Romantizmle Direnmek Mümkün Mü?

Emre Fidan
Türkçe Yayın
Published in
11 min readJun 5, 2021

Bütün semavi dinlerde cennetten atılma hadisesi -aralarında bazı nüanslar olsa da- hemen hemen aynı şekilde anlatılır. Bu olaya en detaylı haliyle Tevrat’ın Tekvin kitabında rastlıyoruz. Buna göre, cennette ebedi refah ve mutlulukla mükâfatlandırılan insan, cennet bahçesinde kendilerine yasaklanmış olan tek ağacın meyvesini tadar ve Tanrı’nın mutlak otoritesine karşı çıktığı için de cennetten kovulur. Bu ağaç “iyiyi ve kötüyü bilme ağacı” ya da “bilgi ağacı” olarak anılır. Yani insan, Tanrı buyruğuna, bilmenin şehvetine kapıldığı için karşı koymuş ve cezalandırılmıştır. Kovulan insanın yeryüzündeki cezası da ilginçtir. Yine Tekvin’e göre bu ceza; toprakla uğraşmak, toprağı işlemek ve emek harcayarak besinini ya da genel olarak ihtiyaçlarını temin etmektir.[1] Tanrı’nın huzur dolu ve bereketli bahçesinde bolluk içinde yaşamak dururken, toprağı işleyerek kendi besinini üretmek… Evet, ilk bakışta büyük bir ceza gibi geliyor.

Tabi ki hikâyemiz burada bitmiyor hatta yeni başlıyor bile diyebiliriz. “İnsanın başat oluşu yavaş yavaş süregelmiş, etkenleri ağır ağır birikmiştir. Bunların arasında bazılarını (…) devrimsel olarak nitelendirebiliriz. İnsan ekonomisini tümden değiştiren ilk devrim, insanı besin kaynağına başat kılmıştır. İnsan ekip biçmeye, bitki yetiştirmeye, seçmesini bilerek yenilebilir ot, kök ve ağaçları geliştirmeye başlamıştır.”[2] Gordon Childe’ın devrimsel olarak nitelendirdiği bu dönüşümler dinsel anlatıda “insanın düşüşü”ne karşılık gelir. Tarım devrimi sonrasında, atalarımız içinde, insanın yaşamına devam etmek için doğa karşısında eskisine nazaran avantajlı bir konuma geçmesini tekdüze bularak, kötü donanımlı acemi avcıların yaşamında epik bir heyecan görenler olmuş mudur bilinmez ama binlerce yıl sonra insanlığın bir başka atılımında, romantizm başlığı altında toplanabilecek bu tip eleştiriler ortaya çıkmıştır. Bu atılım, burjuvazinin öncülüğünde endüstri devrimidir.

Marksistler arasında bu sürecin temel dinamiği hakkında tartışmalar olsa da, genel olarak bu geçişin, tarım ve zanaattaki teknik ilerleme ile buna eşlik eden ticari genişlemenin yarattığı zeminde, burjuvazinin sınıf mücadelesindeki zaferi ile kotarıldığını söylemek yanlış olmaz. Marx ve Engels dahi sınıf düşmanlarının bu zaferini, “burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynadı” diyerek kutladılar. Onları bu kutlamaya iten şey, endüstrinin işçi sınıfı için yarattığı yıkıcı sonuçlardan habersiz olmaları değildi, kuşkusuz. Manifesto’dan yıllar önce İngiliz işçilerinin yaşadığı sefaleti çarpıcı bir canlılıkla anlatan Engels idi. Yine Marx da uygarlığın acı yüzü ile henüz Rheinische Zeitung editörü iken tanışmış ve yoksul köylülerle, işçilerin safında yerini almıştı. Genç Hegelci felsefe çevresindeyken dahi “felsefe maddi silahını proletaryada bulur”[3] yazabilmiştir. Peki, silahın doğrultulacağı düşmana bu övgü nedendi?

