Sahnede: “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”

Esra Birand
Türkçe Yayın
Published in
6 min readDec 6, 2023

Yıldızlar birbiriyle konuşur ama insan insanla konuşamaz.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar

Hayri İrdal’ın trajikomik ve bir o kadar saçma sayılabilecek hikayesi, “İnsan neyi anlatabilir?” diyerek başlar. Diğer taraftan belki biz okuyucuları da, Tanpınar’ı hiçbir zaman tam olarak anlayamadık.

Yirminci yüzyıl, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de zaman ve gerçeklik algısı üzerine edebiyat ve felsefe çevrelerinde yoğun ilgi görmüştü. Fransız düşünürlerden Bergson, Sartre, Camus hatta Baudrillard dikkat çekenler arasındaydı. Dönemin Türkiye’sinde ise akademinin yanında, Oğuz Atay ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın başını çektiği isimler sayesinde, edebiyatta da bu meselelere bir hayli kafa yorulmuştu.

Aradan on yıllar geçtikten sonra ‘Tutunamayanlar’ eseriyle birlikte, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ romanının da yeniden rafların ön sıralarında yerlerini almaya başladıklarına tanık olduk.

Kitaba sadık kalınarak sahneye taşınmış aynı isimdeki oyun, Tanpınar hayranları ve benim gibi Bergson’cular için harika bir sürpriz oldu.

Baktığınızda aslında temelde zaman üzerinden bir toplum eleştirisi görüyorsunuz. Değişen zamana ayak uydurmaya çalışan bir toplum, kendi değerleri ile ithal ettiği değerler arasında sıkışıp kalmış. Bu oyun da tıpkı romanı gibi, iç içe geçmiş zamanlar ve gerçekçi bir gerçek dışı kurguyla, durumun tüm saçmalığını gözlerimizin önüne sermekte.

Katmanları açmaya başladığınızda ise hikayenin daha geniş bir felsefi zaman sorgulaması ve gerçekliğin tartışılması gibi, insana dair bazı kollektif alanlara taşındığına tanık oluyorsunuz.

Ben oyun biletimi aldığımda, sembolizmi yoğun olan ve bir roman olarak dahi anlaşılması zor bu hikayenin, sahneye nasıl uyarlanabileceği konusunda oldukça meraklıydım. Oysa gerek dekor ve gerekse kullanılan araçlarla, bizim için hikayeyi somut dünyaya taşımanın yolunu harika bir şekilde bulmuş gibi görünüyor.

Öncelikle, dikkatli bir izleyici muhtemelen halka şeklinde dizilmiş tren rayı ve ortasına yerleştirilmiş ekranın espirisini hemen fark edecektir. Zira konu zaman olduğunda ve özellikle bu mesele Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bergson’culuğu ile birleşiyorsa, Einstein ve Bergson’un zaman tartışmasına bir gönderme yapmak gerekirdi. Einstein’ın ünlü görelilik teorisini ve bunu açıklamak için kullandığı tren örneğini muhtemelen biliyorsunuzdur. Madem burada işlenen bir saat zamanı eleştirisi var, o zaman halka sembolizmi de bu dekorun vurgusunu tamamlıyor görünmekte.

Bergson, Einstein’ın görelilik teorisini çok sağlam argümanlarla çürütmüş ve onu saat zamanı yanılgısına düşmekle eleştirmişti. Kendisi, saat zamanı eleştirisini sinema örneği üzerinden açıklar. Hatta bu yüzden Bergson’a dair yazılan kitaplarda, görsel olarak genelde bir sinema şeridi kullanılır.

Sinemada hareket illüzyonu, ayrı ayrı sabit kareler hızlıca gösterilerek yaratılır. Bergson, zamanı da bu şekilde ayrı anlara bölerek algıladığımızı ve bu yüzden aslında zamanın gerçek doğasını kaçırdığımızı ifade eder.

Ona göre gerçekte zaman, sürekliliği olan bölünmez bir akıştır ve bu akış içinde her ‘an’ birbirine sıkıca bağlıdır. Geçmiş, şimdiki an üzerinde daimi bir etkiye sahip olduğuna göre, zaman da sinema karelerinin ayrı ayrı algılanması gibi değildir. Daha çok bu karelerin akış halinde birleştiği ve sürekliliği olan bütünsel bir deneyimdir. Dolayısıyla gerçekte zaman subjektiftir, içseldir ve akışkan bir doğaya sahiptir.

