Dini ve İctimai Meseleler — İnceleme ve Alıntılar

Rızaeddin bin Fahreddin - Dini ve İctimai Meseleler — İnceleme ve Alıntılar 1

Samet Onur
Türkçe Yayın

--

İçindekiler

İnceleme

Tatar âlimlerinden olan Rızaeddin b. Fahreddin’in bu eseri birçok konuya dair yazılar içeriyor.

Kitap toplam 12 bölüm ve ek kısmından oluşmaktadır. Bunlardan bazıları olarak şunlar zikredilebilir: Temel Kaideler, Kur’an, Sünnet, İctihad ve Müctehidler, Tebliğ, İman ve Küfür, İmamet ve Hilafet, Ehli Sünnet vel Cemaat.

Birçok farklı konuda bilgi almanızı sağlayacak değerli bir kitap bu. Merakı olanların okumalarını tavsiye ederim.

Merhum Rızaeddin’in bazı konulardaki görüşleri anılmaya değer. Bazılarını verelim :

1- Zannı kötüleyen ayetlerin kapsamı salt zann olsa gerektir.

2- Klasik Fıkıh kitaplarının içerdiği hükümlerin yarısı kanundur. Yani bir zaman ya da mekanın gereğine göre sırf rey ile düzenlenen nizamlardır

3- H. 4. Asırdan sonra yazılan Fıkıh kitapları birbirinin kopyasıdır.

4- Kuran’ın korunmuşluğu, yalnızca vahyin — Allah’tan peygambere — iniş süreci için geçerlidir. Ondan sonrası için bir tekeffül söz konusu değildir.

5- Peygamberler tıp, aritmetik, matematik gibi bilimleri öğretmek için gönderilmediler.

6- Şeriatın tebliğiyle ilgisi olmayan konularda Peygamberlerin yanılması ve bunları bilmemeleri onlar için bir ayıp değildir.

7- Uydurma rivayetler için kullanılan “Bu Hadis, isnad açısından sabit olmasa da, manası doğrudur” şeklindeki söz yanlış anlamaya yol açacağı için doğru değildir. Bir sözün Hadis olması için, manasının doğru olması yetmez, isnad bakımından da sabit olması şarttır.

8- Lafzı mütevatir de, maneviyat mütevatir de azdır. Muhaddisler bir konuda beş on tane Hadis görünce, isnadı ve metinlerin ortak noktasını araştırmasızın söz söylemeleri yanlıştır.

9- Mürtedin öldürülmesi meselesi, siyasi bir olaydır. Bunu fiili Sünnet saymak ve şartlar gerekmedikçe onla amel etmek caiz değildir.

10- Kıyamet alametleri hakkında, özellikle de Hz. İsa’nın nüzulu gibi meselelerde mütevatir Hadis kesinlikle yoktur.

11- Her dönem müctehidlerinin Fıkıh ge hukuk kitaplarını bizzat ve zamanın ihtiyaçlarına göre düzenlemeleri gerekir.

12- İman konularında ve yapıldığında sevap veya günah olan şeyler dinidir. Bunlara ilave yapma veya eksiltme yapmak bidattir.

13- Dinsiz : Kendi zenginliklerine, güçlerine güvenerek başkalarını hor görenlerdir.

14- Dilenciliğin bitirilmesi için sadakaların bilinçli şekilde verilmesi, fakirlerin çocuklarının okutulması, yoksullar için sanat okulları açılması, bakım evleri açılması ve yoksullar için ucuz maliyetli evlerin yapılması gerekir.

15- Kadınların camiye gitmeleri sünnettir.
Kadınların mescide gitmelerinde fitne korkusu varsa, gitmemelerinde kesin fitne vardır.

16- Kadınları iş hayatından dışlamak, onları eve hapsetmek doğru değildir.

17- Allah’a has olan özelliklerin başkalarına verilmesi şirktir. Müşrikler bu vasıtalarını sanem ve ilah diye isimlendirirken, günümüzdekiler kendi vasıtalarını veli, hoca, Seyyid, şeyh, kabir, Peygamber, melek gibi isimlerle anarlar.

18- Ekonomik açıdan esir olan birinin siyasi bağımsızlığı olamaz.

19- “İmamlar Kureyştendir.” sözünden asıl maksat nesep /soy değil, Kureyşin nüfuzlu ve kudretli olmasıdır. Bunu, her zaman için geçerli, daimi bir kaide haline getirmek gerekirse, “İmamları nüfuzlu, güçlü ve halifelik makamını iyi koruyacak kavimlerden — milletlerden- — Kureyş soyundan ya da başkasından — seçiniz!” denilebilir.

20- Halife seçimi dini değil, içtima-siyasidir.

21- Herhangi bir görüşü araştıracak olanlar, onu düşmanlarının eserlerinden, sözlerinden değil, kendi eserlerinden tanımalıdır.

22- Ebul Hasan el-Eşari ‘yi ehli sünnetin imamı sanmak yanlıştır.

Onun mutezileden ayrılma hikayesi olarak anlatılan 3 kardeş hikayesi uydurmadır.

23- İslam hafızları, Mutezililere nisbetle Haricilerden gelen hadislerin daha güvenilir olduğunu tasrih ederler.

24- Dini bir kıyafet söz konusu değildir.

Şalvar, cübbe, sarık adettendir, dini değildir.

25- İçerisinde köpek ve suret bulunan eve melekler girmez hadisindeki yasağın kastı din ile alakası olan ve şirke götürecek suretlere mahsustur.

Alıntılar

Alimler Sorun Değil Çözüm Üretmeli

Alimlerin, özellikle de müctehidlerin görevleri, yalnızca selbi (bir şeyin şeriata uygun olmadığını söylemek) olmayıp icabi (çözüm üretmek) de olmalıdır.

“Bu iş uygun değildir”, “Şu iş doğru değildir” demekle yetinmeyip, “Falan iş şeriata uygun değildir; ama, aynı işi görecek şu iş tamamen caizdir” demektir.

Sayfa 137

Din Yenilenme İster ve Büyük Alimler Neden Şimdi Yetişmez?

“İctihad kapısının kapandığı” inanışının tesiriyle İslâm dünyasında fikir özgürlüğü ve düşünceleri açıkça ifade etme işi tamamen ortadan kalktı; bütün iş, doğru-yanlış, eskiyi korumaktan ve eski olayları tekrarlamaktan ibaret olup çıktı.

İnsanoğlunu ıslah için gelen İslâm dini sürekli yenileşme (teceddüd) ve ıslah gerektirdiğinden, eskiyi koruma inancıyla ilgisi yoktur.

Bundan dolayıdır ki, İslâm ve Müslümanlık, kendiliğinden zayıfladı; Endülüs’ün ilimleri, Bağdat’ın birikimleri Avrupa ve Amerika’ya taşındı.

Zührî, Evzai, İbnü’l-Mübarek, Buhârî, Ebû Hanife (İmam-ı A’zam), Şâfiî, Leys, Mâlik, Ahmed (b. Hanbel), İbn Rüşd, İbn Hazm ve Yahya b. Ma’în gibi zatları çıkaran İslâm dünyası, böyle büyük başka insanlar çıkarma konusunda kısır kaldı.

Artık bugünün Gazâlileri, Zehebileri, İbn Teymiyyeleri, İbn Haldun, İbnü’l-Kayyım, İbnü’l-Hümâm ve İbn Hacerleri Sorbon ve Oksford gibi büyük üniversitelerden yetişmektedir.

Müslümanlar, kendilerinin bu kadar geri kaldıklarını (tedenni) ve dejenerasyona uğradıklarını (tereddi) bilip anlama seviyesine ulaşamamış olmalılar ki, bu hususta ağlayıp sızladıkları, yanıp yakıldıkları görülmemektedir.

Bütün zevkleri yemek-içmek, boş yere söz yarıştırmak, keramet ve olağanüstü haberleri konuşmak, budistlerle hristiyanlar gibi tesbih çekmekten ibarettir. Esarete alışan Amerikalı köleler gibi, İslâm dünyası da bugün ekonomik, sosyal ve ilmî esarete tamamen alışmıştır.

Oysa, ictimai esaret, kişisel esarete göre daha tehlikeli ve ümitsiz bir durumdur.

Sayfa 184

Müslümanlar neyi ve nasıl tebliğ edecekler?

Müslümanlar neyi ve nasıl tebliğ edecekler?

Peki ama, günümüz müslümanları İslâm dinini nasıl tebliğ edeceklerini biliyorlar mı; İslâm dini diye neyi tebliğ edecekler?

Kur’ân ve sünneti mi?..

Oysa, bugünkü müslümanlar Kur’ân ve sünnetle amel etmeyi kendileri için dahi caiz görmemektedirler.

Bu durumda bunları nasıl -mesela Japonlara- tebliğ edecekler? Japon bilim adamları, özellikle de Arabi ilimler ve hukuk uzmanları bu konudaki meleke ve iktidarlarıyla, her türlü delil/hükmü çıkarmaya, eski müctehidlerin yollarından başka yollar bulmaya girişseler, o zaman halimiz nice olur? Japonların bu hareketlerine tahammül edebilecek miyiz?

