans Dönüşümleri İçin Bir Başlangıç

Batı uygarlığında 15. yüzyılla birlikte başlayan Rönesans ya da Yeni Çağ adıyla anılan bu dönemde Ortaçağ’da uzun süre hakim olan toplumsal, düşünsel, kültürel ve sanatsal yapılanmaların büyük dönüşümler geçirdiğini ve bu dönüşümlerin Çağdaş Batı Uygarlığının temellerini oluşturduğunu bilmekteyiz. Ortaçağ’daki feodalizm, skolastik düşünce, toprak mülkiyeti, tarım, kırsal yaşam, sanatsal üretim biçimi ve buna bağlı olarak sanat/zanaat karşıtlığı, loncalar, Hıristiyanlık ve kilise gibi birçok kavram Rönesans ile dönüşmüştür. Bu dönüşümle beraber Rönesans bir “ilkler dönemi” olarak da görülebilir. İlk otoportre, ilk deneme türünde yazılar gibi “ilkler” Rönesans’ta üretilmiştir. Toplumsal ve sosyal anlamdaki dönüşümün arka planındaysa hiç şüphesiz sivil toplumun ortaya çıkması bulunmaktır. Devletten özgürleşme, devletle aile arasında duran birlik yine Rönesans’ta ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte skolastik düşünceden insan merkezli bir temele dayanan Hümanizm düşüncesi, bireyselleşmeyi gündeme getirmektedir. Tüm bu Rönesans dönüşümlerinin kent merkezli dönüşümler olmasıysa Rönesans kültürünü bir kent kültürü kılmaktadır.

Rönesans dönüşümlerinin gerçekleşmesinin en önemli temelkoyucu yöntemiyse İncil, Yunan ve Roma düşüncelerinin aynı anda edinilmesidir.

Yukarıda bahsettiklerimizin aslında dört dönüşüm alanına sahip olduğunu görülmektedir. Bunlar toplumsal, düşünsel, kültürel ve sanatsal dönüşüm alanları olan dört alandır. Şimdiyse ayrı ayrı başlıklar altında Rönesans entelektüel dönüşümlerine göz atalım.

Pietro Perugino, “Anahtarların Teslim Edilmesi”, 1481–1482, fresk, 335 x 550 cm, Sistine Şapeli, Vatikan.

Toplumsal Alan/Sosyal Arkaplan: Rönesans’ta Toplumsal Dönüşüm ve Sivil Toplum

“… Avrupa uygarlığı, özünü ve temelkoyucu anlamını Rönesansa, Rönesans da gerçekliğini sivil topluma borçludur.”

-H i l m i Y a v u z

Avrupa’nın sosyal tarihinde sivil toplumun ortaya çıkışı özellikle İtalya’da 13. yüzyılda kentlerde hakimiyet gösteren ticaret oligarşileriyle başlar. Şerif Mardin “Din ve İdeoloji”sinde sivil toplumun sosyal arkaplanını ve tabanını oluşturan bu oligarşilerden “Weber’in ‘rechtsgemeinschaften’ diye adlandırdığı, özerk yetkileri olan tüzel kuruluşlar” olarak bahsetmektedir. Yine Mardin ticaret oligarşileri için, bu sefer de “Cambridge Economic History of Europe”dan şöyle aktarıyor:

“Bu gibi oligarşiler bütün kozları ellerinde tutarlardı, siyasî ve iktisadî gücü âmme ve özel yetkileri, meşru ve gayrimeşru tesirliliği toplarlardı, onlar lonca toplantıları ve pazarlarda, iktisad komitesinde ve işyerine hakimdiler. Hakim güç sahipleri kisvelerinde cemaati sömürmeye ve iş adamı kisvelerinde gerekli kanun ve politikalarla, kendi şahsî çıkarlarını sürdürmeye meylederlerdi.”

Ticaret oligarşisi zemininde ortaya çıkan sivil toplum nedir? “Avrupa’nın Zihin Tarihi” adlı kitabında Hilmi Yavuz, Björck Beckman’ın “Demokratikleşmeyi Açıklamak: Sivil Toplum Kavramı Üzerine Notlar” isimli makalesinden sivil toplum tanımlamalarını paylaşıyor; “Sivil toplum, devletle aile arasında, devletten ayrı ve devletle ilişkide özerliğe sahip birlik alanıdır” (Gordon White), “sivil toplum, gönüllü, kendi kendini yaratan, devletten özerk, örgütlü toplumsal yaşam alanıdır” (L. Diamond). Son olarak C. Taylor’a göre sivil toplum “minimal anlamda devletin vesayeti altında olmayan, özgür birliklerin bulunduğu yerde; güçlü anlamda ise, sadece bir bütün olarak toplumun devlet vesayetinde olmayan bu tür kendini yapılandırabildiği ve eylemlerini koordine edebildikleri yerde” var olabilirdir.