Romantik Eleştiri

Marksizmin endüstri devrimi ve kapitalizm hakkında çelişkili gibi görünen tutumuna bakmadan önce burjuvazinin öncülüğündeki yeni iktisadi, siyasi ve sosyal ilişkilere farklı bir perspektiften gelen eleştirilere bakalım. Çeşitli disiplinlerde, farklı önceliklerle ve farklı şiddetlerle de olsa kapitalizme yönelen en ciddi eleştirilerden bazıları romantizm çatısı altında toplanır. Çoğunlukla maddi yaşamın nesnelliğinden ziyade öznel / tinsel bir açıdan yöneltilen bu eleştiriyi birkaç veciz tanımlama ile ifade etmemiz gerekirse -Talleyrand’ın “hayatın tadı” ve Weber’in “yaşamın büyüsü” sözlerinden yola çıkarsak- endüstri ile birlikte yaşamın büyüsü bozulmuş, hayatın tadı kaçmıştır. Kapitalizm yaşamı; mekanizm, ölçülebilirlik, derinleşen işbölümü, ticarileşme gibi birbiriyle ilişkili olgularla kuşatmış ve böylece pre-kapitalist toplumsal hayattaki aşkınlık yok olmuş, yerine kuru, düz bir çıkar ilişkisi ve soğuk bir akıl egemen olmuştur. Bu itirazın odağında insanın özneleşmesi, doğadan ayrılması vardır. Doğada ve tarihte işleyen yasalara vâkıf olabilmenin, süreçleri ölçebilmenin / hesaplayabilmenin ve bunları dönüştürme iddiasının doğanın kendiliğinden yüceliğini sınırlı bir akla sıkıştırmak, toplumun organik dinginliğini ise sürekli tahrip etmek gibi bir hadsizlik olduğu düşünülür. İnsanın özneleşerek yücelik ve dinginliği yerinden etmesi cennetten kovulma kıssasına ne kadar da benziyor değil mi?

Pozitivizmin burjuva dönüşümü yasallıklar üzerinden açıklayıp meşrulaştırması karşısında romantiklerin felsefi dayanak noktası ise neo-Kantçılık oluyor. Kant’ın epistemolojik düalizmi neo-Kantçı tarih okulunda doğa bilimleri-toplum bilimleri ayrımında kendini gösteriyor. Okulun öncü isimlerinden Heinrich Rickert’in anti-aydınlanmacı romantik tepkisi tam da bu temelde kurulur. “Rickert doğayı, kendi kendine gelişimin gözlendiği alan olarak betimlerken, toplumsallığı, insanın değerlere bağlı amaçlar doğrultusunda yapıp ettiklerinin simgesel bütünü olarak tasvir ettiği ‘kültür’ içerisine yerleştirir. Böylece tarihsel-toplumsal gerçeklik (…) insanın kendisi için kurup içinde yer aldığı bir kültürel (tinsel) dünya olarak kavranır.”[4] Buradan bakıldığında kültür, üretim ilişkileri gibi ‘tümelliklerden’ arındırılmış, değerlerle tanımlanan tinsel bir alan halini alır. Pratik yaşam ve onun zorunlulukları kültür dairesinin içinden atılmıştır. “İnsanın özgür ve yaratıcı varoluş alanı olarak kültür, bilinç üretimi ve manevi üretim ile özdeşleşmiştir. Temelde kültür; dinsel, ahlaksal, hukuksal, sanatsal, kuramsal ve felsefi bilince, (…) insanların maddi varoluşuna açıkça karşı çıkan manevi alana bağlı kalmaktadır.”[5] Bu şekilde idealist bir yorumla insanın maddi faaliyetinin dışında konumlanan kültür romantikler için git gide bir sığınak görevi görmeye başlamıştır. Burjuva değerleri simgeleyen “uygarlığa” karşı, aristokrasi ve halkın bağrında “kültür” yatmaktadır artık. Bu yüzden romantikler için “uygarlık; soyut, yabancılaşmış, parçalanmış, mekanik, faydacı, maddi sürece duyulan boş inancın esiri; kültür ise bütünsel, organik, duyumsal, kendinde amaçlı ve geçmişi kapsayıcıydı.”[6]