İctihad kapısının açılma ve eskiden beri bilegeldiğimiz pek çok şeyin yıkılma ihtimali bulunduğundan, salt Kur’ân ve sünneti ne Japonlara, ne de başkalarına tebliğ edebiliriz!

Peki bu durumda neyi tebliğ edeceğiz? Tabii, müctehidlerden rivayet edilen ve eski kitaplarda yazan sözler, alimlerce hakkında karar verilmiş meseleler tebliğ edilecektir. Ancak, bugün Japonlar, “Bize İslâm denilen dininizi mi, yoksa müctehidlerinizin görüşlerini mi tebliğ ediyorsunuz? Sonra, sizin müctehidlerinizin, birbiriyle bağdaştırılması mümkün olmayan görüş ayrılıkları vardır; siz hangi müctehidin görüşlerini tebliğ ediyorsunuz? Telfiki (mezheblerin birleştirilmesi) de caiz görmediğinizden, zorunlu olarak, tek bir müctehidin mezhebini tercih etmenin farzlığı ortaya çıkmaktadır; bu durumda, siz bize hangi müctehidin mezhebini teklif ediyorsunuz? Tercih sebepleri nelerdir?” deseler ne cevap verilecektir?

“Müctehidlere uymak, bizzat şeriata uymaktır” şeklinde, bizce çok meşhur, muteber ve makul bir cevabımız ve inancımız vardır; ancak, çocukluklarında kalplerine bu inanç yerleşmemiş Japonların bu cevapla yetinecekleri şüphelidir. Hatta, “Sizin müctehidleriniz böyle söylemediler; bilakis, masum olmayan kimselerin sözleri şeriatta delil olmaz; bizim, delillerini bilmediğiniz görüşlerimizle amel etmeniz haramdır” şeklindeki sözlerle tehditlerde bulundular.

Ebü Yusuf, dünyadan göçerken, Kitab, sünnet ve müslümanların icma’ına uygun olanlar dışında her ne fetva verdimse hepsinden vazgeçtim” diye ilan etmişti.

Siz, müctehidlerinize iftira ediyor ve onları şeriat sahibinin yerine koyuyorsunuz!” diye bizden soğumaları ve bize sırt çevirmeleri mümkündür.

Bu tebliğ şekli, şeriatı hikmet ve güzel öğütle değil, iftira ve bühtanlarla tebliğ etmek olduğundan Kur’ân’ın hükmüne karşı cinayet ve emanete hıyanet olur.

Müctehidlerin sözleri tebliğ edilecekse en büyük müctehidlere ait el-Müdevvene, Kitâbu’l-Ümm, el-Câmi’u’s-Sagir gibi eserleri tebliğ etmek gerekir. Ancak, bu eserler, bugünkü medeni toplumların mülki işlerini görmek, ekonomik, sosyal, medeni ve umrâni problemlerini çözmek için yeterli midir?

Müctehidlerin eserleri çok güzel, kendi zamanlarındaki sosyal ihtiyaçları tam olarak karşılayacak düzeydedir, bunda kuşku yoktur. Ancak, üzerinden bin yıl geçti, dünyanın şartları, insanların yaşantıları tarif edilemeyecek derecede değişti.

Onlardan sonra telgraf, telefon, vapur, demiryolu gibi ulaşım-haberleşme araçları, fabrika, sendika, banka ve şirket usulleri gibi umrâni işler ortaya çıktı. İşçi-memur, asker-sivil her sınıf halkla ilgili öyle meseleler çıkmıştır ki, eski müctehidlerin eserlerine müracaatla bunları halletmek için, ancak o müctehidlerin mezarlarından kalkmaları yahut onlar seviyesinde müctehid bulunması gerekir.

Bu durumda, “Müctehidlerin sözlerini tebliğ etmek, şeriatı tebliğle aynı şeydir” demek nasıl doğru olabilir? Bugünkü üniversitelerde, uzmanlarından eğitim alan hukukçular, İslâm dini diye tebliğ edilen “eski müctehidlerin eserleri”ni günümüzün ihtiyaçlarını karşılama hususunda yeterli bulabilirler mi? Bulamadıklarında da, dine sempati duyabilirler mi?

İslâm dini, genel ve dünyanın sonuna dek sürecek bir din ise, dünyayla birlikte yenilenmesi, her dönemin ihtiyaçlarına uyum sağlayabilmesi, zengin ve üst düzey yöneticilerle birlikte fakirlerin ve işçilerin de hayatlarını sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları şeyleri tam anlamıyla dikkate alması ve dünyanın gidişatından bir karış olsun geri kalmaması gerekir. İnsanoğlunun mutluluğu işte o zaman sağlanır; insanlar, ancak bu durumda dinin gölgesi altında toplanırlar.

Yabancılara işte bu dini tebliğ etmelidir. İnsanlar, ancak böyle bir dine birer-ikişer veya gruplar halinde girerler. Rasül-i Ekrem tarafından tebliğ edilen İslâm dini, işte bu dindir.

Bu Kur’ân Rabb’inizden gelen basiretlerdir ve iman edecekler için bir hidayet (kılavuzlara) ve rahmettir. (A’raf/203)

Sayfa 223–225

Din İnsanın Canıdır

Din insanla birlikte dünyaya gelmiştir.

Din, solunan hava gibi, insanların yaşamalarını ve sosyal ihtiyaçlarının giderilmesini sağlayan bir şeydir. Bu bakımdan, insanlar bir vücuda benzetilecek olsa, din onun can’ı olurdu.

Bedenin cansız yaşaması nasıl mümkün değilse, insanların/ toplumların da dinsiz yaşamaları mümkün değildir. Bu yüzden, din insanlarda tabii ve fıtri bir şey olup, özellikle güç ve çaresiz durumlarda tek teselli ve ümitleri dine yapışmaktır.

Bir insan yerden bitip, herkesten ve herşeyden habersiz, bir dağ başında veya büyük bir çölün ortasında yaşamaya başlasa -idrak ve akıl sahibi olmak şartıyla, gördüğü dağı, taşı, ay, yıldız ve güneşi ilah edinecek ve ona yaklaşmak için bildiğince ibadet etmekten kaçamayacaktır.

Eski insanların Vedd, Süvâ’, Ye’ük, Nesr vb. şeylere tapmaya başlamalarının asıl sebebi de, dine olan ihtiyaç ve mecburiyettir.

Çoğu filozofun akla tapınmaları, bazı kimselerin tüm dinlere karşı çıkması… din edinmenin ve dine inanmanın insanlar için tabii olduğunun delili olsa gerektir. Dinsizliğin kendisi de bir tür dindir.

Gelmesi muhtemel bir soruya cevap olması için, şu cümleyi buraya eklemeyi zorunlu gördük:

Bu sözleri yalnızca eski kelâm kitaplarını karıştırarak değil, Batılı bilim adamlarından bazılarınca, dinlere karşı yazılmış eserlerin Arapça ve Osmanlıca tercümelerini de okuyarak yazdık.

Sayfa 243

Klasik Mezhepler Tarihi Kitaplarının Taraflılığı

Dinler tarihi ve makâlât kitaplarının soğukkanlılıkla ve objektif bir şekilde yazılması; herşeyin, sebep ve sonuçlarıyla ve tarihin gözüyle irdelenmesi gerektiği ve farzedildiği takdirde, ortaçağda yazılan kelâm kitaplarımızda -ne yazık ki- bu şartlara uyulmamıştır.

Biz kendimiz, tarafsız bir şekilde yazılmış bir kelâm kitabına rastlamadık. Rastlayanlar varsa bahtiyardır.

Tarafgirlik yapan, hatta taassup derecesine varan eserler vasıtasıyla hakikat’e ulaşmak zor olur.

Bu tür eserler, okuyucuların itidal ve insaf gibi olgunluklarının yok olmasına ve asabileşmelerine hizmet eder. Her türlü mübalağa, aşırılık ve taşkınlıkla yazılmış eserleri okumaktan hayır gelmez.

Sayfa 253

Bazı Bid’atlar

Aşure taziyeleri, aşure bayramları, regâib, berat, zuhr-i âhir, kadir namazları; kabir sadakaları; ölünün üçüncü, yedinci, kırkıncı ve yıldönümü günleri için ziyafet vermek, muayyen günlerde özel olarak toplanıp belli sayıda zikirler yapmak, zikirleri tesbihle (töymö) saymak, (17) gerek okuyanların, gerekse de okutanların para verildiğini bilmelerine rağmen hatim yapmak ve yaptırmak… gibi amellerin çoğu sufiler ve mutasavvıflarca ihdâs edilen ve sakınılması gereken bid’atlardandır.