Bu ifadeler kimisine karışık geliyor olabilir. Böyle bir durumda, sinemanın ve tiyatronun iç içe geçirilerek sunulduğu bu yarı gerçeklik ortamında, bahsi geçen meseleyi somut olarak deneyimleme şansı edinebiliriz diye düşünüyorum. Böylece Bergson’un karmaşık ve soyut ifadeleri, fiziksel dünyamızda daha kolay anlaşılır ve kafamızda canlanabilir hale gelecektir.

İzlediğim oyundaki sahnede, sinema ve tiyatro geçişleri ustalıkla kurgulanmıştı. Hazırlık ve prova süreçlerinin ne denli yorucu geçmiş olabileceğini düşünemiyorum. Salona ilk girdiğinizde sinema perdesini fark edip, ortaya karışık bir oyun izleyeceğinizi iyi kötü kestirebiliyorsunuz. Ama bu kadar iç içe geçirilerek oynanması ve neredeyse bizim gerçeklik algımızı alaşağı edebilmesi, bence çok büyük bir başarıydı.

Sahnelerin çoğunda bu geçişler çok akışkan ve doğal gerçekleşti. Bunun yanında Hayri İrdal’ı canlandıran Serkan Keskin’in, sinema perdesiyle karşılıklı oynadığı bölümler bence çok etkileyiciydi. Ben masa tenisi sahnesinde, perdedeki karakterle karşılıklı tenis oynamasını izlerken oldukça dikkat kesildim. Karşılıklı oyunu bu kadar akıcı hale getirmesi, muhtemelen topa karşılık verme anlarındaki senkronizasyon sayesindeydi. Tahminimce bu hayali topu, ses efektinin ritmini takip ederek karşılıyordu. Böylesine karışık bir karakteri canlandırırken ve o ince espirileri doğru ses tonuyla vurgulamaya çalışırken, diğer taraftan topun ritmini takip ediyor olması eminim ki çok fazla alıştırma gerektirmiştir. Belki de oyuncunun kulağı çok iyiydi ve bu durum otomatik olarak gerçekleşiyordu.

Oyun bitiminde kalabalıkla yürürken, ister istemez kulağıma gelen konuşmalar bana oyunun çok da anlaşılmamış olabileceğini hissettirdi. Belki bir oyuna bilet aldığımızda konusuna şöyle bir bakmak, aslında senaryonun neyi anlatmanın kaygısında olduğunu iyi kötü kavramak, o oyundan gerçekten keyif almamızı sağlayabilir.

Bu oyun bize olaylar akışı içindeki saçmalıkları espirili bir şekilde sunar. Bir memur aşırı saçma bir fikri ifade edecek doğru kelimeleri bulamadığı için hızlı hızlı, anlamsız ve ağzında lafları yuvarlayarak konuşmaya başlar. Oyuncu ise bunu öyle ustalıkla oynar ki, siz başta memurun gerçekten konuşabildiğini düşünürken, aslında laf salatası bile yapamayacak kadar saçmaladığını fark eder ve gülersiniz. Bu durum belki hikayenin en trajikomik anlarından birisidir. Fakat oyuna kendisini kaptıramayan bir izleyici, mikrofonun bozulmuş olduğunu ve bazı yerlerde oyuncuyu anlayamadığını ifade edebilir. Böylelikle aslında oyun açısından bu çok önemli sahneyi kaçırmış olur.

Diğer taraftan kanımca, hikayenin ne denli geçişli ve kafa karıştırıcı olduğunu bilmek de çok önemli. Çünkü esas mesele bu iç içe geçmişliktir. Bergson’cu bir mantık kullanılarak, sıralı bir hikaye yerine aslında her şeyin birbiriyle iç içe olduğu o ağa vurgu yapılır. Örneğin bu hikayede karakterin yaşamından bir kesit anlatıldığı için, başta oyun bize olayların 20–30 yıllık bir süreci kapsaması gerektiğini düşündürebilir. Fakat aslında hikayenin tamamı bu süreye sığdırılmış üç dönemde geçer:

1- Tanzimat Öncesi Dönem; “Büyük Umutlar”

2- Tanzimat Sonrası Dönem; “Küçük Hakikatler”

3- Cumhuriyet Dönemi; “Sabaha Doğru” ve “Her Mevsimin Bir Sonu Vardır”

Dolayısıyla sahneden dekora, herşey bu iç içe geçmişliği yansıtmak durumundadır. Oysa buradaki esas çabayı kavrayamayan bir izleyici için, bu karışıklık gözüne amatörlük gibi gelebilir. Motifi bilmediğimiz zaman, renkler ve desenler arasındaki uyumu çözmek oldukça zor olacaktır.