Burada Ferdinand Tönnies’i anmak gerekiyor. Çünkü Tönnies “Kültür” ve “Uygarlık” ayrımına çok benzer şekilde, toplum kuramını oldukça net iki kategoriye ayırmıştır: Gemeinschaft (topluluk / cemaat) ve Gesselschaft (toplum). Tönnies’in Gemeinschaft’ı pre-modern ilişkileri ve bireyi topluma bağlayan tinsel değerlerle birlikte “yaşayan bir organizmayı” anlatırken, “Gesselschaft ise modern ilişkilerin yapay ve mekanik yığınlarını” anlatmaktadır. İlki köylü, ikincisi ise şehirlidir.[7]

Pozitivistlere göre ise artık insanlığın erginlik çağı başlamıştı. Maddi sürecin gereklilikleri ile başlayan hikâye, insan aklının egemenliği ile gelişmiş ve doğanın, tam anlamıyla insan nesnesi haline gelmesine yol açmıştı. Taş yontan insan artık makineler yapmaya, bunları üretici faaliyetinin merkezine koymaya başlamıştır. Küçük bir çocuğun zihinsel ve fiziksel becerilerini geliştirmesine benzer bu durum. Emzirme döneminden başlayarak “akılcılaşmanın” şekil verdiği bir süreçtir. Fakat bu gelişim -tekil insan yaşamından yola çıkarsak, ergin olma hali- o eski çocuk saflığının da yitimine yol açmıştır. Örneğin Rousseau, bir yandan, insan türünün özünde kendini geliştirme yeteneğinin yattığını söylerken, diğer yandan da, bu sınırsız yeteneğin bütün şanssızlıkların kaynağı olduğunu söyler.[8]

Dolayısıyla romantik eleştirinin oldukça haklı yönleri de vardır. Edmund Burke kapitalizmi “sofistler, ekonomistler ve hesapçılar çağı” olarak nitelendirirken yanılmamaktadır. Ya da Thomas Carlyle “insanların varlıkları da kafaları ve kalpleri gibi elleri de mekanikleşir” derken haksız değildir. Clemens Bretano, Paris’teki insan manzarasını “Gördüğüm herkes aynı yolda, yan yana yürüyordu ama yine de bu insanların her biri kendi ıssız yolunda yürüyor gibiydi, kimse kimseye selam vermiyordu, herkes kendi çıkarının peşindeydi” diyerek tarif ederken çarpıcı bir gerçeği dile getiriyordu.[9] Yine Dostoyevski de, “Şimdi para biriktirmek, olabildiğince daha çok şeye sahip olmak gerekiyor, işte ancak o zaman saygı gösterilmesini umabilirsiniz. Ve sadece başkalarının size saygı göstermesi için değil, sizin kendi kendinize saygı duymanız için de başka bir yol yoktur”[10] derken kapitalizmin ahlakını özetlemiş oluyordu.

Lukacs’ın “romantik anti-kapitalizm” dediği bu dünya görüşü sosyal ilişkilere dair oldukça yerinde saptamalarda bulunuyordu bulunmasına ama bunları kim adına, hangi sınıf için ve hangi özlemlerle yapıyordu? Löwy ve Sayre şöyle özetiyor: “Romantizm modernitenin, yani modern kapitalist uygarlığın, geçmişteki (prekapitalist, premodern) değer ve idealler adına eleştirisini temsil eder”[11] Saint Simon ve Fourier gibi ütopyacıları ayrı tutarsak romantiklerin kapitalizm eleştirisi aristokratik bir özlemle temellenmektedir. Pre-modern ilişkilerin dinginliği ve irrasyonalitesi romantiklere cenneti çağrıştırmaktadır. Kapitalist çalışma, ticari hırs ve mekanizm ise cennetten kovulan insanın lanetidir. Bu lanet nedeniyledir ki, “doğal durum”un organikliği çözülmüş ve yabancılaşmanın yapaylığı dünyayı sarmıştır.