(17) Zikir dünyevi değil, dini ve sevaplı bir iş olduğundan, Rasülüllah’tan rivayet edilen şeklin dışında yapmak hakiki manasıyla bid’at olur. Tesbih kullanma âdeti de Rasülüllah’tan menkul olmadığı gibi, asr-ı saadette de olmadığı bilinmektedir. el-Menar sahibine (Reşid Rıza) göre, tesbih, Hindistan brahmanlarından hristiyanlara, onlardan da müslümanlara geçmiştir. Süyüti, el-Münha fi’s-Sübha adında bir risale yazıp tesbihin aslının olduğunu isbatlamaya çalışmışsa da, sonucu, aslının olmadığını isbatlamaktan ibaret olmuştur.

Sayfa 270

Dine Karşı 3 Farklı Yaklaşım

Sağcıların dine bakışı

Bunlar eskiliği (muhafazakârlığı) meslek edinip, dine nisbet edilen her eskiyi mukaddes görürler.

Bunlar, “Biz dünyaya din’le çıktık ve din sayesinde büyük bir ümmet olduk ve şöhret kazandık. Ne zaman din işlerinde ihmalkarlığa başladık, o zaman bahtımız da döndü. Bu yüzden, tekrar dine sarılmamız gerekir” derler ve kendilerinden önceki insanları -yarım yüzyıl önce de yaşamış olsalar- taklid ederler.

Din adına, Mısır, İstanbul, Şam ve Hindistan matbaalarında basılan Arapça eserlerin tamamını, karşı çıkılması caiz olmayan hüccetlerden sayar; bu kitaplarda söylenenleri doğru göstermek için Kur’ân ayetlerini, hadisleri, yakini delilleri ve bedihi şeyleri dahi tevil etmekten çekinmezler.

Bugün İslâm dünyasında görülen her tür ahlâksızlığı, dini işlerdeki lâkaytlığı ortaya yeni çıkmış sayıp, yirmi-otuz yıl öncesine kadar olan zamanları hayru’kurün (hayırlı çağlar) olarak görür; o dönem insanlarını da melek derecesine çıkarırlar. Bu yüzden, “Zaman bozuldu, din bitti” diye hayıflanır ve bu konuda, kendilerini dışarda tutup kendi dışındakileri kınarlar.

Kendilerini sırâtı geçenlerden sayıp bütün çabalarını diğer insanların hallerini araştırmaya harcarlar.

Kendileri gibi düşünmeyenleri cahil, müptezel, merdut ve mel’un görür; İslâm dinini kendilerinden farklı algılayanları fâsık, kafir, zındık ve dehri (dinsiz) sayarlar. Kızdıkları kimseleri cehenneme atmaktan zevk alır; bir ellerinde cennet, diğerinde cehennem anahtarı bulunup her iş kendi ellerinde, rahmet ve azap melekleri de emirlerine tâbi imişlercesine davranırlar.

Bunlara göre, müslümanların savaşta yenilmeleri, ticaretlerinin bereketsizliği, ekinlerinin bitmemesi, hastalanmaları, kırılmaları… dinin emirlerini tutmamalarından ve tüm dıni işlerde lâkayt davranmalarındandır.

İslâm dünyası, selefler gibi din işlerinde titiz olsalar ve takvayı şiar edınseler eski parlak devirler dönecek, şöhretleri dünyayı tutacak; dünyevi hünerleri (sanat, beceri, ustalık) olsun olmasın, çağın ilimlerini bilsinler bilmesinler, müslümanlar tüm dünyaya sahip olup sözlerini yürüteceklerdir.

Solcuların dine yaklaşımı

Bunlar şöyle derler: Geri kalmamızın asıl sebebi dindir. Bu yüzden, dinin tavsiyelerine bundan sonra da uyacak olursak dünyada mutluluk yüzü görmemiz ve canlı milletlerle birlikte yürümemiz mümkün olamaz.

İslâm dini geçmişte pek çok milleti bir araya getirip bir ümmet yapmıştı. Ancak, zamanın geçmişte izin vermesi, her zaman için müsaade edeceği anlamına gelmez.

Avrupa, dinle ayağa kalktı ve yine dinle güçlendi; ama, ilim ve kültürün ilerlemesiyle Batılılar, dinle birlikte giıdemeyeceklerini anladılar, dinin tavsiyelerini tutmaya lüzum görmediler. Bu yüzden, dini dışlayıp akılla yürümeye başladılar. İşte Avrupa’nın ilerlemesi, akılları hayran bırakacak bilim, hüner, sanat, zenginlik ve istidatları ve diğer milletlere hâkim olmaları bundan sonra gerçekleşti.

Din tarafını tutanlar, eski hallerinde kalmaya mecbur olup çağa ayak uyduramayacaklardır. Çağa ayak uydurulamadığında da gelecek ümitsiz olup, iflastan başka bir şey beklenemez.

Ilımlıların (Mutediller) din anlayışı

Bunlar; dini, “geçmiş insanları taklit etmekten ve önceki asırlarda yazılan kitapların yazarlarının hatasızlığına (lâ-yuhti) inanmak”tan ibaret görmeyip, yalnızca Rasul-i Ekrem’in Allah’tan getirdiği şeyler olarak tanımanın yanı sıra, icmâlen şe rivayet tarikiyle de olsa kevni ve medeni bilimlerden de haberdar olanlardır.

Bu bakımdan, bunlar sağcılarla solcuların ortasında bulunmakta ve aslına dönmek, taklit ve taassup sahiplerince sokuşturulan şeyleri temizlemek şartıyla, İslâm dininin umumi bir din ve her yer, ülke, toplum ve millet için uygun olduğunu savunarak şöyle demektedirler:

İslâm dini insanların mutlu yaşamaları için konulmuş semavi bir kanundur; biz müslümanların tüm saadeti din iledir; dinden azıcık sapmamız bizim için büyük felakete ve tarif edilemez zararlara yol açar.

Ancak, eski örf ve âdetlerimiz sürdüğü, eski tembellik ve uyuşukluğumuz devam ettiği sürece dinimizi korumamız mümkün olamaz; diğer hünerli-sanatlı milletler karşısında yok oluruz. O halde, kendimizi de, dinimizi de korumak istiyorsak iş ve sanat adamı olmak ve her türlü fayda sanatı öğrenip hayat yollarını nerede bulursak almak zorundayız.

Bir taraftan hâlis dine dönerken, diğer taraftan da dünyanın yararlı ve mübah sanatlarını öğrenmek üzerimize borçtur; sanatla hâlis din, birbirinden ayrılmaz güzelliklerdendir. Eğer dünya ve ahiret saadetine kefil olan ve maddi-manevi yücelikleri kapsayan bir bir din aranıyorsa, bu mutlaka İslâm dini olacaktır. (18)

(18) Buradaki sözlerin çoğu Ferid Vecdi’nin eserlerinden alınmıştır.

Sayfa 273–275

Din Zorlaştırıldı

Din-medeniyet ilişkisi

Rasül-i Ekrem, sahâbe ve tâbiün dönemlerinde İslâm dini kolaydı.

Dağ-taş aralarında mallarını güden pek çok Arap Rasülüllah’ın huzuruna gelip iman eder ve bir saat kadar kaldığı mecliste, kendisi için gerekli şeyleri öğrenip giderdi.

Bugünse, dini öğrenmek için, o kadar paralar, aylar ve yıll harcanır da, pek çok kişi ilim yuvalarından birşey anlamadığı gibi bir de kafaları karışmış halde çıkar. Bu da İslâm dini adıyla, din’den olmayan şeylerin okutulmasındandır.

Rasül-i Ekrem, İslâm dinini tebliğ etti ve ona sımsıkı sarılmayı öğütlediyse, bununla ömür boyu seccade üzerinde oturmayı, beşer-onar bin tesbih çekmeyi, güç yetirilemeyen nafileler kılmayı teklif etmedi.

Sayfa 286

Din Gelenek midir?

Dinden kaçanlar ve ona bağlanmayı kendileri için zül görenler varsa, bunların hangi dinden ve ne için kaçtıklarını araştırıp öğrenmek gerekir.

Eğer aradıklarını bulacak ve gayelerine ulaşacak olsalar, hiç kimse dinden kaçmaz ve ona bağlanmayı kendisi için bir eksiklik saymaz. Bu meselenin kilit noktası işte burasıdır.

Günümüzün bağımsız düşünce sahiplerine, kevni tabiat olaylarını bilim açısından araştırabilenlere, eski ve yeni hukukları analiz edebilenlere, her çeşit cüz’i olayı külli kaidelere vurarak meseleleri çözebilenlere… din diye örf ve âdetlerimizi, ata-dededen kalma göreneklerimizi, dedi dedi’den (kil ve kâl) ibaret olan fıkıh kitaplarımızı, milyonda bir kişinin amel edemeyeceği ve senetleri belli olmayan ahlaki eserlerimizi gösterir ve “Ne kadar şekke düşersen düş içinde tut, kimseye bildirme, zâhirde inançlı görün; dağın, taşın götüremeyeceği kadar günah işlesen de bunu dindarlığa aykırı görme; Allah’a karşı ne kadar yalan söylersen söyle, insanlardan gizle, açıklama; duyduğun keşif-keramet haberlerini inceleyip araştırmaksızın kabul et; şeyhlerden el alıp, yüzükleri öp; evliyaları kendine vasıta edin; müşkil bir işle karşılaştığında onlardan istimdatta bulun ve “Yâ Hoca Bahâeddin” diye ondan yardım iste! Kabirlerine varıp yalvar!” der ve buna benzer talimatlar verirsek, elbette, o zaman, İbn Hazm’ın çağdaşları gibi, asrımızın insanları da, bunlardan ibaret olan dinden hoşlanmaz ve böyle bir dine mensup olmayı kendileri için zül sayarlar.

