“Son Bir Şarkı İstiyorum Senden Kardeş...” |Tuncel Kurtiz’in Hikayesi

Bir Hikayesi Var
Türkçe Yayın
Published in
3 min readSep 27, 2021

Henüz 14 yaşında Dostoyevski ve Emile Zola gibi isimlerin satır aralarında geçirmiş çocukluğunu. Kitaplara olan ilgisi çok da şaşırmayacağımız bir biçimde çok erken yaşlarda başlamış. Tiyatro ile tanışması ise yolunun İstanbul’a düşmesiyle aynı vakte denk geliyor ustanın. Kendisi kadar ilgili olmayan dostlarını da yanında götürmek için “Hadi gidelim; bak ne güzel kızlar vardır orada!” diye kandırarak götürüyormuş.

Kendisini yalnızca “dayı” olarak tanımlamak kariyerine ve hikayesine haksızlık olacaktır. Hiç şüphesiz dizi tarihinin unutulmayacak bir karakteri olsa da, bir çentik atıp dipnot geçmek gerekir hikayesine; Zira Tuncel Kurtiz on iki saat süren dünyanın en ünlü oyunlarından biri olan Mahabaratta’da oynamış, Berlin film festivalinde en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülmüş, Şeyh Bedrettin de okuyan ancak Pink Floyd da dinleyen bir entelektüeldi.

Filmi tekrar başa saralım. Takvimler 1964’ü gösterince “Şeytanın Uşakları” filmiyle bu kez beyazperdeyle tanıştı. Yaşamı, yaşayışı bir nevi kişisel manifestosuydu. Yani onu okuyarak izleyerek ve dahi dinleyerek hakkında birçok bilgi edinebileceğimiz biriydi. Yalnız ve mağrur duruşu olsa da çokça seveni ve adını çokça duyduğumuz bir bir dostu vardı. Tıpkı kendisi gibi oyunculuğu ve başarılarıyla Avrupa’da dahi tanınan bir entellüktel… Çok sevdiği ve hatta; “Bir gün ölürsem eğer, Yılmaz Güney’i göresim gelmiştir” sözünü sarf ettiği bir dostu…

30 kadar filmde birlikte oynadığı Çirkin Kral ile olan anekdotu aktarmak istiyorum size.

”Sürü çekilirken “Hamo’yu kim oynayacak?” diyorlar Yılmaz’a hapishanedeyken. Yılmaz diyor ki, “İhtiyarı bulun”. “İhtiyar kim Yılmaz Bey?” diye soruyor Zeki. “Tuncel Kurtiz” diyor. “Ağabey” diyorlar, “O şimdi Almanya’da bir film çeviriyormuş”. Yılmaz diyor ki “Şu Hürriyet gazetesine bir ilan verin, o gelir”. Ben de o sırada Türkiye’ye doğru, E5 Karayolu diye bir belgesel çekiyorum. Türkiye’ye gelirken de Yılmaz’ın sevdiği kokuları aldım. Paco Rabanne severdi. Güzel kadife pantolon aldım, tahta ayakkabılar aldım hapishanede ayağı rutubet kapmasın diye. İki şişe konyak aldım, bir viski aldım, nasılsa sokarım içeriye, dedim. Geldim ve herkes dedi ki “Yılmaz seni arıyor”.

“Allah Allah, Yılmaz beni niye arıyor?”. Ertesi gün haber salındı ve ben cezaevine gittim. Biz kapıdan girince birdenbire pencere açıldı ve demir parmaklıkların arasından Yılmaz göründü. Gülümsedi ve kafasıyla bir işaret yaptı. Ben de karşılık verdim ve “Tamam,” dedim, “Oldu bu iş.” Girdik içeri, müdürün odasına. Ben çıkardım viskileri, kokuları, şunları bunları verdim. Yılmaz dedi ki, “Müdüre de ver bir şey Tuncel”. Müdüre de bir konyak verdim orada. Ondan sonra konuştuk. Bana senaryoyu verdi. Ben de o arada Otobüs filminden dolayı Tunç Okan’la fena hâlde bozuşmuşum. Onun da oynayacağına dair bir şeyler duymuştum. Dedim ki “Valla Tunç Okan oynuyorsa oynamam Yılmaz”. “Yok, yok” dedi, “Tarık diye bir çocuk var, Melike var. Çok iyi olacak ihtiyar,” dedi.”

Tarık denilen çocuğun kim olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım.

Toplu taşıma kullanır, Beyoğlu’nda gezer ve çok içermiş usta. Öyle ki annesinin cenazesine bile gidememiş bu meret yüzünden. İçinde çokça umut barındıran sıkı bir komünistmiş. Böylesine politik duruşu olan birine göre fazlasıyla seveni olduğunu söylemek mümkün. Şimdi çıksa gelse; yine bir şeyler anlatmaya başlasa hangimiz kulak kesilmeyiz? Kalender duruşuyla, nev-i şahsına münhasır oyunculuğu ve hikayesiyle bu dünyadan bir Tuncel Kurtiz geçti. Kulağımıza nefis dizeler çaldı ve ardında nefis bir hikaye bıraktı ve 8 yıl evvel bugün ebediyete intikal etti. Ruhun şad olsun.

instagram.com/birhikayesivar1

--

--