Anlaşılıyor ki sivil toplum, devletle ilişkide özerkliğe sahip olan bir alanda var olan; Ortaçağ feodal toplumunun temelinden tamamıyla farklı, yalnızca ticarette değil siyasi ve iktisadi anlamda da güçlü, Rönesans’ta ortaya çıkan ve kent kültürüyle Rönesans’ın gerçekliği olmuş temel toplumsal dönüşümdür.

Agostino dei Musi, “Roma Baccio Bandinelli Akademisi”, 1531, gravür, 27,5 x 30,1 cm, Rijksmuseum, Amsterdam.

Feodalizmden Hümanizme: Rönesans’ta Düşünsel Dönüşüm

“Artık rahip cübbesinin altında İncil’in, Yunan ve Roma düşüncesinin mesajları mayalanmaya başlamıştı, ama o cübbe hala onları birarada tutuyor, dağılmalarını önlüyordu.”

-E d g a r M o r i n

Ortaçağ düşüncesi olan feodal ve skolastik düşünceden Rönesans hümanizmine doğru ilerleyen düşünsel anlamdaki dönüşüm Rönesans entelektüel arkaplanının temelidir. Rönesans döneminde antik metinlere geri dönmek ve onları ‘yeniden-okumak’ şüphesiz düşünsel anlamda bir dönüşümü, dönüşümün sonucunu da hümanizme vardırır. Anlaşılıyor ki İncil, Yunan ve Roma düşüncesi, Rönesans’ın çağdaş Avrupa uygarlığının belirleyicisi olması ve bu üç temelkoyucu düzlemin birleştirilmesinin ilk defa Rönesansta ortaya çıkmasıyla düşünsel/entelektüel dönüşüm, kentlerin yaşam alanı olmasını ve sivil toplum meselesini hesaba katmayı unutmadan, feodalizmden hümanizme doğrudur.

Sosyal ve entelektüel anlamdaki dönüşümlerin çağdaş Avrupa uygarlığının belirleyicisi olduğunu ve yukarıda bahsedilen İncil, Yunan ve Roma düşüncesinin edinilmesi anlamında hümanizmin insan merkezli bir düşünce olmasıyla Avrupa modernliğini, biri klasik edebiyatla temellendirilmiş hümanizm, diğeriyse 17. yüzyılda gerçekleşen doğa felsefesi üzerinden temellenen bilimsel bir dönüşüme borçludur. Geç Hümanistlerinden Erasmus’un “Deliliğe Övgü”süyle, Shakespeare’in “Sonnetler”iyle, Montaigne’in “Denemeler”iyle ve Thomas More’un “Ütopya”sıyla ulaşabileceğimiz bu düşünce ortaya hoşgörülü ve bir seküler kültür ürünleri koymuşlardır.

Hümanizm için belirtmek gerekir ki, Avrupa hümanizması kendi içinde hapsedilmiş bir haldedir. Yani bu hümanizma Avrupamerkezli (Eurocenteric) bir kapalılık durumunda ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Hümanizm, insanı kendi merkezinde konumlandıran bir düşünce olması anlamında evrenselliği imler. Fakat hümanist düşünce bu kapalılık durumunu kırmaya eleştirel akıl sayesinde başlamıştır. Oysa insan merkezli bir düşünce biçimi insanı, vasfı, ırkı, kıtası, kültürü ne olursa olsun tanıyarak, içerdiği evrenselliği kabul etmeli ve somutlaştırmalıydı. Bunun gerçekleşmemiş olmasının sebebi ise insan sevgisini temel üç düzlemde kurgulanan hümanizmin, neredeyse, Hıristiyanvari bir gizemden beslenmiş olmasıdır. “Avrupa evrenselciliği yalnız akıldan, nesnellikten, bilimsellikten oluşmuş değildir, onların yanı sıra iman ve heyecandan da oluşturmuştur ve bu anlamda Hıristiyanlığın varisidir.”