Ama, gerçekte bu şeyler din midir? Din ise, İsâm dini midir? İşte mesele buradadır.

Sayfa 288

Yapılanların Sorumluluğunu Almak

Günahlarını az da olsa şeytanın üstüne atıp “Bizi şeytan yaktı!” diye şikayet etmekte mazur olan Âdem’le Havva -ikisine de selam olsun-, bütün suçu üzerlerine alıp yalnızca kendilerini kusurlu görerek “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik!” (A’raf/23) diye münacaatta bulunmalarında, diğer insanlar için de ibret olsa gerektir.

Sayfa 289

Müslümanların Hataları

Muhammed Abduh’un:

Dine gelince, ben onun
kurtuluşunu istiyorum;
Ve sarıklıların onun sonunu
getirmelerinden korkuyorum

demesinin ve

mütefekkir bir edibimizin(24) “Sarıklı avamların ardından giden müslümanların önünde iki yol vardır. Birinin varıp dayanacağı yer fakirlik, diğerininkiyse dinsizliktir” şeklindeki hükmünün sebebi işte budur.

Din için kaygılanmak, sözden ziyade fiille isbatlanır. Dindarlığına amellerinin şahitlik etmediği kişinin dindar gözükmesi münafıklıktan (nifak) başka birşey olamaz.

Başkalarının şapka ve palto giymelerini, saç uzatıp sigara içmelerini çok büyük günah sayan kimseler, kendi hallerine baksalardı, ihtimal diğer insanlarda gördükleri ayıbın on mislini kendilerinde bulurlardı.

İslâm yurdunu düşmanlara karşı savunanların doğruca cennet-i a’laya gidecekleri va’dedilmiştir. Nefsin her isteğinin yerine getirileceğine, hür u gılmanlarla keyif ve safâ süreceklerine sağlamca inanmaları, bundan dolayı da İslâm vatanını en ön safta savunmaya koşmaları gereken molla, hoca ve şeyhlerden bir tekinin dahi Balkan savaşlarına katılmadığını, hatta şehidlerin cenaze namazlarını kılacak ve iman telkin edecek din adamı bulmakta zorluk çekildiğini Türk gazeteleri gözyaşlarıyla yazdılar.

Büyük gazetelerden biri şöyle yazmaktaydı:

Maraş(25) civarındaki savaşta Türklerin cehennem misali yağdırdıkları ateşlere aldırmayan Bulgar papazları, ellerinde haçlarla safların önüne düşüp “Askerler! Önünüzde cennetle İstanbul durmaktadır, hangisi olsa bahtiyarsınız!” diye teşvik ve teşci ediyorlardı. Müslüman askerleri yüreklendirmesi, tekbir sesleriyle düşmana dehşet salması ve “Gerçek şu ki, biz sana, açık ve kesin bir başarının önünü açtık; böylece Allah, senin hatalarından geçmişini ve geleceğini mağfiret buyurup üzerindeki nimetini tamamlayacak, seni dosdoğru bir yola sevkedecek ve seni benzersiz bir zaferle galip ve aziz kılacaktır” (Fetih/1–3) ayet-i kerimesini yüksek sesle okuması gereken bizim ulemâ-yı kirâmımız ise, İstanbul ve diğer şehirlerde, kahvehanelerde işsiz yatar, üç kuruş etmeyecek meseleler hakkında birbirleriyle çekişir, Ramazan’a daha fazla olur düşüncesiyle çok kazanma planları kurmakla uğraşırlardı.

“Din bitti, mahvolduk!” deyip duran şeriat kemiricilerinin kimler olduğu bunlardan anlaşılsa ve bu kişiler de kendi kusurlarını bilseler gerektir. Ancak, insanın gözü, kendi ayıbına karşı kördür. Bu yüzden, bu dindar ve takvalı(!) kimseler, müslümanların yenilmelerini ve Türkiye’nin Avrupa’dan kovulmasını subaylaın dinsizlik ve dehrilikleriyle paşaların masonluklarına hamleder ve bu fikri avam ve ayak takımı arasında yayıp dururlar.

Kahrolası insan, ne nankör şeydir! (Abese/17)

Din alimleri, kendilerini ıslah etmiş ve Rasülüllah’ın gösterdiği yoldan gitmiş olsalar dinsizlik kendiliğinden bitecektir. Bunda hiç şüphe yoktur.

Bir altını korumak için yüz altınlık akıl gerekiyorsa, paha biçilemeyecek kadar değerli olan dini korumak için çok daha fazla akıl gerekir.

İnsanlara dil ve kalemle sövmek, alay ve maskaraya almak, önlerinden ve arkalarından gülmekle din korunmaz.

(24) Yusuf Akçura Efendi.
(25) Edirne yakınlarında bulunan bir tabya.

Sayfa 289–291

Dilencilik Nasıl Bitirilir ve Resulullah’ın Sözüne Önem Vermek

Rasul-i Ekrem Hazretleri, huzuruna gelip istekte bulunan bir sahabinin, eski bir sarmayla(?) su içtiği bir kırbasının olduğunu öğrenince, bunları açık artırma yoluyla iki dirheme sattı. Bir dirhemine pazardan bir balta aldırıp eliyle sap taktı ve sahabiye vererek “Şu bir dirhemle aileni doyur, şu balta ile de dağdan odun kesip pazarda sat. Onbeş gün yanımıza gelme, işinle meşgul ol!” dedi. Sahabi gitti , onbeş gün dağdan odun getirip sattı. On dirhem kazanıp kendisinin ve ailesinin üst-başlarını gördü, yiyeceklerini aldı. Huzuruna vardığında, durumunu sorup öğrenen Hz. Peygamber, “Ne de güzel oldu!” diyerek sevincini gösterdi.

Okuyucuların çoğu, ihtimal, bu işi sıradan bir iş olarak görüp fazla önem vermezler. Biz kendimiz de bunu, Tenbihü’l-Gâfilin kitabında değil, ondan daha güvenilir kabul edilen Kütüb-i Sitte’den bazılarında görüp önem vermemize ve takdir etmemize rağmen defalarca gözden kaçırmışız.

Bizim yanımızda, birşeyin önemli ve olağanüstü olması için, Jean Jack Rousseau ve Volter gibi filozofların söylemesi, Mormsef ve Tolstoy gibi bilim adamlarının yapması gerekir.

Alman imparatorunun bir dilenciye “Bir baltayla odun yararak da olsa para kazan, böyle dilenmen uygun değildir; baksana sapasağlam adamsın!” diye bir baltaya sap takıp verdiğini duysaydık belki önem verirdik.

Ancak, söz konusu olay bugün değil, bin yıl önce ve Berlin’de değil, bedevilerin merkezi olan Medine’de olmuştur.

Bununla birlikte, dilenciliği azaltma konusunda günümüz insanlarının bulduğu çarelerin en güzeli idi. Dilenciliği azaltmak için kol gücüyle para kazanma yolunu öğretmek, kazanma zevki vermek, bunun için de fakirlere yol göstermek gerekir. “Dilenme, çalış!” sözünün tek başına yararı yoktur. Rasulüllah’ın yaptığı, işte bunları yerine getirmekten ibaretti.

Sayfa 299–301

Dilencilik, tembellik, sanatsızlık, işsizlik ve sarhoşluğu kaldırmanın yolu

Dilencilik, tembellik, sanatsızlık, işsizlik ve sarhoşluğu kaldırmanın yolu

Müslümanlar arasında dilenciliği, tembellik, sanatsızlık, işsizlik ve sarhoşluğu kaldırmak için faydalı çarelerden bazıları şunlardır:

1. Sadakaları gelişigüzel değil, İslâm’ın maksadına uygun şekilde ve daha çok toplumsal işlerle ümmetin faydasını gözeterek vermek. Günah kazandıracak işlere harcamayacağı, zor durumda oldukları, istemeyi meslek haline getirmedikleri malum olan, muhtaç kimselere vermede herkes serbest olmakla birlikte, artanların, özellikle de ölülerin defni ve cenazelerin teşyii esnasında dağıtılan sadakaların, her işleri kontrol altında bulundurulan ve teftiş edilen; her hesapları, defterleri tamamen yasalar doğrultusunda tutulan hayır kurumları vasıtasıyla sarf edilmesi gerekir;

2. Fakirlerin çocuklarıyla yetimleri, ilkokul derecesinde de olsa okutmak, dini ve dünyevi ihtiyaçlarıyla geçim yollarını öğretmek;

3. Yoksulların erkek ve kız çocukları için sanat okulları açmak;

4. Bir iş yapabilen fakir dul kadınlarla yoksul erkeklere uygun işler bulmak, gerektiğinde el sanatlarına mahsus makinalar alıp vermek;

5. Yardımcısız kalan yaşlılar için bakımevleri açmak;

6. Yoksullar için özel ve ucuz evler yapıp geçimlerini kolaylayıp yoluna koymak.
Bütün bunlar, ancak resmi yollarla kurulmuş hayır kurumlarının yapabileceği şeylerdir. Ama, bu kurumlara yardım etmek, destek olmak, sadakaları mümkün olduğunca tek elde toplamak ve dikkatli bir şekilde harcamak lazımdır.