Marksizmin Cenneti

Marx ve Engels bu tarz bir anti-kapitalizme hiçbir zaman yüz vermemiştir. Henüz erken sayılabilecek bir dönemde, 1848’de Komünist Parti Manifestosu’na farklı anti-kapitalist/sosyalist çizgilerin eleştirisi de girmiştir. Romantik tepkiye en yakın akımlar Manifesto’nun “Gerici Sosyalizm” başlığı altında incelenmiş ve mahkûm edilmiştir. Bu başlık altında yer alan üç maddedeki argümanlar doğrudan romantiklere hitap edilmese bile onları işaret etmektedir. Örneğin “Küçük Burjuva Sosyalizmi” alt başlığında bu düşünüş için, “kesin amaçları bakımından ya eski üretim ve değişim araçlarını ve bunlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu geri getirmeyi ya da modern üretim ve değişim araçlarını (…) eski mülkiyet ilişkileri çerçevesi içerisinde tutmayı arzular” denir. “Feodal Sosyalizm” alt başlığında ise aristokrasinin keskin eleştirileri ile burjuvaziyi tam yüreğinden vurduğunu belirtse de Marx, ardından şöyle yazar: “(…) günlük yaşamda da bütün tumturaklı sözlerine karşın, sanayi ağacından düşen altın elmaları toplamak ve doğruluğu, sevgiyi ve onuru, yün şeker pancarı ve içki ticareti ile trampa etmek için her şeye boyun eğiyorlar.” Yine “Alman Sosyalizmi ya da ‘Hakiki’ Sosyalizm” alt başlığında da Alman felsefesinin elinde Fransız sosyalist yazınının iğdiş edildiğini, sınıflar savaşını ifade etmekten çıktığını ve hakiki gereksinimleri değil, Hakikatin gereksinimlerini temsil ettiğini belirtir. Marx, bu tarz bir sosyalizmin proletaryanın çıkarlarını değil, hiçbir sınıfa ait olmayan, felsefi fantezinin puslu dünyasında yaratılan genel olarak insanın çıkarlarını ifade ettiğini yazar.[12] Görülüyor ki Marksizm ne sınıfsız bir ahlaki sosyalizmin peşindedir, ne de burjuvazinin, eski egemenlik ilişkileri adına eleştirisine katılmaktadır. Hatta yine Manifesto’da, feodalitenin felsefi bir sis perdesi ardına gizlediği ‘aşkınlığının’ kapitalizm tarafından basit bir ticari ilişkiye dönüştürülmesinden duyulan mutluluk çok açıktır.

Marksizm ile romantizm arasındaki çatışmanın kanımca üç önemli başlığı vardır: ilki kültür yorumlarında ortaya çıkar. En başa, romantikler için daimi bir ölçüt vazifesi gören “cennetten kovulma” kıssasına dönersek, Marksizm burada insanın düşüşünü değil, sıçramasını görmektedir. İnsan, Tanrı’nın gazabı ile çalışmaya mahkûm edilmiştir fakat bu durum aynı zamanda, insanın, doğanın ona koyduğu sınırlar içine hapsolmadan, kendi faaliyeti ile kendi kendini inşa etmesi anlamına gelir. Kültürün doğuşu ve insanın kültürel bir varlık haline gelmesi de bu aşamaya denk düşer ve bu da tam tamına bir ontolojik sıçramadır.

