Sizi Affetmeyeceğim, Hocam!

B.L.
Türkçe Yayın
Published in
5 min readMar 1, 2020
Photo by Kat Jayne from Pexels

30 yaşındayım ve hayatımın en güzel zamanlarını, yani bunun yaklaşık 3–4 yıl öncesine kadar olan dilimini, otoriteden deli gibi korkarak geçirdim.

Bu otorite ister üniversitedeki danışmanım olsun ister yurt müdürüm, fark etmiyordu.

Korkuyordum.

Sık sık kendini ve davranışlarının kökenini sorgulayan bir insan olarak, elbette bu korkumun da başlangıcını sorguladım ve ilk gittiğim yer “ev”im oldu.

Şanslıydım ki, annem de babamda otoriter insanlar değillerdi. Ne annemden ne de babamdan korkarak büyüdüm. Yani, bu korkumun sebebiyle ilgili çocukluğuma indiğimde evde bir iz bulamıyordum. Ancak elbette en az ev kadar hatta belki de yer yer ondan daha fazla vakit geçirdiğim okul vardı. Bu korkumun izlerini tam da orada buldum.

Altıncı sınıftaydım yani 11–12 yaşlarında. Yaşadığımız ilçenin “en iyi” ortaokuluna gidiyordum. Üstelik bu okulda olmam tam anlamıyla bir “lütuftu” zira o zamanlar her öğrenci ikamet ettiği mahalleye yakın bir ortaokula gitmek zorundaydı. Bizim eve yakın olan ortaokul, ilçede pek başarılı sayılmayan bir okuldu. Akademik başarı o küçücük ilçedeki hayatımızın tek boyutu olduğu için benim ve üç arkadaşımın aileleri devreye girdi. Bir tanıdığımızın, okulun tam karşısında olan ancak kimsenin yaşamadığı bir evi vardı. Biz dört arkadaş o evde ikamet ediyor gösterildik ve bu sayede o okulda birer öğrenci olma şerefine nail olduk.

İlk aylar zaten çalışkan olan ve “söz dinleyen” bizler için sorunsuz geçti. Derken, Haziran geldi. Tam bir hafta sonra karneler dağıtılacak, ve biz orta 1. sınıfı bitirmiş olacaktık. Havanın delirmiş gibi sıcak olduğu ve ergenliğin ilk emarelerini hissettiğimiz günlerdi. Dediğim gibi, tatil başlamak üzereydi ve istediğimiz son şey günde 6–7 hatta bazen 8 saat boyunca bir sınıfta oturmaktı. Hâliyle, bazı derslerde, hele ki o dersin öğretmeni biraz yumuşak ise, dersi kaynatmak için elimizden geleni yapıyorduk. Bir gün, tatlı mı tatlı bir öğretmeni olan İş Eğitimi dersinde, öğretmenimizle biraz “fazla” muhabbet ettik. Sınıfımız ise okul müdürünün odasının neredeyse hemen karşısında olduğu için kahkahalarımız ve yüksek desibelli yorumlarımız müdürü rahatsız etmişti. Dersin ortalarında bir yerde, içeride öğretmenimiz olduğu halde, okul müdürü kapıyı bile çalmadan içeri “daldı”. Müdürümüz, kısa boylu, kısa boyunlu ve kilolu bir adamdı. Şu an, şu yaşımda, 2020 yılında, müdürün sıklıkla giydiği ve o gün de üzerinde olan zevksiz bordo takım elbisesini, sinirle boynunu oynatışını ve kapı kolunu tutan elini hatırlıyorum.

“N’oluyo burda?!” diye kükremişti müdür. Zaten naif bir kadın olan öğretmenimiz cevap verememişti, hoş verse de müdürümüz pek dinleyecek gibi durmuyordu. O yaşta bile, sınıfta öğretmen varken böyle hadsizce sınıfa dalıp bize bağırmasını çok garip bulmuştum. “N’oluyo dedim!” diye bir kere daha kükredi müdür. Ancak bu tamamen öylesine sorulmuş bir soruydu. Cevap vermemiz için beklemedi aksine derhal bakışlarını ben ve az önce bahsettiğim üç arkadaşımın oturduğu tarafa çevirdi. “Böyle gürültü yapmaya devam ederseniz sizi gitmek istemediğiniz o okula yollarım!” diye bağırdı sonra da geldiği hiddetle gitti.

Müdürün çıkmasının ardından dört arkadaş arasındaki tek erkek olanımız elini kaldırıp, ergenliğin kendine verdiği cesaretle(!) ve herkesin önünde yediğimiz haksız paparanın öfkesiyle: “Hocam, müdür bizi istemiyorsa gideriz.” dedi. Ben ve bir kız arkadaşım daha, arkadaşımıza katıldık ve “Evet, gideriz. İstenmediğimiz yerde durmayız.” dedik. Cümlemizi tam bitirmiştik ki, öğretmen masasının hemen önünde oturan ve oldukça tuhaf bir kız olan Nagihan el kaldırdı: “Öğretmenim, tuvalete gidebilir miyim?” dedi. Öğretmenin izin vermesiyle, Nagihan sınıftan çıktı.

Nagihan çıktı çıkmasına ama bu zamanlama oldukça mânidardı. Nagihan’ın bizden pek hazzetmemesi ve okul müdürünün öz yeğeni olması içime bu çıkışın pek de hayra alamet olmadığı şüphesini ekmişti. Nitekim, ders bitip de teneffüse çıktığımızda, tanımadığımız bir erkek öğrenci yanımıza gelerek, “Müdür sizi çağırıyo!” dedi. Hayatımda ilk kez (son olmayacaktı) aklıma gelen başıma bu kadar hızlı geliyordu.

