Sineklerin Tanrısı’nın Yanlış Anlaşılması
Bu hikaye, uygarlık ile vahşiliğin, düzen ile kaosun, akıl ile dürtünün, hukuk ile anarşinin veya daha geniş anlamıyla iyi ve kötünün arasındaki çatışmayı anlatır.
“Sineklerin Tanrısı”, 6 – 12 yaş aralığındaki bir grup İngiliz çocuğun, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımından kaçarken yaşadıkları uçak kazası sonucu ıssız bir adaya düşmesiyle başlar. Düşüş sonrası toplanan bu çocuklar, düzenli bir toplumsal yapı kurarlar, bir lider seçerler, hayatta kalmak ve kurtarılmak için görevleri paylaşırlar. Ancak zamanla içlerindeki vahşi içgüdüler ve insan doğasının karanlık yönleri ortaya çıkmaya başlar. Paranoyalar, savaşlar, iktidar kavgaları ve cinayetlerle, çocuklar arasında kaos ve huzursuzluklar baş gösterir. İronik olarak, savaştan “kurtulmuş” olan bu çocuklar, kendi cehennemlerini yaratmış olurlar. Adada, ahlak ve hukuk kurallarının yokluğunda, medeniyetin çöküşü ve vahşetin yükselişi anlatılır.
“Lord of the Flies”, genel olarak insanın içindeki iki zıt dürtü arasındaki çatışmayı ele alır: Kurallara göre, barışçıl yaşamak ve ahlaki değerleri takip etmek mi? Anlık hazları tatmin etmek ve şiddet kullanarak diğerlerine üstünlük sağlamak mı? Bu hikaye, uygarlık ile vahşiliğin, düzen ile kaosun, akıl ile dürtünün, hukuk ile anarşinin veya daha geniş anlamıyla iyi ve kötünün arasındaki çatışmayı anlatır.
Yazıldığı dönem bağlamında ise şöyle önemli bir gerçek çıkar karşımıza: Golding, bu eseri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Soğuk Savaş döneminde yazmıştır. Eser, bu büyük bir yıkımın ardından gelen ideolojik gerilimi, dönemin yarattığı korkuları ve toplumsal düzenin hassaslığını yansıtır. Toplumsal normların ne kadar kolay çözülebileceğini gösterirken insan doğasındaki vahşiliği de sorgular.
Sineklerin Tanrısı, bir grup çocuğun barbarlaşmasını anlatan bir çocuk romanından fazlasıdır, bir toplum alegorisidir. Bu kitap “bir grup çocuk ıssız bir adaya düşerse vahşileşir”i anlatmaz, biz (insanlık) kurallar olmazsa ne hale geliriz, onu anlatır.
Kitap hakkındaki düşüncelerim:
Zayıf plot ve akıcılık noktasında negatif eleştirilere katıldığımı söyleyebilirim. Yine de Sineklerin Tanrısı, klasik olmasına şaşırmadığım bir kitap. Çünkü ben şahsen hayatımda -Hayvan Çiftliği’nden sonra- hiç bu kadar sembolizm yüklü bir eser okumamıştım.
Beni şaşırtan şeylerden biri bu kitabı distopya listelerinde görmek oldu. Uzun süre düşündükten sonra geleneksel distopya türünün özelliklerini taşımasa da toplumsal dinamikler, medeniyetin çöküşü, otorite ve sürü psikolojisi temalarını işlediği için “light” bir distopya olduğuna ikna oldum.
Kitabın sonu da bana çok ilginç geldi. Tuhaf bir şekilde çocuklar, yetişkinler tarafından kurtardıkları sırada bir anda topluca ağlamaya başladılar. Yaşadıkları şoku mu fark ettiler, yoksa katarsis yaşayıp ağlayarak yaptıkları kötülüklerden mi arındılar? Bilemiyorum.
Beni diğer şaşırtan bir mesele ise bu kitapta hiç kız karakter olmayışıydı. Erkekler alınmasın ama bu vahşetin maskülenlikle bir ilişkisi olabilir mi, ne düşünüyorsunuz? Kız karakterler olsaydı öyküde ne değişirdi?
Kitabın yanlış anlaşılması ve sevilmemesi:
Kitabı anlamaya çalışırken okuduğum yorumlarda ortak bir yanlış anlaşılma sezdim. Hatta kitabın çevirisini yapan ve sonsözünü yazan Mina Urgan’ın dahi kitabı yanlış yorumlamış olduğunu düşünüyorum. (Ya da “yanlış” kelimesini “farklı” ile değiştirelim.)
Sonsözde Mina Urgan şöyle söylüyor, “… Çocukların tertemiz birer melek oldukları konusunda, yanlış olduğu kadar da yaygın bir inanç vardır. Oysa […] gerçekçi bir gözle bakabilenler, çocukların küçük birer melek değil, tıpkı yetişkinler gibi birer insan olduğunu bilirler. İnsanlarda ise, ister büyük ister küçük olsunlar, hem iyi hem de kötü içgüdüler vardır.”
Okuduğum diğer yorum ve incelemeler de -sanki yeni bir şey keşfetmiş gibi- aslında çocukların da içlerinde kötülük içgüdüleri taşıdıklarından bahsediyor veya çocukların bu denli vahşi olamayacağını söyleyip kitabı eleştiriyor, bir saçmalık olarak görüyor.
Bana kalırsa buradaki odak noktası çocuklar ve çocukların taşıdıkları kötülük potansiyel değil, çocukların aramızdaki nispeten en masum, en günahsız varlıklar olmaları. Bu kitap ise en masumların bile ahlak kuralları olmayınca masumiyetini kaybedebileceğinden, medeniyet maskesini düşürebileceğinden ve içinde baskılanmış kötülük kıvılcımının vahşet yangınına dönüşebileceğinden bahsediyor. Yani bence kitabın önermesi, “çocukların da içinde kötülük vardır” değil “en masum insanlar dahi içinde kötülük tohumu taşır”dır. Medeniyet, düzen ve denetimin yokluğunda ise bu tohum filiz verir ve zamanla kökleri tüm ruhu sarar.
İnsan kötü mü doğar yoksa kötülüğü öğrenir mi? Çocuklar melek midir? tartışması hakkında da şu sonuca vardım. İnsan iyi veya kötü olarak doğmaz. Nötr doğar. Sıfır doğar. Fakat bu sıfır o kadar değerlidir ki, kimseye kötülük yapmamış olmak bile bu dünya için fazla iyidir aslında. İnsan, belli bir fıtratla doğar, içinde bazı iyi ve kötü niteliklerin baskın olduğu bir çekirdekle doğar. Ve zamanla çevresel faktörler bu çekirdeğe şekil verir, kimi özellikleri çürütür, kimilerinin ise kalıplaşmasına neden olur.
Tam olarak ne olduğunu bilmediğim -genlerle aktarılan bilimsel bir husus mu, ruhlarla ilişkili metafiziksel bir kavram mı olduğunu anlayamadığım- fıtrat ilk; genellikle en ayırt edici faktör olan çevre ikinci belirleyici iken tüm bunların üstüne çıkan şey ise iradedir.