Rüzgâr Gerek Hayata

Enes Sekizsu
Türkçe Yayın
Published in
5 min readMar 21, 2020
© Guy Le Querrec/Magnum Photos

Hep böyle mi olurdu acaba diğer insanların da çantaları? Bir arayışın uzayıp gitmesi kapı önlerinde yahut bilet sıralarında, belki de sadece marketin çıkışına birkaç adım kala. Şimdi kadın epeyce yorulmuş olmasına karşın son bir hışım ile çantasıyla uğraşıyordu. Sıra sıra pek çok eşya vardı geçmişe dair. İşte bunlar geçen hafta gidilen sinema biletleri ve sonrasında içilmiş biranın kapağı. “Film güzeldi tamam, saklanmalı yani bu gidişin belgesi, üstelik tek de değildim, ah doğru ya tek değildim. Ne yapıyor acaba kaç gündür hiç görüşemedik. Peki, bu bira kapağını ne diye atmamışım ki kesin çöp kutusu yoktu etrafta.” Kadın bu sefer kapağı alıp cebine koydu. Sigara paketi, kibriti, bitmiş çakmağı, sonuna yaklaşılmış kalemi, not defteri derken bir fotoğrafa denk geldi bu yolculuğunda. Hatırlayamadı ilk başlarda, yavaş yavaş geldi anılar gerisin geriye. Şimdi üç ay öncesine ait mutlu bir anıya bakıyordu. Çok üstünde durmadı, onu da ceketinin cebine nazikçe koyup asıl işine yöneldi. Biraz daha kurcaladıktan sonra nihayet amacına ulaşmıştı. Kırmızı yıldız şeklindeki anahtarlığını her gördüğünde pek bir mutlu oluyordu. Küçük şeylerden mutlu olmayı bilen insanlardan olduğundan değil, ki kaldı mı hiç öyle insanlar yeryüzünde onlar bizden ayrı uzak diyarlarda yaşarlar artık, evini çok sevdiğinden bu işin böyle olması. Kadın apartman kapısını açıp içeri girdi. Işığın bir insan görmeye dursun kendisini yakmaktan büyük zevk duyduğu, o zaman zaman pek elzem olan sistem, mesela eve sarhoş gelinen kimi geceler gibi, ihtiyar apartman yöneticisinin diretmeleri yüzünden burada kendisine yer bulamamıştı. Kendileri eskiyi pek severdi. Bu duruma kızgın değildi kadın, yaşlı adamla iyi anlaşırdı, bu kendi dairesinin hemen üstünde sekiz numarada yaşayan adamla. Eski demişken, geçen gün tozunu alırken düşürüp kırdığı annesinin çerçevesi geldi aklına. İçindeki ağaç yaprağına bir şey olmamıştı neyse ki. “Bir insan niye tek bir yaprağı bu kadar uzun süre saklar ki, bana emanet etti üstelik bir de.” Yaşlı adama dönecek olursak, neyse ki asansöre karşı duygularını gizli tutmayı başarabiliyordu. Hoşnutsuzluğunu saklı tutabilmek pek kolay değildi bu dönemin insanları için. Kadın tam asansöre bineceği sırada yere düşmüş bir mektup olduğunu fark etti. Bu öyle şimdilerde alışık olunan türden bir mektup değildi, hoş onlara mektup demek de ne derece doğrudur ya. Zarf içinde gereksiz kağıtlar işte bir dizi ya para isterler ya para. Eline alıp, arkasını önünü inceledi. Yağmur yemişti bu ender görünen kâğıt parçası. Kime geldiği silinmiş, yalnızca bir doğru adresi bulmaya yetecek kadar bilgi okunabiliyordu. Kadın biraz düşündükten sonra olsa olsa sekiz numaraya böyle bir mektubun gelebileceğini düşündü. “Saat altı olmak üzere, kesin keyif kahvesini içiyordur balkonunda. Ne zamandır da görmüyorum ihtiyarı, iyi oldu bu.” Kapı zili çalışmıyordu. Kafasının atıp, zilin kablosunu kökten kestiğini düşündü. Kapı tokmağını kullandı. Şu koca apartmanda hatta şu mahallede kendi yaptırdığı tahta tokmağı kullanan tek insan olabilirdi sekiz numaradaki yaşlı adam. Güzel de durmuyor değildi aslında. Bir süre sonra, biraz daha çaldıktan sonra, adam kapıyı hiç sormadan açtı yavaşça. Ya pek misafiri olmuyordu bu aralar ya da kapının deliğini kullanmıştı ki bu aralar üstünde olan huysuzluğunu düşünürsek o deliği bile kullanmak konusunda inatlaşabilirdi kendisiyle. Geçen gün sokaktan geçen manav arabalarına sataşması gibi yahut ondan önceki gün penceresinin kenarında duran çiçekleri yolup sokağa atması gibi ki o çiçekleri pek severdi, onlarla ayrıca ilgilenirdi. Ağzını açmadan buyur etti kadını içeriye. Tahmin edildiği gibi balkonunda yarım kalmış kahve fincanı duruyordu. Kadın her zaman nereye geçiyorsa oraya geçti. Yıllar önce masanın sağ tarafına ilk o mu oturmak istemişti yoksa adamın mı böyle bir takıntısı vardı, hatırlayamadı bunu. Bu eve ilk gelişini hatırlayamayışı kötüydü, demek ki çok vakit olmuş ve her şey gibi bu da mı ömrünü tamamlamak üzereydi? Adam biraz sonra elinde kahve ile geldi, sade kahvenin kokusunu bir burada böyle çıkıyordu, bir burada farklı bir vaziyet alıyordu. Kadın hemen mektubu çıkarıp adama uzattı. “Belli ki sana gelmiş, burada böyle mektup alacak başka birisi yaşamıyor.” Adam biraz şaşırmıştı, mektubu aldı ama açmadı hemen. Çalışma odasına gidip elinde onlarca başka mektup ile geri geldi. Biraz daha kurcaladıktan sonra, “Bak kızım, benim hayatımda kalan insan sayısı belli. Hepsi de bana benzer esasında yani hepsi her seferinde aynı zarfı aynı pulu kullanır ve sen bakma bizim eski kafalı olduğumuza bu zarf benden bile eskidir belki, kullanılmaz be artık bunlar.” dedi. Kadın pek ikna olmamıştı. Bütün apartmanı gezmek istemiyordu. Sevdiği kadar sevmediği de çok insan vardı, yüzünü bile görmek istemediği. Adam ak düşmüş sakalını kaşıyarak düşünüyordu. Sakal kaşıma sesi zihnini açıyordu sanki. “Aklıma bir durum daha geliyor ama kızım bilemiyorum, gerçek olma ihtimali nedir? Şu el yazısı bana pek bir tanıdık geliyor.” dedi sekiz numaranın yaşlı adamı. Sonra tekrar içeri gitti. Kadın beklediği sıra, mektubu tekrar incelemeye koyuldu. Hızlıca yırtıp açmak istedi, ne olacaktı sanki. Tam yapacaktı ki adam elinde bir fotoğraf albümü ile geri geldi. Bu seferde onu kurcalamaya başladı, bir müddet sonra bir fotoğrafı çekip çıkardı albümden. “Bak buraya bakalım, tanıyor musun?” dedi. Kadın fotoğrafı eline alırken bir hüzün hissetti tüm bedeninde. Biraz inceledi. Bir parkta, göletin yanında çekilmişti. Dört kişi, yan yana oturmuş ağaçtan yapılmış bir bankın üstünde poz veriyordu. İki kadın, iki erkek belli ki iki sevgili. Mevsim sonbahar, yapraklar mesut sarılığına kavuşmuş, usul usul dallarda kalanları beklemekte. Yüzler gülüyor, herkes pek bir mutlu ama kadına bir hüzün çökmüştü şimdi. Annesinin bu kadar genç olduğu bir fotoğrafını hiç görmemişti. Yeryüzünden silinmiş insanların genç olduğu vakitleri görünce ne yapmalıydı, bu hüzün neye yarardı. Annesini tanıdı ama diğer insanları hiç görmüşlüğü yoktu, özellikle annesine sıkı sıkıya sarılmış şu adamı. “Bu annenin on dokuz yaşından kalma bir fotoğrafı, yanındaki adama gelecek olursak yirmisine ve sonrasına dair bir fotoğrafı olamadı ne yazık ki onun. Babası ile çıktığı bir yolculuk, sonrasında evine dönemeyen iki insan işte.” dedi yaşlı adam, sakalını kaşımaya devam ederken. Sonra kadın mektubu usul usul açıp içinden kenarları sararmış kâğıdı çıkardı. Kırk yıl önce yazılmış bir mektuptu bu, dile kolay.

