Son Güz

Enes Sekizsu
Türkçe Yayın
Published in
6 min readApr 4, 2020
© Raymond Depardon/Magnum Photos (1993)

Hiçbir eylül bu denli soğuk geçmemişti. Ne yağmur dinmek biliyordu ne de rüzgâr biraz olsun soluklanmak adına kendi köşesine çekiliyordu. Üstelik bundan öncesinde böyle hafif bir bavul da hazırladığını hatırlamıyordu. Yok denecek kadar az hatırasını almıştı bu sefer yanına. Mesela son bir yılına ait günlüklerini çekmecesinde bırakmıştı. Yalnız ve yalnız içinde henüz kelimelerin olmadığı defterler için yer açabilirdi bavulunda. Rüzgârın altında çatırdayan dalların sesi çalındı kulağına. Ağaç olsaydım diye düşündü, “Bunca suya bunca rüzgâra nasıl dayanırdım bilmem. Bu koşullarda nasıl yeşile bürünebilirdim ki? Öyle sanıyorum ki, ağaçlar ve çiçekler yalnızca mutluluğun tomurcuklarını görünce renk verirler dünyaya.” Hiçbir eylül bu denli soğuk geçmemişti. “Şu kırmızı gömleğimi de mi alsam acaba yanıma?”

Gitmeden evvel biraz radyo dinlemek istedi. Olur mu olur, belki de sevdiğini unuttuğu bir şarkıya denk gelecekti ve hatıraları yinelenecekti. Eski dönemlerden kalma bu radyonun biraz daha gerisine gitse İstanbul’un fethini ajans haberlerinden öğrenebilirdi. O yıllarda radyocu olsam diye düşündü, “Ne müddet dururdu acaba kellem omuzlarımın üstünde? Bir gün, iki gün tamam ama üçüncü gün kesin ağzımı tutamaz bir kelam ederdim pek sevgili padişahımıza, şöyle okkalı olan cinsten.” Radyonun kırmızı kadranına odaklandı, sağ elini ise döndükçe dönen kısmına yerleştirdi. Şimdi bu iş incelik gerektiriyordu. Güneşin bir adım yakın olmasıyla kendimizi soğuk denizlere atacağımız bir adım uzak olmasıyla ise sobalara odun yetiştiremeyeceğimiz gerçeği gibi bir şarkıyı dinleyecekse hakkını vererek, tam olması gereken yerde olması gereken vakitte durmalıydı. Bu hususta pek çok tecrübesi vardı. Olmaması gereken yerlerde en olmayacak anda yerini edinirdi. Bir sokağı arşınlarken tepesinden aşağı kirli balkon sularının döküldüğü ya da bir film izlemek adına sinemaya adımını atmış iken yüzüne çarpılırcasına asılan “tükendi” yazılarını gördüğü çoktu. Sinemaya lafı yoktu, başka gün başka bir saat için yine uğrayabilirdi bu zaman zaman istenmediğini düşündüğü yere, peki ama üstünün mevsim fark etmeksizin ıslanmasına ne demeliydi. O vaziyette iken lise arkadaşlarını mı görmediği yoksa sokaktan güzel bir kadının geçmediği mi kalırdı, hepsi sıra sıra o vaziyetine tanık olmuştur. Beni öyle gören bir insan olsaydım diye düşündü, “Öyle hiç görmemezlikten gelmezdim. Ne zarar gelecekmiş biraz ıslanmış adamdan, hem ne malum ağlar iken bu vaziyete gelmediğim, kurumaya başlayınca bir gökkuşağını öteberimde var etmeyeceğim.”

Zamansızlık aklına gelmişken saate devirdi gözünü. Evden çıkmak için biraz daha zamanı vardı. Telaşa gerek yok, bu sefer yok. En fazla ne olabilirdi ki, sıradan bir iş seyahati sadece. Derin bir nefes aldı. Yağmurun güzel taraflarını düşünmeye, yağmurlu havalara ait anılarını hatırlamaya çalıştı. Liseden arkadaşının hediyesi olan kol saati tamir edilmeksizin yağmurlu bir havada kırılmıştı. İkisini de pek severdi. “Bunu geçelim, bunun için ayrıca başka bir zamanımda uzun uzun tekrar üzüleceğim.” Üniversite mezuniyet töreni aklına geldi. “O gün yağmur yağmış mıydı ki, emin olamadım. Ya o gün ya ertesi gün olan kutlama yemeğindeydi. Acaba yine yalnızca benim ıslandığım bir an mıydı?” Üniversite demişken, o eski günlere gitti aklı hemen. Ne yağmur sesi ne saatin ayrılışa yaklaşıyor oluşu kaldı aklında. En iyisi güncesini çıkarmaktı. Gidene kadar mutlu günlerini biraz yâd etmek iyi olurdu. Odadaki dolabın en altında olan çekmeceyi karıştırmaya başladı.

