Rüya

Ayşe Nur Alagöz
Türkçe Yayın
Published in
4 min readFeb 20, 2020

Uçsuz bucaksız beyazlığın içinde tek başına yürüyordu koca öküz. Tüylerini donduran, sıcak derisine keskin ısırıklar atan tipi, ortada hiçbir canlının yalnız gezmesine izin vermeyecek kadar sertti. Öyle ki gezemeyen canlılardan olan ağaçlar dahi ortalığı terk etmiş, onun bilmediği inlere saklanmışlar gibiydi. Her yer sadece beyaz ve grinin tonlarındaydı. Gökyüzünü yeryüzünden ayıran ufuk çizgisi dahi kendi rengini ifade edemeyecek kadar bu iki renge harman olmuştu.

Ortalıkta uçuşan kar taneleri gözünün içine girmesin diye kısık gözlerini sürekli kırpıştırıyor, soğuk göz küresine değen ılık göz kapakları her seferinde ona küçük bir haz yaşatıyordu. Bu mutlu oyunu sürdürüp, her seferinde daha fazla kapalı kalmak isteyen gözlerine rağmen yoluna devam etmek zorundaydı. Vücudu, iyi günlerinde depoladığı besinle bir kaç gün daha geçinmesine müsaade edecek gibi dursa da midesi huysuzlanmaya başlamadan bir şeyler bulmalıydı.

Az ileride bir çalılık görünüyordu, oraya doğru gidersem belki yiyecek bir şeyler bulurum diye düşündü. Ama çalılığa yaklaştığında gördü ki geriye kuru dallardan başka bir şey kalmamış. Bu kuru dallara tenezzül edecek duruma düşmemişti henüz. Yinede onları koklayıp, içlerinde öz suyundan eser var mı bilmek istedi. Bu sırada, bir kar kümesinin dibinde bir şeylerin kıpırdadığını gördü yaşlı öküz. Durdu ve uzun zamandır kardan ve kendisinden başka hiçbir şeyin hareket etmediği vadide neyin hareket edebileceği düşünerek o noktaya dikkat kesildi. O da durunca şimdi vadide tek hareket eden şey rüzgarın savurduğu kızıla çalan kahverengi tüyleriydi. Kara saplanmış gibi duran bacakları üzerinde hala dikkatle aynı yöne bakıyor, az önce gördüğü şeyin gerçek mi yoksa hayal mi olduğundan emin olmak istiyordu. Bu beyazlığın içinde o kadar zamandır yalnızdı ki, artık gördüklerinin, ve hatta yaşadıklarının sadece kendi hayali olduğunu düşünmeye başlamıştı. Hareketsiz kalan vücudu ısı kaybetmeye başlamadan yoluna devam etmeliydi. Fakat orada başka bir canlı görme ihtimali onu şuan her şeyden çok cezbediyordu. O sırada gerçekten de bir şeylerin kıpırdadığını gördü!

Bu, küçük ama toplu bir kar tavşanıydı. Arka ayaklarının üstünde durmuş belli bir noktaya bakarak sanki sinyal veriyordu. Öküz kafasını tavşanın baktığı noktaya çevirdiğinde ise başka bir kar tavşanının hızla kendine doğru koşmakta olduğunu gördü. Koşan tavşan onu bir tehdit olarak görmemiş olacak ki, koca öküzün bacakları arasında hızla geçip yoluna devam etti. Diğerinin yanına vardığında o da arka ayakları üstünde durdu. Kafasıyla küçük hareketler yaptı. Galiba bu bir çeşit selamlama ya da tehlike olmadığına dair rapor vermeydi. Onları şaşkınlıktan iyice açılmış gözleriyle izleyen öküz, daha önce farkına varmadığı üç küçük tavşan yavrusunun da yanlarında olduğunu gördü. Büyükleri gibi arka ayakları üstünde durmadıkları için onların varlığını ancak giderken ki hareketlerinden anlayabilmişti. Daha sonra hepsi birlikte kar kümesinin ardına doğru koşarak, gözden kayboldular. Saniyeler içinde yaşanan bu olay öküzü o kadar tuhaf hissettirmişti ki, tavşanlar gideli uzun bir zaman geçmesine rağmen hala bir adım dahi atmamış, olduğu yerde kalakalmıştı. Bu gördükleri de neydi şimdi ? Nasıl olur da onca zaman bu vadide yaşayıp tavşanları görmemişti. Onları daha önce görmediyse, ya onlar bu vadiye yeni gelmişlerdi, ya da kendisi ne kadar yürüdüğünü bilmeden farklı bir vadiye gelmişti. Neden onlar çoktu da kendisi azdı. Uçsuz bucaksız beyaz çölde yalnız olmaya o kadar alışmıştı ki. Eğer daha önce hiçbir canlı görmediyse onların tavşan oldukları bilgisine nasıl varmıştı? Bunu, yani uzun kulaklı küçük tüylü yaratıklara tavşan dendiğini, ona birinin anlatmış olması lazımdı. Peki bu kişi kimdi ? Küçük yavru tavşanlar gibi onunda büyükleri var mıydı?