Karşılıksız çalışan, her türlü sorumluluğu üstlerine alarak tüm hizmetleri kendi işleriymişçesine gören hayır kurumlarının bulunduğu yerlerde, zekat dağıtılacağını ilan edip de Ramazan aylarında, paketsiz çay gibi, eski püskü elbiseler içindeki müslümanları sokaklara, duvar diplerine toplayanların yaptıkları, bize göre, İslâm dinine -doğrudan değilse bile dolaylı olarak- cinayettir.

Allah Teâlâ zenginlik vermiş, Kur’ân-ı Kerim farz sadakaları fakirlere vermeyi emretmiş ise, maksat, onların hamiyyet ve hislerini öldürmek, dilencilik öğretmek, ahlaksızlığa yol açmak değil, sefaletten kurtarmak, felakete düşmekten korumak, zillet denizlerine dalmamaları için ellerinden tutmaktır.

Yoğun iş zamanlarında, çalışıp para kazanan kimselerin kazanç ve kârdan kalmalarına ve insanların bozulmalarına sebep olacak şekilde dağıtılan sadakaların yararlarının zararlarını karşıladığı şüphelidir. Amaç “Falan zengin zekat dağıtıyor!” diye isim kazanmaksa, bunun; her türlü din, mezhep, kabile ve soydan oluşan şehir halkının gözleri önünde Muhammed ümmetini sokak ortalarında, meydanlarda sefil ve rezil kıyafetlerle sergilemekten başka yolları da olabilirdi.

Müslümanların yüz altınlık şereflerini bir altınlık sadakayla mahv etmek; çalışıp kazanmanın yüz çeşit yolunu öğretmek mümkünken, insanların sırtından geçinmeye teşvik etmek, iyi bir şey olmasa gerektir.

Bundan birkaç yıl önce, basında çıkmış bir makalenin özetini -bu vesileyle buraya almayı uygun gördük. Makalenin içeriği şuydu:

Küçük kuşların azalması, ekinlere zarar veren kurtların çoğalmasına sebep olduğundan insanlar için zararlıdır. Bu yüzden, Alman hükümeti, küçük kuşları avlayıp soylarını tüketmeyi kanunla yasakladı. Bununla da kalmayıp, bütçeden para ayırılarak, ormanlarda küçük kuşlar için yuvalar yapıldı, bir hafta geçer geçmez bu yuvalar kuşlarla doldu. Ancak, kuşlar için yuva yapma tedbirine Alman basını karşı çıkıp “Kuşlar için yuva yapmak, onları tembelliğe alıştırır, bundan böyle kuşlar kendileri için yuva yapmaz olurlar, hükümete güvenirler; çalışkan kuşların başkalarının üstünden geçinmeye ve tembelliğe alışmalarına sebep olmak onlar için cinayettir” dediler.

Basının bu sözleri şaka olsa gerektir; bununla birlikte, âdetin ahlâkı etkilediğinde de kuşku yoktur.

Dünyada 250, bir başka rivayete göre 300 milyon müslüman vardır (1914'te). Bunlardan alim, tüccar, işçi, sanatkâr, molla, hoca -seyyid-, şeyh, mersiye-han (ağıtçı), teravihte Kur’ân hatmedenler, tekkelerde yatanlar ve mücavirler hakkında ayrı ayrı, fakat doğru bir hesap yapılmış olsaydı, bu iki-üçyüz milyon müslümanın ne kadarının kendi kazançlarıyla ve ne kadarının başkalarının emekleriyle yaşadıkları ortaya çıkardı.

Güvenilir bilgilere göre, yalnızca Buhara şehrinde, çalmalı/sarıklı onikibin beleşçi (müft-hör) -çalışmayıp başkalarının üstünden geçinen- vardır. Buna bakılarak diğer şehirlerin durumu da iyi-kötü tahmin edilebilir.

Burada, akla, “Müslümanlar, ne için kendi rızıklarını kendileri kazanmak için çalışmıyorlar ve ne için başkalarına yük olup duruyorlar?” diye bir soru geliyor. Bunun cevabı, “Alman devletinin kuşlar için yuva yapması gibi, müslümanlar da, beleş ve emeksiz yeyiciler için her türlü yolu hazırlayıp vermektedir.

Mademki bedava yemek verenler vardır; bu insanlar niçin meşakkatle çalışsınlar ve niçin alın terlerini akıtıp zahmet çeksinler? Bedava yemek veren birini bulmak dururken, çalışmak ahmaklıktır” demekten ibarettir.

Biri şeyhlik postuna oturdu mu, avam ve cahil cemaat onun evini yapar, otunu biçip ekinini eker, tüm kazançlarını, emeklerinin meyvesini ona götürürler; hatta, “Şeyhtir!” diye üç-dört de kadın alıp verirler. Babasının böyle mutluluk içinde semirip yattığını gören oğul -mahdum- niçin kâr ve kazançla uğraşsın ve niçin sıcaklarda pişip soğuklarda donarak ekmek peşine düşsün?! Babası ölünce, adeta saltanat veliahtı -padişahın vârisi- gibi onun yerine geçer, ondan sonra dünya emrine amade olur.

Şamahı şehri yakınlarında bir şeyh vardır. Bu adamın çobanken şeyh olduğunu herkes bilir. Bugün milyonerdir. Bu şeyhe bu milyonlar nereden geldi? Fabrikası yok, madeni yok, ticarethanesi yok, bir yerden miras kalmışlığı da yok. Elbette ki bunları şeyhlik sayesinde elde etti. Canlı mahluklar onun fabrikası, madeni ve ticari metaıdır. Onların çalışmalarının kaynağı, babasından kalan malı hükmündedir. Bu Şamahı şeyhini, örnek olmak üzere gösterdik; yoksa, İslâm dünyasında bu tür şeyhlerin haddi hesabı yoktur.

Almanya’nın aklı erenleri, kuşlar için yuva yapmayı makul görmüyorlar, tembelliğe alıştırır diye hükümetlerini protesto ediyorlar. Peki ya biz?! Biz mi? Bizler kabirlere, mecnun ve sefillere, Hz. Peygamber’in (s.a.v) âdet ve emirlerine aykırı şekilde yaşayan Mekke-Medine mücavirlerine -el-ıyâzü billah/Allah korusun- ibadet ederiz. Bize göre, şeyhler insanüstü kimselerdir. İnsanların tüm kazanç ve hizmetleri, bunların “Daha yok mu?”larının (Kâf/30) somut örneği olan kursaklarına gider. Bu bâtıl inancımızı, bu çürük imanımızı, bu bozuk ahlakımızı ıslah etmeye çalışanları, Allah ve Rasülü için öğüt verenleri küfürle suçlamaktan, zındık ve dinsiz diye sövüp tahkir etmekten sıkılmayız.

En güçsüz bir gazetenin sözü en güçlü hükümete etki eder; bu yüzden hükümet, yolsuz işleri düzeltir; ama, bin ârifin sözünün bizlere tesiri olmaz, kara taşa dönüşen kalbimize hükmedemez. Sonra, hak söz söyleyen kimse de kalmadı artık… Bir hak söyleyen çıksa, yüz kişi onun karşısına dikilip, eşi görülmemiş tahkir ve alaylarla karşılık verirler.

Ey müslümanlar! İnsanlık hürmetine ve Allah aşkına tekfiri ve lanet okumayı bırakın! Garazdan uzak ve sırf sizin faydanıza olan sözlere kulak verin! İyiliğinizi, hayrınızı isteyip size mutluluk yolunu gösterenlere kızmayın!

Kur’ân-ı Kerim “Söylenen sözleri dinleyip, güzel ve faydalı olanlarına uyan kullarımı müjdele!” (Zümer/17–18) buyurur. Tekfir ve tahkire lüzum yoktur. Olgun insan, sözlerin güzellerini alır, bozuklarını bırakır!

Sayfa 302–307

Müslüman Toplumunda Kadının Yerindeki Değişim ve Sebebi

Kadınları eğitmek

Bu bahisten maksat, kadınların zahiri terbiyeleri değil, bâtıni ve manevi olan zihin ve ahlâk terbiyeleridir. Toplumsal dayanışma kaidesine ve “Erkekler kadınlar üzerine kavvâmdırlar (hakim dururlar); çünkü, bir kere birini diğerinden üstün yaratmıştır” (Nisâ/34) ayetine göre, kadınların ahlaklarını ve kalplerini terbiye etme görevi erkeklere aittir. [Kavvâm, koruyup kollayıcı (himâyet), gözetici (riayet), vekil ve kefil demektir].