Derhal müdürün odasına çıktık. Aslında bir fen bilgisi öğretmeni olan okul müdürümüz, müdür olduktan sonra okul laboratuvarına ihtiyaç olmadığını düşünmüş olacak ki, laboratuvarı kendine makam odası yapmıştı. Kısa boylu ve kısa boyunlu müdürümüzün, epeyi heybetli bir odası vardı. Bu oda bile tek başına, yaşı da başı da ufak olan bizlerin içine korku salmaya yeterdi aslında ama müdürümüz öyle düşünmüyordu. “Geçin!” dedi bizi kapıda görünce. Eliyle de kocaman masasının önündeki alçak koltukları işaret ediyordu. Geçtik.

Sonrasında yaşadıklarımız, bugün bile hatırlamaya çalıştığımda oldukça garip bir yerde. Bazı sahneler 1080 HD kadar netken, bazı sahneler yok… Yıllar sonra, okudukça, bu hissiyatın travmatik durumlarda oldukça sık yaşanılan bir durum olduğunu anladım. O gün, bizim için travmatikti.

Okul müdürümüz, önce bize arkasından konuştuklarımızı bildiğini söyledi ve sonrasında itiraf ettirdi. Suçumuzu (!) kabul ettik. Müdürümüzün arkasından öz saygımızı savunarak oldukça büyük bir suç işlemiştik. Hiçbir hakaret içermeyen sözlerimiz, müdürümüzü çok yaralamış, onuruna dokunmuştu. Öyle ki, konuşmanın bir noktasında müdürümüz, önümüze üzerinde “tasdikname” yazan bir kâğıt uzattı. Altında, sol tarafta müdürün adı soyadı ve imzası için bir yer sağ tarafta ise müdür yardımcımız için bir yer vardı. Okul müdürümüz elbette kendi imzasını atmıştı. Tasdiknamenin ne demek olduğunu bilmediğim için bu a4 kağıdının beni dehşete düşürmesi ancak müdür yardımcısının da odaya girip, büyük bir ciddiyet ve bizi kınayan ifadelerle kağıda imzasını atmasıyla olmuştu. Tasdikname bizim okuldan atıldığımızı tasdik ediyordu!

O gün, tüm öğleden sonrayı, diğer sınıf arkadaşlarımız olağan şekilde derslerine devam ederken ben ve iki arkadaşım (arkadaşlarımızdan biri aklanmıştı) müdürün odasında ağlayarak ve yer yer yalvararak geçirdik. Kısa boylu ve kısa boyunlu müdürümüze “Hocam, lütfen!” diye hıçkırarak, ağlayarak yalvardığımı ve onun acımasızca izlediğini o kadar iyi hatırlıyorum ki…

Saat 3’ü geçtiğinde, okul müdürümüz mecburen bıraktı bizi. Ancak, hâlen en ufak bir yumuşama işareti yoktu yüzünde. Tasdikname de masasında duruyordu. Okuldan atılmıştık.

Okuldan eve döndüğümde evde kimse yoktu. Ağlamaktan bitap düşmüştüm ancak içimin yangını sönmüyordu. Evimizin salonunda babam gelene kadar yine ağladım. Nihayet, saat 5 dolaylarında babam gelip beni o şekilde görünce, ne olduğunu sordu. Anlattım. Ancak, eğitimimle ilgili hemen her konuda olduğu gibi babam bu konuda da annem olmadan bir şey yapmamayı tercih etti. Annem gelene kadar, ara ara ağlayıp ara ara sustum. Bir süre sonra annem de geldi ve olanları ona da anlattım. Annem dinledi, dinledi… “Tamam.” dedi.

Ertesi gün, annem okula geldi ve müdürle görüştü. Bu görüşmenin içeriğiyle ilgili birkaç yıl öncesine kadar bir bilgim yoktu. Tek bildiğim, okuldan atılmıyor oluşumuzdu. Meğer, zaten müdürün böyle bir sebepten bizi okuldan atma gibi bir hakkı yokmuş. Annem kendisinden şikayetçi olacağını söylediğinde özür dileyip, şaka yaptığını, bizi “korkutmak” için yaptığını söylemiş.

Bu olaydan bir hafta sonra karnelerimizi aldık ve okul kapandı. Araya giren zaman başkalarına her şeyi unutturdu belki ama bana değil. Kısa boylu ve kısa boyunlu müdürümüzü asla affetmedim, affetmeyeceğim de. Annem ve babama da daha resmî ve ciddi adımlar atmadıkları için kırgınım ayrıca. Şimdi diyorum ki, bugün bir öğrenciye şu davranışın onda biri yapılsa, veliler ayaklanır ve o öğretmen soruşturma geçirir; geçirmelidir de!

Bu öğretmen, bu olaydan sonra hayatına kaldığı yerden devam etti. Bana ise, yıllar boyu sürecek otorite korkusunu, fikrini beyan etme endişesini, birini onaylamama tedirginliğini ve hatta fen bilgisi dersi başarısızlığını, bir de “Nasıl kötü bir öğretmen olunur?” el kitabını miras bıraktı.

--

--

B.L.
Türkçe Yayın

A human living by the following: “We should never leave a paradigm unchallenged simply because it is dominant.”