Sanat Sinemasında Bir Doruk Noktası

ali çalışkan
Türkçe Yayın
Published in
3 min readDec 26, 2020

--

Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles (1975)

Belçika sinemasının auteur isimlerinden Chantal Akerman’ın ikinci uzun metrajı “Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles” uluslararası arenada en çok övgü toplayan Akerman filmlerinden biri olmuştur ve zamanla feminist sinemanın başyapıtlarından birine dönüşmüştür.

‘Bir ev kadınının güncesi’ olarak toparlanabilecek bir hikayeye sahip film, az oyunculu ve az diyaloglu bir yapı kurarak Jeanne’nin birkaç gününe odaklanıyor. 201 dakikaya yayılan süre içerisinde, bir evin mutfak, salon ve banyo gibi belirli mekanlarına yerleştirilen kamerayla, bir ev kadınının günlük rutinini merceğe alıyor yönetmen. Bu rutinin parçaları sürekli aynı yere varan bir kısır döngünün tekrarlarından oluşuyor; yemek yapımı, temizlik, alışveriş gibi… Saatler, dakikalar ya da saniyeler, seyircinin de o sıradan ev hallerini soluyacağı biçimde akıyor filmde. Akerman, Jeanne’nin günlük işlerini ekrana sabit kamera açıları ve kesme yapmadan, karakterin ev içindeki ‘eylemlerini’ olağan haliyle veren minimalist bir stil ile aktarıyor.

İlk bakışta bu rutin hayat izleyici adına ‘sıkıcı’ görünebilir belki. Neticede filmdeki ev kadınının hayatının cezbedici bir tarafı yok. Yönetmenin son derece uzun planlarla da izleyiciden biraz sabır beklediğini söyleyebiliriz. Filmin anın yavaşlığını yakalamaya çalışan temposu nedeniyle birçok izleyici filme ‘sıkıcı sanat filmi’ yaftasını yapıştırabilir. Ama Akerman’ın derdi de sinemada ‘hız’ın tam tersi bir karşılığını bulmak gibi görünüyor bir bakıma. Böylece bu ‘temposuzluk’, film için eşine zor rastlanır bir biçim arayışına dönüşüyor.

Filmin içine girebilenler için de, çocuğuyla yaşayan Jeanne’nin ‘kafes’teki bunaltıcı hayatı ilginç ayrıntılarla donatılıyor. Akerman, gözlemci bir bakış açısıyla yaklaştığı bu karakterin aynı tempoda, renksiz ilerleyen saatlerine arada fahişelik yapması gibi küçük gelişmeler ekliyor. Bu iş, onun ‘akıp gitmeyen’ hayatında ufak bir ‘kıpırtıya’ neden oluyor.

Fakat gün içinde odaya kapanıp fahişelik yapması, yemek ya da temizlik gibi sıradan işlerin tüm o normal seyirde konumlanmasına benzer bir vazife görüyor. Jeanne, birkaç saatliğine hayat kadını rolüne bürünse de bir anne, aynı zamanda bir ev kadını. Fahişelik bir diğer kimliğin arasına karışıyor.

Akerman ‘normal olanın’ altını kamerasıyla deşerken, özellikle finaldeki o çarpıcı hamleyle filme bir hareket kazandırıyor. Günlük yaşamın sıkıcı ayrıntılarının, yaşamın olağan ritminin, mutfağın veya salonun hep ‘aynılığının’ ve bir kadının ev hallerinin röntgeni çekilirken, finaldeki o ‘hamle’yle tüm bunlara vurucu bir tespitle noktayı koyuyor yönetmen.

Andığımız bu sahne, bir cinayet sahnesi. Jeanne, uyuşmuşluğuna belki de bu eylemle tepki koymak istiyor ya da ‘farkındalığı’ artıyor, Filmdeki rutin çemberin parçaları da kendi içinde tamamlanıyor. Kadının sosyal hayatın içinde yer alışı, toplumsal kodların ve normların baskıcılığı, modern hayatın ‘ölü’ anları, zevksiz bir tasarımın ürünü olan bir apartman dairesinde tüm çıplaklığıyla canlanıyor Akerman’ın filminde. Böylece bir film için hiçbir cazibesi bulunmayan bir karakterin birkaç günü, yetenekli bir yönetmenin elinde her karesini dört gözle izlediğimiz bir bütüne ulaşıyor. Tabii Babette Mangolte’in sinematografisinin ve Delphine Seyrig’in performansının da bu feminizm başyapıtına katkısı yadsınamaz.

--

--