Allah Teâlâ, erkekleri kadınlara kavvâm, kayyim kılmıştı; ancak, bu hüküm asr-ı saadetten sonra uzun sürmedi.

İranlılarla karışması ve kadın-kızlar konusunda onların fikirlerine mağlup olmaları yüzünden İslâm dünyası, selefin kadın-kız konusundaki görüşünden döndü ve onların eğitiminde açık bir şekilde ihmalkârlık gösterdi.

Güçlülerin güçsüzlere zulmetmeleri tabii birşey olduğundan, Rasül-i Ekrem, ümmetine kadınlar hakkında çok kapsamlı ve etkili tavsiyelerde bulunmuştur. Dünyadan göçerken dahi onları unutmadı, tekrar vasiyet etti. Ancak, zaman bozuldukça bu tavsiyeler ihmal edilip, kadınların haklarına riayet azalmaya başladı.

Bugün kızlarının kavvâmları olan babalar, onları okutmuyorlar. Bu yüzden kızların kafaları hurafe ve evhamla doldu; babalarsa buna razıdırlar. Kadınlar üzerinde kavvam olan erkekleri, onlara itibar etmiyor, manevi (ruhani) yoldaş olarak görmüyorlar. Daha sonra, kavvâm olan oğulları da annelerini yeteri derecede saymıyorlar, adam gibi bakmıyorlar.

Kurân-ı Kerim’in hükmüyle yasaklanan içki içilmekte, farz namazlar hiç özürsüz terkedilmekte, haram kılınmış ticaretler ulu-orta yapılmakta, haram olan gıybetler düşüncesizce işlenmekte, faizler yenip yedirilmekte; zinalar yapılmaktadır… Bu konularda hiçbir önlem alınmadığı gibi, tamamı, sıradan işlermiş gibi soğukkanlılıkla izlenmektedir.

Bugün kızları okutma meselesi ortaya atılsa, bütün bir İslâm dünyası ayaklanıp, İslâm dininin adından başka bir şeyini bilmeyenlere kadar herkes Yahya peygamber kesilir.

Kadınların bozulmalarından korkarlar, onların okullara gitmelerinden son derece endişe ederler; “Kadınlara güvenilmez, onlar şeytanın kamçısıdır” derler.

Kadınlara güvenilmesin, her tür bozulmaya hazır görülsünler; peki ama, erkekler, zan ve iddia edildiği derecede düzgün müdürler?

Kadınların bozulmalarına kimler sebep olmuştur. Onlara İslâm terbiyesi vermeyenler, hâlis din’i öğretmeyenler, haklarını güzelce tanıtmayanlar, emir buyurmaya cesaret edenler, aldatanlar ve azdıranlar kimlerdir? Hiç kuşkusuz, bunlar, Kur’ân-ı Kerim tarafından kavvâmlık makamında durmakla yükümlü kılınan erkeklerdir.

Sayfa 308–309

Kadınların Camiye Gitmeleri Sünnettir

Rasülüllah zamanında kadınlar mescide giderler, erkeklerden ayrı olarak, arka saflarda durup namaz kılarlardı.

Hz. Peygamber, edeb ve terbiyeye aykırı olmayacak şekilde mescide gelen kadınlara engel olunmaması hakkında nasihatlarda bulunmuştur.

Bu bakımdan, kadınların camiye gitme âdeti, Rasulüllah döneminden miras kalmış olup, hadislere bakıldığında sünnet sayılması gerekir.

Bu durumda, bunu yasaklamaya ve haram saymaya hiç kimsenin hakkı olmasa gerektir.

Rasul-i Ekrem’in, kadınların namazlarını evlerinde kılmalarının efdal ve hayırlı olduğuna dair bazı hadisleri varsa da, bunlar, caizliğine, hatta sünnetliğine aykırı değildir.

Sayfa 313

Kadınları Camiden Uzaklaştırma Konusunda Hz. Aişe’nin Sözü

Hz. Aişe “Rasülüllah, bizim gördüğümüz kadınların yaptıklarını görmüş olsaydı, İsrâiloğulları’nın kadınlarını menettiği gibi, kadınların mescide gitmelerini yasaklardı” demişse, bu söz, onun şahsi fikir ve ictihadı olur.

Müctehidin ictihadının, açık nassla sabit hükümleri neshedemediği, Allah Teâlâ’nın helal kıldığı birşeyi haram kılma hakkının hiçbir insanda olmadığı malumdur.

Bu sebepten olsa gerek, Hz. Aişe, yasaklanması taraftarı olmasına rağmen, bilfiil menetmemiş ve caiz olmadığını söylememiştir.

Rasülüllah, sonraki kadınları görmediğine ve bu yüzden onların mescide gitmelerini yasaklamadığına göre, kadınların mescide gitmelerinin caizliği hakkındaki hüküm, geçerliliğini koruyacaktır.

Sonraki kadınların -ve de erkeklerin gelecekte nasıl olacaklarını Hz. Peygamber bilmiyorsa da, Allah Teâlâ biliyordu.

İbadetle ilgili konularda eksik hükümler bulunması mümkün değildir.

Kadınların halleri, camilere dahi gitmeye engel olacak dereceyi bulmuşsa, böyle haller pazarlara ve savaşlara gitmelerine çoktan mani olurdu.

Oysa, kadınlar, bu tür işlerden, Hz. Aişe zamanında ve hatta bizzat Hz. Aişe tarafından dahi menedilmemişlerdir.

Ahlaksız erkekler olduğu gibi ahlaksız kadınlar da olabilir; ancak, bir kısım kadının edepsizliğine bakarak genel bir hüküm koymak doğru değildir.

Sayfa 314

Kadınları Eve Kapatmanın Yolu: Fitne Korkusu

Hristiyan ve yahudi kadınlar ibadethanelerine gidip ibadet ederken, müslüman kadınları camilere gitme nimetinden mahrum bırakmak ve bu mahrumiyete de fitne korkusu bulunduğunu sebep göstermek, değil yabancıların, bizim dahi anlayamadığımız sırlardandır.

Bunun nasıl bir söz olduğunu iyice düşünenler var mıdır? Varsa, sonuçta, “Müslümanlar ibadet yollarında, dini amellerini yaptıkları sıralarda dahi hayvanlıklarını terkedemiyorlar!” şeklinde bir hükme varmak gerektiğini düşündüler mi?

Haklarında böyle bir yargıda bulunulmasına razı olacak bir milletin dünyada olabileceğini düşünemiyoruz.

Selef asrında müslüman kadınlar pazarlara çıktılar, camilere devam ettiler, savaş alanlarına varıp yaralılara baktılar ve askerlere yardım ettiler; erkeklere hitaben konuşmalar yaptılar, erkeklerle birlikte tavaflar ettiler… Bu hüküm hâlâ geçerli olup, bunu nesheden bir delilin geldiği bizce malum değildir.

“Fitne korkusu var!” sözündeki fitneden maksat “kadınların yüz ve ellerinin yabancılara görünmesi” ise, bugün de, ihram giyen kadınların yüzlerinin örtülmemesi vacibdir. İhram süresi bir saatlik bir zaman olmayıp, bazıları için çok uzayabilir. Bu kadar süre ihramda kalıp sürekli tavafla meşgul olan kadınların yüzlerinin yabancı erkeklere görünmemesi mümkün müdür?

Sayfa 316

Şeyhler ve Olağanüstülükleri

Şeyhler, “zihinden/kalpten geçenleri, dünyanın her yerindeki, hatta kabirdeki müridlerinin hallerini bilsinler, Levh-i Mahfuz’u okusunlar; hayır ve şerre tasarruf etsinler” de, Peygamberimiz ifk hadisesinde işin aslını bilmeyerek kederlensin, hatta bazı kadınlardan soruşturmaya mecbur olsun“ ve Kur’ân-ı Kerim tarafından “Ben gaybı bilmem!” demekle emrolunsun. Tasavvuf şeyhleri, iblis ve şeytanları bilsinler de, Lüt (a.s), evine gelen konukların melek olduklarını bilmediğinden korksun! Bu işlere bizim nâkıs aklımız hiç ermez.

Sayfa 347

Rakibinin Sadece Kötülüklerini Görme Hastalığı

Dünyada pek devasız ve bozuk bir adet vardır: Bir mezheb ve mesleğe uyan kişiler; kendilerine aykırı düşen fırkalar hakkında konuşurken onların faziletlerini, güzel yönlerini gizleyip insanlara söylemezlerken, en ufak bir uygunsuzluklarını büyüterek pirelerini deve yaparlar, kusur olabilecek şeylerini dünyaya teşhir ile, ufak tefek tevcih ve tevillerle düzeltilmesine önem vermezler; çoğu zaman da muhaliflere bütünüyle asılsız şeyler isnat ederler.

Böyleleri, yaptıkları hakkında “Kendi mezhebine çekmek ve başka mesleklerden döndürmek bundan başka bir yolla mümkün değildir” diye özür gösterseler de bu özür kabahattan daha büyüktür.