Bir şeyler eksik gibiydi. Kafasında dolaşan düşünceleri bir sonuca bağlayamıyor, hiçbir sorusuna cevap bulamıyordu .

O, hala olduğu yerde dururken, tipi artmaktaydı. Rüzgar içinde süreklenen bir kar tanesi göz bebeğinin konunca gözlerini kırptı ve o sıcaklığı hatırladı. Bunca bilinmezliğin içinde bir tek bu sıcaklık tanıdıktı. Gözlerini bir süre daha kapalı tutup sıcaklığın tadını çıkardı. Göz kapakları ve göz küresi ısı alışverişini tamamlayıp aynı seviyeye erişince, haz da bitiyordu. Gözlerini tekrar açıp kapadığında aynı hazzı tekrar buluyordu. Ne kadar tatlı bir oyundu bu. Hareketsiz durmaktan üşümeye başlamıştı dizleri. Sanki içindeki bir ses ilerlemesi gerektiğini söylüyordu. Sahi neden bunca zaman hareketsiz kalmıştı? Belki de dinlenmek için durmuştu. Az önce yaşanan herşey sanki hiç yaşanmamış ve kafasında bir sürü soruya sebep olmamış gibi, hepsini çoktan unutmuş, şimdi de kendi kendine yalanıyordu. Hafif ıslak burnu buz gibi olmuştu.

Az ilerde bir çalılık görünüyordu. Oraya doğru yiyecek bir şeyler bulma umuduyla ilerledi. Oysa bulduğu kupkuru bir çalılıktı. Kokladı, öz suyundan geriye hiçbir şey kalmadığı belliydi. Yinede belki bir şeyler çiğnemek içindeki bu garip sıkıntıyı geçirirdi. Diliyle uzanıp aldığı çalılının ince dallarıyla ağzını doldurmuş, gevrek sesler çıkararak dalları öğütüyordu.

Uyku bitti ve bir anda uyandı. İyice bir gerilip, dikeltti kamburlaşmaya başlayan yaşlı vücudunu. Her uyandığında böyle yapar, en uç dallarından köklerine kadar tüm mevcudiyetini esnetirdi. Bu hareketi ise ancak toprağın altında, köklerine yakın yaşayan yeraltı ahalisi, kovuklarına yuva yapmış böcekler ve dallarına konan kuşlar hissederdi.

Başka ağaçlar da aynı rüyaları görüyor muydu bilmezdi, ama yüzyıllardır, toprağa giren her cansız bedenin ruhu, bir yol bulup onun köklerine ulaştığında, öz suyuna karışan ruh, hatıralarını ona bırakırdı.

Bir kuş, bir solucan, bir sinek, bir deve, bir insan, bir keçi, bir köpek , bir şahin, bir yılan, bir tavşan, bir kaplumbağa, bir öküz, ve başka bir kuş, başka bir solucan, başka bir sinek, başka bir deve, başka bir insan ,başka bir keçi… olmak nedir, hepsini rüyalarından öğrenmişti.

Bir kez daha gerildi, bedeni artık iyice kurumaya, eski heybetini yitirmeye başlamıştı. Öyle ki dalları eskisi kadar yeşermez, kuşlar yuva yapmaya onu tercih etmez olmuştu. Bir gün elbet kendisinin de, rüyalarına karışan diğer canlılar gibi tamamen toprak olacağının farkındaydı. Ancak yüzyıllardır hem toprağın altına hem üstüne ait olmak ve şimdi sadece altını görebileceğini düşünmek onda farklı hislerin uyanmasına sebep oluyordu. Ama bunların hepsinin ötesinde, kendi ruhunun kime rüya olacağını merak ediyordu. Çünkü bu zamana kadar hiçbir başka ağacın ruhu karışmamıştı rüyalarına. Başkalarının hayat yolculuğuna vakıf olup kendi yolculuğunun sonunu bilememek ona önceleri bir haksızlık gibi gelirken şimdi bunun bir lütuf olduğunu düşünüyordu.

Zaten her şeyi bilse ne anlamı kalırdı bir gün daha var olmanın. Bilmek ve daha fazla bilmek için yaşamıştı her gününü, ve hala bilecek bir şeyleri vardı.

--

--