Marksizm insan doğası söz konusu olduğunda, insanın biyolojik (ya da fiziksel) gereksinimleri ile bu gereksinimleri karşılama amacıyla yürüttüğü maddi faaliyeti kapsayan katmanlı bir yapıdan bahseder. Ok ve yayın icadı, ateşin bulunması, hayvanların evcilleştirilmesi ve büyük bir kırılma olarak tarımın icadı gibi şeyler, insanın, biyolojik gereksinimlerin karşılanması amacıyla yürüttüğü planlı-bilinçli eylemlerdir. İnsanı, biyolojik varlığını aşarak kültürel bir varlık haline getiren de buradan türeyen üretici faaliyettir. “(…) hayvan dış doğadan yalnızca yararlanır ve salt varlığı ile onda değişiklikler meydana getirir; insan onda değişiklikler meydana getirerek, amaçlarına yarar duruma sokar, ona egemen olur.”[13] Yalnızca canlılığı sürdürmek için doğa ile temasa geçmek ve varoluşun bu “alışverişten” ibaret kalması başka şeydir, gereksinimlerini dış dünyaya aktif müdahaleler yaparak sağlamak ve buradan yeni gereksinimler türetmek, tüm bunlar olurken de kendi kendini dönüştürmek bambaşkadır. İlki hayvancıl varlığa, ikincisi ise insanın cinsil doğasına işaret eder. “İnsan cinsil varlık olduğunun kanıtlarını, demek ki tam da nesnel dünyayı işleyip geliştirme olgusunda vermeye başlar.”[14] Kültür de zaten en geniş anlamıyla, bu “işleyip geliştirme” hâli ve ondan doğan sosyal ilişkileri ifade eder. Bu sosyal ilişkilerdeki en köklü dönüşüm ise tarımın icadı ile ortaya çıkmıştır. Kültür kelimesinin etimolojik kökeni de buna işaret eder. Latince “colere” yetiştirmek, toprağı işlemek anlamına gelir. Yine “kültür ile aynı kökten gelen ‘coulter’ saban demirinin ağzı demektir.”[15] İngilizcede “culture” ekip biçme, Türkçede kültür ise ekin ve tarım anlamlarındadır. Bizler cennetteki “natura”nın karşısına “cultura” ile çıkarak insan olduk. Dini anlatıda itaatsizlikle damgalanmamıza neden olan şey tam da insancıl varlığımızın kendisidir.

Marksizm bu yüzden üretim araçlarının gelişiminde ne Rousseau gibi “şanssızlık” ne de diğer romantikler gibi “düşüş” görür. İnsanın doğal olandan kopuşu, onun özneleşmesinin zeminini yaratır. Yani marksizmle romantizm arasında kültürün materyalist ve idealist yorumlanmasına dayanan temel bir ayrım vardır.

İkinci ayrım noktası ise cennetin gerçekten cennet olup olmadığı ile ilgilidir. Yani romantizm için cennet referansı ile anılan aristokratik dünyanın, insana gerçekten bereket içinde, huzur dolu bir yaşam sunup sunmadığıdır. Marksizme göre aristokratik dünya cennete hiç benzememektedir. Orada dingin bir uyum değil, sınıfsal bir bölünme, huzur değil çatışma vardır. Burjuva dünyasına hücum edilmesine sebep olan işbölümü ve ticaret daha ilkel biçimleriyle feodal düzende bulunur. Romantiklerin pek de üzerinde durmadığı serfler, kapitalizmde olduğu gibi artı-ürün sömürüsüne tâbidir. Üstelik ürünlerine el koyan efendileri, kendilerinin söz hakkı olmadığı hukuki ve siyasi düzlemde de onların mutlak efendisidir. Evet, geleneksel toplumlar “daha az ölümcül rekabete ve azap veren hırslara sahiptirler, acımasız bir araçsal rasyonelliğe daha az maruz kalmışlardır vs. öbür yandan ve çoğunlukla aynı gerekçelerle, genellikle vahimlik derecesinde yoksuldurlar, kültürel klostrofobiden mustariptirler, toplumsal açıdan dar görüşlü ve patriyarkaldırlar, özerk birey duygusuna pek yer vermezler.”[16] Bir romantik olarak Dostoyevski de geleneksel ve modern toplumlar arasında kıyas yaparken, eskiden serflerin kabaca sopa yerken, şimdi bunun daha kibarca yapıldığından bahseder.[17] Bu, her an sopa yeme ihtimali ile yaşayanlar için küçümsenecek bir fark değildir. Aydınlanmanın eşitlik iddiasının fiilen gerçeğe dönüşmemesi bir vakıadır ancak bunun bir iddia olarak taşınması bile önemlidir. “Pratikte herkesin -örneğin kadınların, Avrupalı olmayanların ya da yoksul köylülerin- eşit saygı gördüğü hiç de doğru değildi. Ama teoride herkesin özgürlüğü önemliydi; ve ‘teoride’ önemli olması, hiç önemli olmaması ihtimaline göre küçümsenemeyecek bir gelişmeydi.”[18]