Sevgili Handan,

Babamın işinin bu denli uzayacağını tahmin etmezdim, affet beni. Senden ayrı kalmış olmanın hüznünü her anımda yaşıyorum. Bir an evvel buradaki işlerimizi bitirip yanına gelmek istiyorum. Senden uzak olmasını bir kenara atacak olursam kaldığımız yeri pek güzel buluyorum, seninle tekrar gelmeyi ne çok isterim. Geçenlerde bulduğum defne ağacının bir yaprağını sana yolluyorum. Bir haftadır gölgesinde vakit geçiriyorum ve özlemimi ona döküyorum. Bu yaprağa iyi bakmalısın, sana olan aşkıma herkesten daha çok o kulak kesildi son zamanlarda. Buranın akşamı da pek güzel oluyor. Deniz ve güneşin ayrılmamak için diretmesi, gün batımı burada daha uzun sürüyor sanki. Bu mektubu yazarken şimdi babamdan haber geldi bir tanem, iki üç güne kalmaz yola çıkarmışız. Kendine çok iyi bak, bir daha aramıza böyle uzun bir ayrılığın girmesine izin vermeyelim sevgilim. Ve unutmadan söyleyeyim, şu ağacın kokusu hep seni hatırlatıyor, defne yaprağım sana emanet.

“Gelmişken akşam yemeğine kal bari kızım, ne zamandır uğramıyorsun zaten.” dedi yaşlı adam. Kadının gözleri aniden bastıran rüzgâr ile sallanmaya başlayan ağaçlara takılı kalmıştı.

“Defne, kızım duyuyor musun? Yoğurt çorbası yapıyorum, içersin değil mi? Annen de pek severdi. Defne, hadi güzelim içeri gel, rüzgâr sert esmeye başladı.”

--

--

Enes Sekizsu
Türkçe Yayın

En sevdiğimdir güvenmek maviye. Sonrasında, bir maviyi suya katmak. Öyküler.