Rhône Nehri’nde Süzülen Gelin Tacı
Lyon’da Düğün Üzerine…
Lyon’da Düğün, ölümün soğuğuna aşkın sıcağını karıştıran Stefan Zweig’ın kısa öyküsüdür. 1793 Fransa’sında Lyon mahzeninde ölümü bekleyen devrim karşıtlarının arasında birbirini kaybetmiş iki âşığın buluşması, zindanın karanlık ve soğuk duvarlarına sirayet eden bir vuslatın hikâyesidir. Saman çuvalları arasında ilk ve son kavuşmayı, ruhlar kadar bedenlerin de birleşmesini izlediğimiz sıcacık bir aşk… Stefan Zweig, Fransız Devrimi’nin kanlı zeminine iki gencin masum ve ölümle sonsuzlaşan aşkını yerleştirir.
Lyon’da Düğün’de dikkat çeken ve öykünün bel kemiği olan düşünce, insanların her durumda bulundukları ortama uyum sağlayabilmesidir. İnsan çabuk alışan bir varlıktır. Baskıya, rejim değişikliğine, korkuya, savaşa ve hatta ölüme bile. Mahzendeki hükümlüler o daracık alana yerleştirildikten sonra hemen ortamı benimsemekte, yeni gelen hükümlülere oranın sahibiymiş gibi davranmaktadır. Yeni hükümlüler adeta davetsiz misafirdir.
“…çünkü insan doğasının bir garip yanı da her yere çabucak uyum sağlaması, geçici olarak bulunduğu yerde kendini evinde hissetmeyi bir hak olarak görmesidir.”
İnsan ne garip bir yaratıktır ki yazgısına ve bu yazgının malum sonuna rağmen tutunan, sahiplenen ve yarınlar yokmuşçasına içinde bulunduğu anı benimseyen bir tavır sergiler.
Öyküde dünya yansa da insanları birleştiren ve zamanı belli bir anda donduran gücün “aşk” olduğu vurgusu yapılıyor. Karanlık bir mahzeni andıran dünyada devrimlerin, savaşların, idamların yıprattığı insanlığı bir kavuşma ve aşk hikâyesi birleştirebiliyor.
Cumhuriyet karşıtı nişanlısıyla ortam şartlarından dolayı nikâhı askıya alınan genç kızın öyküde daha mücadeleci bir tavır sergilediğini görüyoruz. Mahkemeye sevk edilen nişanlısını bulmak için verdiği mücadeleye şahit oluyoruz. Stefan Zweig bu öyküde, kızı merkeze almış görünüyor. Aşkları söz konusu olduğunda kadınların mücadeleci ruhlarını ve daha sahiplenici oldukları gerçeğini ortaya çıkarmak istermiş gibi…
“… doğanın sadece kadına bahşettiği ve en büyük felaket anlarında ortaya çıkan o sihirli ve anlaşılmaz enerjiyle imkansız olanı gerçekleştirmek ümidiyle yanına yaklaşılmaz halk temsilcilerinin huzuruna çıkmış ve nişanlısının bağışlanması için yalvarmıştı.”
Öykünün ilerleyen kısımlarında da olaylar kızın gözünden aktarılıyor. Nişanlısının kurşuna dizildiğini zanneden ve onu sonsuza dek kaybettiğini düşünen genç kız, mahzende sevdiği adamla karşılaşıyor. Bu mucize karşısında hükümlülerin tutumu, bizi öykünün temel tezine yaklaştırıyor.
“… gençlerin bu içtenliği, birbirlerine duydukları sevgi, aynı sonu paylaşacak olan oradaki tüm insanları çok etkiledi; daha biraz öncesine kadar bütün duyuları uyuşmuş, yorgun, hiçbir şeyi umursamaz ve her türlü duyguya kapalıyken garip bir tesadüfle birbirine kavuşan bu çiftin etrafını tutkulu bir coşkuyla sarmaya başladılar.”
Bu noktada her türlü çirkinliğe, mahrumiyete, acıya ve tüm bunlara ev sahipliği yapan bir mekâna alışan insanın aynı zamanda bir umuda da kolayca tutunabildiğini görüyoruz. Karanlık bir odanın içinde titreyen mum alevi gibi “aşk” da buzdan gerçeklerle örülü dünyayı aydınlatabiliyor. Biraz sonra sönecek, dayanıksız ama yanmaktan vazgeçmeyen o küçücük alev, insanoğlunun gözünde bir parıltıya dönüşebiliyor.
”Herkes bu olağanüstü gerçek karşısında kendi yazgısını unutmuştu; her biri onların anladığını, empati kurduğunu, mutluluklarına katıldığını ya da yaklaşan son nedeniyle üzüntü duyduğunu söyleme ihtiyacı duyuyordu, fakat son derece heyecanlı ve kavuşmanın coşkusundan kendinden geçmiş olan genç kız her türlü acımayı gururla reddetti. Hayır, o mutluydu.”
Hükümlülerin arasında bulunan bir papaz sayesinde nikâhları kıyılan genç kız ve erkeğin son dilekleri gerçekleşiyor.
“Fakat hayat mucizeleri sevse de gerçek mucizeler konusunda cimri davranır.”
Öykünün sonunda Rhône Nehri ölüleri saran toprak, gelinin tacı cenaze çiçeği oluyor adeta. O son aşk gecesi de böylece ebedileşiyor.