Üçüncü ayrım noktası ise Marksizmin ilerlemeci bir ideoloji olmasından kaynaklanır. Ancak burada ilerleme idealist aydınlanmacılarda olduğu gibi soyut ve doğrusal bir süreç değildir. Tarihsel ilerleme idealar dünyasından değil pratik yaşamdan kök alır; evrensel, organik bir evrim ile süreklilik oluşturmaz, özünde yıkımları, büyük çelişkileri taşıyan ve en önemlisi eşitsiz bir kopuş sürecidir. Tarih soyut / sınıfsız insanın özgürlüğe ve uyuma doğru yürüyüşünde sürekli onu itekleyen bir rehber değildir. Belirli bir sınıftan insanın, özgül bir üretim tarzının koşulladığı zemindeki amaçlı faaliyetidir. Bu yönüyle kapitalizm insanlığa büyük bedeller ödetmiş bir ilerlemedir. “Marx güçlü bir biçimde olanaksızı gerçekleştirmemizi; (…) tek bir düşünce içinde ve her iki yargının gücünü hiçbir şekilde zayıflatmadan kapitalizmin uğursuz özellikleri ile olağanüstü ve özgürleştirici dinamizmini aynı anda kavrayabilecek bir düşünce tarzına ulaşmamızı ister. Zihinlerimizi, kapitalizmin insanlığın başına gelen hem en iyi, hem de en kötü şey olduğunu anlamanın olanaklı olduğu bir noktaya ulaştırmamız gerekmektedir.”[19]

Aynı zamanda tarihselci bir ideoloji olarak marksizm, tarihin belli bir anındaki özgül ilişkilerin o tarihsel durumun aşılmasına kaynaklık edeceğine inanır. Tarihin mantığı tarihin kendisine karşı kullanılmalıdır. Kapitalizmin dinamizmi, üretimi toplumsallaştırıcı etkisi, siyaset sahnesine çıkardığı proletarya ve üretici güçleri sürekli geliştirme zorunluluğu ile krizlere gebe yapısı, onun hem en büyük gücü hem de en büyük zayıflığıdır. Bu yüzden tarihsel ilerlemede uyum ve özgürlüğün esenliğini değil, sınıfsız topluma gidişin nesnel koşullarını görür. Ancak kapitalizmin üretici güçlerin evrensel gelişimini zorlaması sayesindedir ki, komünizmin “herkese ihtiyacı kadar” ilkesi hayal olmaktan çıkmış ve bunun öznesi olacak mülksüz bir sınıf doğmuştur. Marksizm kapitalizmin zaferini, kendi yıkılışını gerçek bir seçenek haline getirdiği için kutlamaktadır.

Öte yandan ise Marx, Grundrisse’de, antikitenin çocukça dünyasının daha yüce göründüğünü kabul eder. Romantiklerin kapitalizmin ideolojik semptomlarına yaptığı saldırılar meşrudur, ancak Marx, devrimci bir perspektif için onun ekonomik temellerine bakmanın zorunlu olduğunu düşünür. Geçmişteki kayıp cenneti değil ama gelecekteki dünyevi “cenneti” yaratacak olan özne orada büyümektedir. Yine Hegel de Kutsal Kitap’taki cennetten kovulma kıssasından yola çıkarak, bunun, ilkel durumun masumiyet ve yalınlığını ifade ettiğini belirtir ancak o da madalyonun diğer yüzüne bakma yanlısıdır: “Çocuksu masumiyet hiç kuşkusuz, büyüleyici ve çekici bir yan içerir: ama yalnızca tinin kendisi için kazanması gereken şeyi bize anımsattığı için. Çocukluktaki uyumluluk doğanın elinden gelen bir armağandır: İkinci uyum tinin emeğinden ve kültüründen kaynaklanmalıdır.”[20]