İşte bu hümanist birikim Avrupa medeniyetinin Antik Yunan ve Roma düşünceleri ve özellikle 16. yüzyıl Geç Rönesansı’nın “hıristiyanlığı ile dönüşmüş bir medeniyet” olması sonucuna ulaştırır bizi ve bu gözardı edilemez.

Albrecht Dürer, “Kendi Portresi”, 1500, ahşap panel üzerine yağlıboya, 67 x 49 cm, Alte Pinakothek, Münih.

Kent: Rönesans’ta Kültürel Dönüşüm

Kentler ilk defa Rönesans döneminde özellikle İtalya’da oluşmaya başlayan yaşam alanlarıdır. Zamana ve maddi çevrelerin taleplerine uyarlanma meselesi ve Ortaçağ’da üretimin gerçekleştiği ortamlara kıyasla Rönesans uyarlanma ve üretim biçimleri düşünüldüğünde, yaşamla birlikte üretim tarzının anlaşılması için kent kavramı önemli bir rol oynamaktadır. İnsanoğlunun avcılık ve toplayıcılık yaptığı dönemlerde yaşam alanı “kır” olarak karşımıza çıkar. Yine aynı şekilde tarım ve hayvancılığın yapıldığı Neolitik devirde de yaşam alanı “kır”dır. Fakat ne zaman üretim biçimi ‘avcılık-toplayıcılık’ ve ‘tarım-hayvancılık’tan ‘manüfaktür’e geçerse yaşam alanı kent olarak dönüşüm gösterir.

Rönesans kenti kültürel dönüşümün merkezinde olmasıyla tarihte “Kent Devrimi” olarak anılan ve ilk kentler olarak gözlenen Mezopotamya kentlerinden farklıdır. Bu fark kentlerin sivil toplumu ve hümanist düşünceyi içermesiyle söz konusu olur. Sivil toplumu oluşturan, devletten özerk zengin tüccar ve ticaret oligarşilerini ortaya koyması bakımından da Rönesans kentleri Ortaçağ kültürel ve yaşamsal faaliyetlerinin üzerinde bir kültürel merkezdirler.

Yani Rönesans’ta kültürel dönüşümün anlaşılması ‘kır yaşam biçimi’nden ‘kent yaşam biçimi’ne doğru giden bir uygarlık meselesinin anlaşılmasını zorunlu kılar.

François-André Vincent, “Zeuxis Modellerini Seçiyor”, 1789, tuval üzerine yağlıboya, 102 x 137 cm, özel koleksiyon.

Sanat Tarihinde Rönesans: Sanatsal Alanda Dönüşümler

Rönesans’ta sanatsal anlamdaki dönüşümler hiç şüphesiz perspektifin kullanılması ve bununla beraber ‘gören özne’nin söz konusu olması, otoportrenin gelişimi, sanatçı kavramının ortaya çıkışı, ekollere bağlı sanatsal üretim, sanatçı biyografilerinin yazılması, mitolojik dahi olsa çıplaklığın tasviri, saray sanatçılarının değerinin artması gibi meselelere dayanmaktadır. Fakat tüm bunların yanında -ki tüm bunlarla Rönesans sanatı Ortaçağ sanatından zeminsel anlamda ayrılmaktadır- sanatsal devrimler Rönesans sanatçıları için bir bilgi aracıdır. Rönesans’la birlikte artık sanatçı ve zanaatkar birbirinden kuramsal olmasa da ayrılmaya başlar ve Ortaçağ’da olduğu gibi sanat eserleri siparişle üretilmeden de ortaya çıkar. Albercht Dürer ilk defa otoportresini yapması, Bruneschelli’nin perspektif deneylerini ilk defa bir mimari yapı üzerinde denemesi, Vasari’nin ilk kez sanatçıların hayatlarını kaleme alması Rönesans döneminde gerçekleşir. Metnin başında bahsedilen “ilkler dönemi” adlandırması görüldüğü gibi daha çok sanatsal dönüşümlere işaret eden bir adlandırmadır.

Sanatçılar üretime geçmek adına Ortaçağ’da olduğu gibi bir loncaya dahil olmak zorunda değillerdi. Fakat zengin ve burjuva sınıfına ait olan aileler sanat hamiliği yaparak sanatçıları sanatsal üretime devam etmeleri için maddi açıdan destekliyorlardı. Bu ailelerden en çok bilinen Medici Ailesi olmuştur. Aslen kırda yaşayan bu aile İtalya’da bankerlik yapan bir ailedir ve sanata önem verip, sanatı korumaları altına almıştır.