Dünyada bu şekildeki aldatmalara, iftira ve bühtanlara müsade edecek tek bir din ve felsefe olmasa gerektir.

Sayfa 410

Bir Kavme Benzeyen Onlardandır Hadisinin Nasıl Anlamak Gerek?

Giyim tartışmalarında “Bir kavme benzeyen onlardandır şeklinde bir hadis çok zikredilmekte ve güya bu hadis, müslümanları giyim hususunda başkalarına benzemekten menetmektedir.

Bu hadisi Sünen müelliflerinden Ebü Dâvud ile Müstedrek müelliflerinden Hâkim rivayet etmekte ve sahihlemektedir. Hâkim’in Müstedrek’te mevzu hadisleri sahihleme alışkanlığı (ibtilâ) hakkındaki iddiaları aktararak sözü uzatmaya gerek yoktur; çünkü, sabit olsa dahi hadisin giyim meselesinde delil olacağı şüphelidir.

Hadis bir açıdan çok genel, bir açıdansa çok özeldir.

Pek geneldir; çünkü, bu ibarenin altına kılık kıyafetler girdiği gibi yeme içme, yürüme durma, oturup kalkma ve daha başka şeyler de girer. Mesela evinin tavanını demirle yapan ya da Frenk tertibinde ticaret müessesesi açan, lastik ayakkabı giyen ve sandalyelerde oturanların da tamamı Batılılara benzemektedirler.

Çok özeldir (has); çünkü, lügat imamlarının dediklerine göre, bir-iki madde dışında, tefe’ul bâbındaki sigaların hepsinde tekellüf manası geçerlidir. Buna göre, teşebbehe, taklide özenerek benzeme demek olur ve bir maslahat, özel zevki ya da benzeme kastı olmaksızın rastgele giyinenlerin bunun dışında kalması gerekir.

“Onlardandır” sözünden de haramlık, mekruhluk veya İslâm’dan çıkma ve dinden ayrılma manası anlaşılmasa gerektir.

Şârihler buna “İyi kimselere benzeyenler hürmet görürler, kötülere benzeyenlerse görmezler” diyerek, bahsimizle ilgisi olmayan bambaşka bir mana verirler.

Çünkü, üstünde sarık ve cübbe bulunan kişi, hareket ve muameleleri ile kötülere, üzerinde sirtuk(?) bulunan birinin de iyilere benzemesi mümkündür.

Üç-dört tabondan(?) oluşan umumi bir mecliste, ikindi geçmesin diye, namaz kılındığı sırada, üstlerinde uzun giysiler, başlarında Kazan börkleri bulunan tüccarlar yerlerinden kalkmazken, gezici mahkemede (akrojni sud) görevli sirtuklu bir mirzanın giydiği elbise ile, namaz kılanların safında ibadet edenleri, Ufa’da, bir zenginin evinde dostlarımızla birlikte gördük.

Lamba ve elektrik kullananlar, trenle seyahat edenler, masalarda bıçak, çatal-kaşık ile yemek yiyenler, kitaplarını matbaada bastıranlar, gazete ve dergi çıkaranlar, fabrikalar ve Batı düzeninde mağazalar açanlar, çay ve kahve içenler… “Men-teşebbehe/Kim bir kavme benzerse…” hadisine dahil edilmez yahut edilseler dahi kınanmazlarken, elbise giyenler niçin dahil edilmekte ve ne için sadece onlar suçlanmaktadırlar? Bu oyun değil, çok ciddi bir meseledir. Bunu vurgulamak lazımdır.

Şârihlerin hadis’e verdikleri mana doğru olsa gerektir. Eğer maksat tehdit ya da yabancıların giysilerinden menetmek olsaydı Rasülüllah altın, gümüş, ipek giymekten erkekleri açık bir şekilde menettiği gibi, bunu da böyle mücmel (kapalı) ibarelerle değil, apaçık bir ibare ile menederlerdi. Dahası, kendisi ve sahabileri yabancıların kıyafetlerini giymezlerdi.

Oysa hadis imamlarından Tirmizi, Abdullah bin Abbas Hazretleri’nden, “Özel bir yasaklama olmadıkça Rasülüllah, ehl-i kitaba muvafakat etmeyi severlerdi” mealinde bir hadis nakletmektedir.

İmam Buhâri’nin Cami’u’s-Sahih’indeki ““Bâbu’s-salât fi’l-cübbeti’ş-Şâmiyye/Şam cübbesiyle namaz bâbı” başlığının şerhinde Hâfız İbn Hacer “Bu hüküm, üzerinde necaset bulunmayan küffar elbisesiyle kılınan namazın cevazı hakkındadır” demektedir.

Şimdi, “Bir kavme benzeyen onlardandır”dan murat, başkalarının giysilerini giymekten menetmek olsaydı, muhaddislerin şeyhi olan Buhâri niçin böyle bir söz söylemiş ve diğerleri de niçin kendisine itiraz etmeyerek sükut etmişlerdir? İbn Hacer, sözkonusu Şam cübbesinin Rum giysisi olduğunu söylemekte; Buhâri de Rasülüllah’ın bu elbise ile namaz kıldığına dair hadis nakletmektedir.

Hz. Peygamber Tebük seferinde Rum giysisi ile namaz kılmışlarken, bugün başkalarını Rum elbiseleri giymekten menetmek ve bir kavme benzemeye, giyimde benzeme diye mana vermek nasıl doğru olabilir? Bunu savunanlar ve böyle bir iddiada bulunanlar bu görüşlerini delillerle isbat etmeli, recmen-bi’l-gayb söz söylememelidirler.

Sonuç itibariyle, Rasül-i Ekrem’in ve ondan sonra ashâbın, Mecusilerin elbiselerini giymeleri, “Bir kavme benzeyen onlardandır…” sözüne kıyafette benzeme manası vermeye imkân bulunmadığını gösterir.

Peki ama, hadisten murat “ne’ye benzemek”tir? Bunu izah etmek bizim vazifemiz değildir.

Şârihlerin tefsirine göre ahlakta benzeme olacaktır.

Gerçekten de, Rasülüllah’ın görevinin en büyük kısmı ahlakı ıslah olduğundan, hadisin buna hamledilmesi daha uygundur.

Yabancı dinlerden birinin şiarı ve zâhiri alameti veya ruhanilerinin diğerlerinden ayrılmalarını sağlayan ve onlara has olan kıyafetleri giymek, -ne olursa olsun- onlar gibi davranmak elbetteki caiz değildir. Bunun delili de “Bir kavme benzeyen…” hadisi değil, bilakis zâhir hali o dine mensup olduğunu isbat ettiği içindir. İslâm dininde ikrar ne ise, bazı dinlerdeki giysi, kuşak ve alametler de odur. Bu, bilinen bir meseledir. Fetva kitaplarındaki “kalensöverü’l-Mecüs giyenler/takanlar” misalindeki meseleyi bu gibi hallere hamletmek gerekir.

İmam Şâfii dışındaki âlimler, erkekler için kadın, kadınlar için de erkek giysisini haram görseler de, bu iş, “Bir kavme benzeyen…” hadisinden çıkarılmayıp, bu konuda ikinci bir açık hadis bulunmasındandır. (Sözkonusu hadisi, Kütüb-i Sitte müelliflerinden Ebü Dâvud nakletmektedir). İbn Teymiyye’nin kendi asrındaki kadınların sarıklarına karşı çıkışının sebebi de bu Ebü Dâvud hadisidir.

Sayfa 434–437

Din Âlimlerinin Özel Kıyafete İhtiyacı Var Mıdır?

Din adına olmasa da, ehl-i İslâm’ın âlimlerini oluşturan sınıf için özel bir giysiye ihtiyaç var mıdır, yok mudur?

Mısır kâhinleri, Brahman zâhidleri, yahudi mollaları ve hristiyan ruhanilerinin başkalarından ayrı ve özel kıyafetler giydikleri malumdur. Brahman zâhidlerinin başlarında sarık, üstlerinde cübbe ve kaftan (çapan) şeklinde geniş bir elbise, boyunlarında ise tesbih olup, tesbih bulunmasa Buhara damlalarından farksız olurlardı.

Ebu Yusuf’un kendi zamanında, ulema ile avam sınıfını ayırmaya lüzum gördüğünü yukarıda söylemiştik. Her hâlükârda, İslâm âlimleri için özel bir giysiye ihtiyaç olup olmadığı, zaman, iklim ve ülkelerin şartlarına bağlı bir meseledir. Bunun için de, mutlaka gerek ya da gereksiz diye hükmetmek doğru olmaz.

Hristiyanlarda Luther’e tâbi ruhaniler umumi kıyafetler giyerler ve başkalarından farkları olmaz. İbadetlerini görmek maksadıyla Kilisinors şehrinde kiliselerine girmiştik. Ruhanileri, üstünde sıradan elbiseler olduğu halde vaaz verdi ve ibadet ettirdi; ayrı bir kıyafet giymedi.