Tam buldum diyordu ki durduk yere bir hastalığın habercisi gibi gözüne ağrı saplandı. Odanın içinde bir sağa bir sola dolanmaya başladı. Bir müddet gözleri kapalı şekilde devam etti bu turlarına. Hapishanede geçen zamanlarım olsaydı dedi, “Tüm gün böyle yürür yürür, uzak diyarlarda başında şen kahkahalar ile vakit geçirilen sofraları düşünürdüm, sonra yemek ardından uzanılan o çayır çimeni de düşünürdüm ve elbette ki ağzımda koparmış olduğum çimenin rüzgâr ile usul usul sallanmasını.” Tam o sıra, günlerdir olduğu gibi ete kemiğe bürünmüşçesine bir rüzgâr yumrukladı camı. Bu sese alışmış olması gerekiyorken daha bir hiddetle irkildi ve acımasına rağmen gözlerini açtı. Acı hâlâ aynı yerinde duruyordu, neyse ki pencere camı da olması gereken yerde sapasağlam duruyordu. Gözlerini açmasıyla odanın kırmızı tarafında olduğunu fark etti. Şimdi üniversite güncesini unutup yıllar evvel manasızca bu duvarı neden kırmızıya boyadığı üzerine kafa yorma vaktiydi. Duvar olsaydım diye düşündü, “Elbette ki mutlu olurdum kırmızıya bulanmış olmaktan. Ne de olsa artık diğer duvarlardan ayrı bir özelliğim var. Onlar başka ben başka bundan gayrı. Ah, bir de üzerime aile fotoğrafı asılsa.”

Hiçbir eylül bu denli soğuk geçmemişti. Sonbaharı sevdiği kadar da başka bir şeyi sevememişti. Bunun yanında, ölen yaprakların yerlerde yatmasına hüzünlerdi elbette ki. Bir örtü gibi nasıl da sarardı yeryüzünü yapraklar, her rengine denk gelmek mümkündü. Bir annenin gece yarısı çocuğunun üstünü yorganıyla örtmesi gibi nasıl da kaplardı yeryüzünü yapraklar. Gitme vaktine yaklaşmıştı. Gözündeki ağrı biraz sonra geçer diye düşündü. “Şimdi yola koyulursam havalimanına anca varırım. Bu havada gitmek de ayrı bir eziyet.” Esasında yollara düşmeyi severdi. Yeni insanlar tanımak için güzel bir yol olarak görüyordu bunu. Bir insanı yolculukta tanırsın sözünden gelen bir durum değildi bu. Evvelinde yüzünü bile görmediği bir insanın adını öğrenip birkaç kelam etme ritüeliydi hoşuna giden. Uçakla yapılan yolculuklarda o metal gövdenin içinde gelen sıkışmışlık hissinden kurtulmak için güzel bir yoldu. Ayağa kalkmak istesen öyle her vakit kalkamazsın, buradan sıkıldım başka koltuğa geçeceğim demek de mümkün değil. Tren değil bu sonuçta. O halde geriye pek bir seçecek kalmıyordu. Pilot olsaydım diye düşündü, “Son uçuşumda, emekliliğe çeyrek kala, rotamı ben çizerdim. Atlas Okyanusu'na çevirirdim uçağın sivrimsi bir vaziyet almış burnunu ve muhakkak ki bir kuş sürüsünü kovalardım gökyüzünde. Bu kadar özgürlük, bu kadar ne istersem yaparım halleri de bir yere kadar. Hadi bakalım.” Kuşların özgür olduğunu düşünürken aklına birazdan ayrılmak üzere olduğu şehir geldi. Son yıllarda ne uzun binalar kaplar olmuştu buraları. “Mademki özgür bu sayın bay ve bayan kuşlar ne diye gözükmezler gözüme acaba ne vakittir. Gelip, bir yuvayı da benim pencereme kondursalar fena olmazdı.” Evden ayrılma zamanı gelmişti. Ne istediği gibi radyo dinleyebilmişti ne de üniversite güncesini kurcalayabilmişti. Üstelik duvarı neden kırmızı yapmıştı ki? “Neyse, bu duvar mevzusunu uçakta yerime yerleştikten sonra düşünmek üzere erteliyorum. Yanımdaki insana sorarım belki. Siz derim, bir duvarı kırmızıya boyamak için ne gibi nedenlere sahipsiniz acaba?” Bavulunu aldıktan sonra odaya tekrar göz gezdirdi. Unuttuğu, gözünün uzaklarında fırtınanın altında kalmış bir şey var mı diye bakındı etrafa.