Yarınlara Bakabilmek

Bugün kapitalist parçalanma ve ticari hırsın doruklarında yaşayan bizler için, nostaljinin dinginliğinin ruhumuzu onaracak bir liman gibi görünmesi oldukça normaldir. Çalışma ilişkilerinin öldürücü rekabeti yerine çocukça masumiyeti ya da metropol hayatının hiç düşmeyen ritmi yerine köy ya da taşranın yavaşlığı çekici gelebilmektedir. Üstüne üstlük Marx’ın döneminde, onun yarınlara dair iyimserliğine dayanak oluşturacak kadar güçlü bir işçi sınıfı hareketi Avrupa’yı titretmekteyken, günümüzde bundan bahsetmek oldukça zor. Yine de kapitalizmin romantik eleştirisinin çıkışsızlığına dair güçlü gerekçeler vardır. En temelde, romantik eleştirinin sığınaklarının kapitalizm tarafından ele geçirilmesi yatar. Tedrici ve eşitsiz bir şekilde de olsa, kapitalizm, sistemik doğası gereği iki yüzyıl önce görece özerk denilebilecek yapıları kendi çemberi içine alabilecek kadar esnemeyi başarmıştır. Artık irrasyonalite, geleneksel değerler ya da kültür, meta toplumunun içerisinde devinmektedir. Nazizmin bir yandan romantik eleştiriden ilham alması ama öte yandan da kapitalizmin — savaş teknolojisinin akıncı ideolojisi halini almasına benzer şekilde, artık merkez kapitalizmin dışında kalan kültürler post-modernizm ile birlikte bir piyasa nesnesi haline gelmiştir. Aydınlanma ideallerine sırtını dönerek geleneksel olanda keramet aramak şimdilerde kapitalizm eleştirisi anlamına gelmiyor. Aksine bunlar, kapitalizmin tüm kürenin kılcal damarlarına kadar sızmasının yolunu açtı. Kapitalizmin ya da modernizmin iktisadi / sınıfsal temelleri yerine, ideolojik çıktılarının eleştirisine yönelen romantizmden başka bir şey çıkması pek de olanaklı değildi.

Söz konusu kapitalizm karşıtlığı olduğunda, eğer idealist felsefenin mistik örtüsünden kurtulmak, soyut bir insanlık nosyonunun manevi tatmininden ötesini aramak istiyorsak, tarih bize proletaryadan başka bir sınıf, sosyalizmden başka bir düzen işaret etmedi. Ne dün ne de bugün.

Emre Fidan

[Bu yazı YeniGelen dergisinin Şubat 2021 tarihli sayısında yayınlanmıştır.]

[1] Süleyman Hayri Bolay, “İslam Ansiklopedisi” web sayfası, Âdem maddesi

[2] Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan, Varlık Yayınları, 2001, s.54

[3] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yayınları, 2009, s.208

[4] Atilla Güney, Sosyolojinin Marksist Reddiyesi, Yordam Kitap, 2019, s.38

[5] Vadim Majuyev, Kültür ve Tarih, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1998, s.78

[6] Terry Eagleton, Kültür Yorumları, Ayrıntı Yayınları, 2005, s.21

[7] Aktaran Alex Callinicos, Toplum Kuramı, İletişim Yayınları, 2013, s.201

[8] Aktaran Alex Callinicos, a.g.e, s.65

[9] Aktaran Micheal Löwy — Robert Sayre, İsyan ve Melankoli, Versus Kitap, 2007, “Modernitenin Romantik Eleştirisi” bölümü

[10] Dostoyevski, Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları, İthaki Yayınları, s.71

[11] Micheal Löwy — Robert Sayre, a.g.e, s.23

[12] Karl Marx — Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Yazılama Yayınevi, 2007, “Gerici Sosyalizm” bölümü

[13] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, 1979, s.228

[14] Karl Marx, 1844 Elyazmaları, Sol Yayınları, 2011, s.147

[15] Terry Eagleton, a.g.e, s.9

[16] Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı Yayınları, 2011, s.129

[17] Dostoyevski, a.g.e, s.33

[18] Terry Eagleton, a.g.e, s.135

[19] Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı, Nirengi Kitap, 2011, s.90

[20] Aktaran Sean Sayers, Marksizm ve İnsan Doğası, Yordam Kitap, 2013, s.134

--

--