İslâm dini eşitlik usulüne bina edildiğinden, ben kendim, ulemayı özel kıyafetlerle avamdan ayırma taraftarı değilim. Eğer ayırıma ihtiyaç varsa bunun maddi değil manevi olması; yani, âlimlerin, diğerlerinden güzel ahlak, iffet ve kalp temizliği ile ayrılması gerekir.

Takva elbisesi daha hayırlıdır. (A’raf/26)

Takvâ elbisesine bürünmemiş isen;
Gömlek gömlek üstüne de giysen
Çıplaksındır…

Sayfa 437–438

İslami Giyim Üzerine

Araplarda giyim şeklinin değişmeye başlaması İslâm’ın zuhurundan sonra olmuştur.

İslâm dini giyim şekillerine, biçimlerine (forma) dokunmamış, bir biçimi farz, bir diğerini haram kılmayıp, bunu insanların tercihine bırakmış olsa da, Araplar İslâm’ın ortaya çıkışından sonra yeni bir medeniyet devresine girdiler ve bu medeniyetleri de giyimlerini, binalarını ve tüm ictimai hallerini etkiledi ve bundan dolayı da giyim hususunda, komşuları olan medeni kavimlere uygun davranmaya başladılar.

Arapların İran medeniyetini almaları hakkında İbn Haldun şunları söylemektedir:

“Araplar ilk başta, başkalarının binaları ile yetinip kendileri bina ile pek uğraşmadılar; özellikle israf ve övünmekten kaçınmaları buna engel oldu. Ama sonraki zamanlarda İranlılardan sınaat öğrendiler ve onların tarzında binalar yapmaya başladılar.”

Hz. Peygamber’in kendisi gömleği severek giyerdi; gömleğinin yen’i de bileğinde idi.

İzar, ridâ, cübbe, ferrüc, aba, kaba ve hristiyan Rumların ve Mecusi İranlıların giysilerini giydikleri de rivayet edilmektedir.

Ebü Yüsuf’un fakihler için çıkardığı yeni formdaki giyim biçimi de o asırdaki Rum papazlarının giydikleri formadan ibaretti.

Buhâri, Müslim ve başka muteber kaynaklarda serâvil [don (ıştan) ve şalvar (çalbar)] sözü çok geçerse de sahabe ve tâbiünun serâvil giydikleri hakkında rivayet yoktur.(11)

(10) Mağribi’nin e/-Müeyyed’de yayımlanan bir makalesinden alınmıştır.

(11) İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne adlı eserinde (c. IV, s. 156) “Sahabe ve tâbiün serâvil giymemişlerdir” demektedir. İbnü’l-Kayyım’ın Zâdu’lMeâd’daki (c. 1, s. 36–37) “Birden fazla hadiste rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber serâvil giymişlerdir; onlar (ashab) da onun izniyle serâvil giyerlerdi” sözü hataya hamledilmiştir.

Sayfa 427–428

Sarık

Sarık, güzel ve eski bir giysi olmakla birlikte Araplara ya da müslümanlara has bir kıyafet değildir.

Eski zamanda Doğu halkları genel olarak sarık giyerlerdi. Hindistan Mecusileri ile Kıbtilerin ruhanileri bugün de sarık sarmaktadırlar. İngiltere kralı da, Hind imparatorluğu tacını giyme töreninde sarık takmıştır. Araslar, sarığı yahudilerden almış olsalar gerektir.

Hz. Peygamber’in gerek börksüz, gerek börk ile sarık (çalma), gerekse de sarıkla ve sarıksız börk giydikleri sabittir. Ancak, sarıkları, ne ağır olacak kadar büyük, ne de başlarını soğuk ve sıcak rüzgardan koruyamayacak derecede küçüktü. Asrımızdaki atkıları boyuna bağlamaktan maksat ne ise Araplarda da sarıktan maksat odur. Terledikten sonra boyuna giren yellerin zararları çok olduğundan, Hz. Peygamber başları ile birlikte boyunlarını da sarıkla kapatırlardı.

Rasülüllah’ın sarık taktıkları çok güvenilir hadislerle sabitse de, bunu, dini ve mukaddes olmak üzere değil, diğer giysileri gibi, sıradan ve tabii birşey olarak giydikleri gizli olmasa gerektir. (13)

Bundan dolayı, başta sarık bulunduğu halde tabii ihtiyaçların giderildiği yerlere girme veya yer kazma/toprak çapalama ve bekçilik-kapıcılık (karavılcılık) gibi aşağı hizmetleri görmenin yahut bahçelerde ve gezinti yerlerinde (sarıkla) dolaşmanın ayıp sayılmaması gerekir.

Bu hususta Türkistan müslümanlarının hallerine şaşırmak, cahilliğin sonuçlarından başka birşey değildir. Sağlık açısından olmasa da din noktasından bakıldığında sarık ile börk aynı hükümde olup birinin diğerine üstünlüğü (meziyeti) yoktur. (14)

“Kuyruğu (taylesanı) salınan sarık mukaddes bir giysi olmakta, kuyruğu olmayan ya da salınmayansa börk hükmünde kalmaktadır” anlamındaki sözler, ilim sahiplerince söylenmiş sözler değildir. Rasülüllah’ın kuyruklu ve kuyruksuz sarık giydikleri sabittir.

(13) Sarık âdetten olup dini işlerden değildir; ancak, ilk müslümanlar bunu giymişler ve başın sıcaktan korunması için faydalıdır. el-Menar.

(14) Kühistâni gibi kimselerin “Sarıkla kılınan namaz sarıksız kılınan yetmiş namazdan daha hayırlıdır” şeklinde hadisler nakletmelerine önem verilmemesi gerekir. Bunlar, her görüp duyduklarını araştırmaksızın nakleden kimselerdir.

Sayfa 428–429

İslam Dininin Özel Bir Elbisesi Var Mıdır?

İslâm dini, müslümanlar için özel biçimlerde kıyafetler giyilmesini emretmediği gibi, yerde sürünmeyen bazı elbiseleri de yasaklamamıştır. İslâm’ı kabul eden sahabiler giyimlerini değiştirmeye gerek görmemişlerdir.

Ebü Bekr ile Ebü Cehil, Huzeyfe ile Utbe’nin giyimleri aynı şekilde idi.

Rasülüllah’ın bir kavmin reisine ya da bir kişiye “Artık müslüman oldunuz, falan şekildeki giysiyi giyiniz, falan ve filan biçimlerdekini ise giymeyiniz!” dedikleri hakkında tek bir rivayet dahi görmüşlüğümüz yoktur.

Hz. Ömer’in, sahabileri İran elbiselerini giymekten menetmesine gelince, (15) bunun sebebi biçimi değil, “ziynete kapılıp önemli şeyleri kaybetmelerine neden olmaması içindi” denilmektedir.

Çünkü, İslâm dünyasının merkezinden ayrılıp uzak yerlere yayılan ve mağlubiyetin öcünü almak için her türlü çareye başvuran İranlılarla karışan/kaynaşan bu müslümanların İran ülkesinde giyim ve ziynetlere gömülüp keyif çatarak yatacak vakitleri yoktu. (16)

Bundan dolayı olsa gerek, bugün müslümanlar sarık ve cübbe yerine, Mağrip halkları gibi sirtuk(?) ve pantolon (çalbar), ceket, palto, börk ve fes giymeye başlamışlardır.

Bazılarının başlarında şapka (işlepe) ve kasketler de görülmektedir.

Halifeleri sayılan kimse, bugün Avrupa ve Amerika’da moda olan elbiseleri giydiğine göre, bu konuda müslümanların çekişmelerine pek mahal olmaması gerekir.

“Hazret! Şapka giymek, İslâm şeriatına göre müslümanlar için haram mıdır?” sorusuna, Mercâni Hazretleri’nin, “Haram olması bir yana, mekruh olduğunu dahi iddia etmeye imkân yoktur!” cevabını verdiğini İbrahim Akçurin Efendi’den işitmiştim.

Dünya, değişip durmaktan, ilerleme ve gelişme kaidesince halden hale geçmekten ibarettir. Hatta bazı hastalıkların bitip yerlerine yeni hastalıkların çıktığı dahi söylenilmektedir. Hastalıklar bile değiştiğine göre, giyim ve benzeri şeylerde nasıl bir sebat ve değişme olur?.

Giyim, yeme içme, yer yurt, oturup kalkma gibi hayat gereklerinin hepsi, değişmeye ve her on yılda bir yollarını değiştirmeye mecbur olan medeni ve ictimai işlerdendir. Gerçekte bunlar eski zamanlarda da değişip, şekilden şekile girerlerdi.

(15) Sahih-i Müslim, c. 1, 5. 152.

(16) Eğer Hz. Ömer mutlak manada menetmiş olsaydı, o zaman çizme/mesi (çituk) ve serâvilin de giyilmemesi gerekecektir; çünkü, Ebü Avâne el-İsferâini’nin rivayetine göre, hadis-i şerifte, “Hufâf ve serâvili bırakıp babanız İsmail’in elbisesini giyiniz!” diye geçmektedir. (Nevevi, Şerh-i Müslim, c. 1, s. 306)

Sayfa 429–431

--

--