Gitmek istemediği fikri şimdi yine aklında boylu boyunca uzanmış duruyordu. Şehri terk etmek için hiç de iyi bir vakit değildi onun için. Bu işi olmasaydı yarın yeni keşfettiği kafeye gidip, bir hafta evvelki anın tekrar gerçekleşmesini bekleyecekti. Olayların aynı sıra ile olmasını umut ediyordu. Önce hava birden bozacaktı. Başlayan yağmur ile insanlar buldukları ilk yere kendilerini atacaktı. Kendisi kapının pek yakınında yer edinmiş, tarihine bakmadan aldığı iki gün öncesinin gazetesini kurcalayacaktı. Hangi ateşte ne kadar tutulduğu tahmin edilemeyen bir kahve tam masasına gelmişken içeri baskın varmışçasına dalan bir kadın dengesini kaybedecek, ki sanırsam ayakkabısının altının ıslak ve kafenin zemininin jilet gibi olmasından kaynaklı bu denge kaybı, adamın masasına doğru devrilecekti. Ve nihai sonuç, yanmış bir bacak ile kırılan bardaktan gelen cam parçalarının battığı bir sağ el. Bunların da ötesinde bir kadını tanımış olmak ve ne denli can yakabileceğine dair ufak fikirlere sahip olmak. Bu olay gerçekleştiğinde yani geçen hafta telefon icat edilmiş vaziyetteydi ama bunu hatırlaması biraz zamanını almıştı. Şimdi bir umut bu olayın tekrarını yahut oyuncuların değişmemesi koşuluyla bir benzerinin gerçekleşmesini bekliyordu. “Döndüğüm zaman ilk iş o kafeye tekrar gideceğim. Bu sefer yanımda birkaç yara bandı bulundursam iyi olur.”

© Raymond Depardon/Magnum Photos (1999)

Odanın ışığını kapatıp, kapıyı çekti. Bavulunu döne döne inen merdivenlerden aşağıya taşırken gitmiş iken bir de bizimkileri ziyaret ederim diye düşündü, “Uzun zaman oldu uğramayalı. Gerçi oranın bekçisiyle de ara pek iyi sayılmaz. Geçen sefer kalbini kırdık adamın.” Sokağa indirebilmişti bavulunu. Boş geçen bir taksi aramaya koyuldu. “Ben nereden bileyim orada yatan birisinin olduğunu, düz toprak işte. Mermer, tahta parçası falan koyan insan oraya. Kısa yoldur, şuradan geçeyim bari demiştim.” Oradan yatan insan olsaydım diye düşündü, “Hiç kızmazdım öyle, geç evladım, sen de geç. Ne kaldı sanki benden geriye ama bir vakit sonra dönüp dolaşıp bir elma kurdunun içinde sana geri döneceğim, haberin olsun.” Bekçinin gönlünü almak için bir şey yapması gerektiğini düşündü. Ne de olsa bakımını, temizliğini o yapıyordu oraların. “Beyaz mermer ile biraz toprak diye kestirip atmamak gerek, nice ot bitiyor içinde temizlenmesi gereken. Bir çiçek eksen suyunu o adam veriyor.” Hava giderek kötüleşiyordu. “Ankara nasıldır kim bilir şimdi. Şu boğazdan gelen rüzgâr başka vuruyor ama oranın havası da hava değil ki be, mezarlık çamura bulanmamış olsa bari.” Taksi ararken gözü bir kargaya takıldı. Belli ki üşümüş ve çokça ıslanmıştı. Karga olsaydım diye düşündü, “Hiçbir eylül bu denli soğuk geçmemişti.”

--

--

Enes Sekizsu
Türkçe Yayın

En sevdiğimdir güvenmek maviye. Sonrasında, bir maviyi suya katmak. Öyküler.