Rönesans dönemi aynı zamanda Yeni Çağ diye adlandırılırken, bu adlandırmayı insan ve dünyanın yeniden keşfi olması sebebine borçludur. Yeni insan ve yeni toplum modelinin keşfi ve inşası ortaya “ütopya” kavramını çıkarır. Geç Rönesans sanatçısı olan Thomas More’un “Ütopya” adlı eseri de bu kavramın ortaya çıkmasıyla ilintilidir

Sanatsal dönüşümlerden bahsederken daha önceki dönüşümlerin ortaya çıkardığı sonuçlar ışığında perspektifin inşası bakan/gören özneyi, izleyiciyi; sanatçının bakışını merkeze, odağa yerleştirmiştir. Sanattaki bu bakış ve konumlama işlemi ‘birey’in, ‘birey kimliğinin’ doğuşunu da işaret eder. Dönemin düşünce biçimi olan Hümanizmle ilgili de olan bu bireyin ortaya çıkışı yine Rönesans’ın her türlü dönüşüm alanını içeren bir çağdaş Avrupa uygarlığının belirleyicisi olma rolünü nasıl üstlendiğinin kanıtıdır.

Brunelleschi’nin Perspektif Deneyi, 14. yüzyıl.

Sanat tarihi, temelde insanlık tarihinin formlar üzerinden okunmasını esas alan bir alandır. Dolayısıyla Rönesans sanatsal dönüşümlerini incelemek belirli ölçüde ikonografik okumalar yapmakla mümkündür. Fakat formlar üzerinden insanlık tarihini okumak anlamında sanat tarihi, bize, Rönesans döneminde gerçekleşen dönüşümlerin sanat üzerinden okunması imkanını verir. O halde (yukarıda bahsi geçen Rönesans sanatsal dönüşümlerini bizlerin modern anlamda halihazırda verili-olan sanat kavramlarını tanımamız anlamında bir “ilkler dönemi” olarak kenara koyup) başka bir meseleyi tartışmaya başlayabiliriz.

Sanat alanında gerçekleşen devrimlerin Rönesans sanatçıları tarafından bir bilgi aracı olarak görüldüğünden bahsetmiştik. Fakat Claude Lévi-Strauss sanatın yalnızca bilgi aracı olarak değil, bir mülk aracı olarak da görüldüğünü belirtir ve başta söz konusu olan sanat hamiliği meselesine de atıfta bulunarak şöyle der:

“Rönesans’ta, sanatçılara göre resim bir bilgi aracıydı belki, ama aynı zamanda bir mülk aracıydı da. Rönesans resmine eğildiğimizde bunun Floransa’da, daha başka yerlerde biriken sınırsız zenginlikler yüzünden gerçekleşebildiğini, zengin İtalyan tüccarların ressamlara dünyada güzel, istenir olan her şeyi onların mülküne sokabilecek aracılar gözüyle baktıklarını unutmamalıyız. Floransa saraylarındaki resimlerle küçük bir dünya oluşmuştur: Bu dünyada mülk sahibi, sanatçılarına, dünyada kendisi için değerli olan her şeyi ulaşabileceği bir yerde, olabilecek en gerçek biçimde yeniden yarattırmıştır.”

Yine Lévi-Strauss:

Batı uygarlığında sanatın göze batan özgün çizgilerinden birini oluşturan şey bence, sahibin ya da giderek seyircinin o nesneye sahipolma konusunda gösterdiği güçlü ve tutkulu istektir.”

diyerek Rönesans sanat özgünlüğüne farklı bir eleştiri getirmektedir.

Giorgione, “Uyuyan Venüs”, yaklaşık 1500, tuval üzerine yağlıboya, 110 x 175 cm, Gemaldegalerie Alte Meister, Dresden.

Anlaşıyor ki, hiç şüphesiz Rönesans sanatındaki dönüşümleri okurken, düşünsel anlamda açıkladığımız hümanizm ve “ilkler dönemi”ne örnek gösterdiğimiz perspektif inşasının birey kimliğini ön plana çıkarması, nesnelerin görüntüsüne sahipolma arzusuna kapılan ve arzularını gerçekleştirmek için yeterli imkanı olan burjuva sınıfının eylemlerinin çarpıcı sonuçları karşımıza çıkar.

--

--

Kağan Server Atıcı
Türkçe Yayın

Poet of the book “Ophelia”. Interested in visual culture and art history. Writing in Turkish.