Ayrıca buradaki espiriler mecburen çok inceliklidir, çünkü hikayenin kendisi bir semboller ve felsefi tartışmalar yığınıdır. Uyarlayan kişinin bu felsefeyi çok iyi kavramış olması ve bunları ince espirilere geçirirken orjinaline sadık kalması gerekebilir. Fakat yine Ahmet Hamdi Tanpınar’ın esas meselesini kavrayamayan bir izleyici, buradaki espirileri de zorlama bulabilmektedir.

Bu arada şunu eklemeden geçemeyeceğim; İzlerken çok gerçekdışı bulduğunuz ve ‘yok artık bu kadar da değildir’ dediğiniz bir sahne, gerçek hayata kıyasla çok da sürreal sayılmayabilir. Örneğin Hayri İrdal’ın kliniğe yatırıldığı bölümlerde, rüyalarını beğenmeyen ve ona doğru rüya siparişi veren psikiyatrist size çok sürreal görünmüş olabilir. Fakat alanındaki uzman sayılan kişilerin dahi, yeri geldiğinde ne denli saçmalayabileceğini hiç de küçümsemeyin derim. Ben bunu, benzerini bizzat yaşamış birisi olarak söylüyorum.

Birkaç yıl önce instagram fenomeni sayılabilecek ve derinlik psikolojisi üzerine isim yapmış birisi ilgimi çekmişti. Sırf merakımdan, tanışmak için ofisine gittim. O ise hemen rüya analizine geçmek istedi. Aslında rüyalarımı anlatmayı pek sevmem ama bu durumda kendimi bir anda rüya analizinin ortasında buluverdim. Hazırlıksız gitmeme rağmen, ne hikmetse, meğer o gün yapılacak rüya analizine özel bir rüya görmüşüm. Bilinç dışım böyle bir çalışmanın yapılacağını bilerek, beni bu süreç konusunda kritize etmiş.

Tabi mesele bu kadarla kalmadı. Diğer rüyalarım da bu analist tarafından beğenilmedi. Fazla arketipsel rüyalar görüyormuşum ve benim ne haddimeymiş sürekli insanlığın sorunlarına dair rüyalar görmek. Kollektif arketipler, bireysel sorunlarımdan kaçtığım için rüyalarımı şereflendiriyorlarmış. O hafta bireysel rüya görme reçetesiyle odadan ayrılırken, bu absürt hikayenin benzerine bir tiyatro sahnesinde rastlayacağım hiç aklıma gelmemişti.

Bu yazım oyundan çok seyirci kritiği gibi oldu ama elimde olmadan konuyu buraya getirmiş oldum. Bu tür oyunların oynanması ve insanların ilgi gösteriyor olması bence gerçekten çok önemli. Bizim oyun izleme alışkanlıklarımız da zaman içerisinde terbiye olacaktır diye düşünüyorum.

Mesela bir oyun bittiğinde, sahnedeki oyuncuyu dilediğin gibi alkışlamak istersin. Oysa ensende bir an önce otopark fişini ödemenin hesabını yapan sabırsız insanlar varken, bu pek de kolay olmuyor. ‘Acaba koltukta bir şey unutmuş olabilir miyim?’ diye dönüp bakmak istedim. O sırada kalabalık beni içine dahil edip iteledikçe, bu da pek mümkün olmadı. Sonra kendimi koltuk aralarından birine attım. Aceleci kalabalık amacına ulaştıkça, arkadan gelen daha sakin bir izleyici grubunu gözüme kestirip, onların arasında yoluma devam etmiş oldum.

İnsanların belli bir emek verip giyinip süslendiği, öncesinde boy boy sosyal medya fotoğrafı çektiği, belki de çok büyük zorluklarla ve yağmurlu bir İstanbul trafiğinde bu oyuna zaman ayırdıkları düşünüldüğünde, koltuklardan kalkarken niye bu denli sabırsız olduklarını anlamak biraz güç oluyor.

Bu acele belki bize on dakika kazandıracak. Diğer taraftan ise, sanırım neyi kaçırdığımızın biraz farkına varmamız gerekiyor. Bu anlamda ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’, benim için finalini de hakkını vererek yapmış gibi görünüyor.

--

--