Sosyal Bir Sorun Olarak “Fanatizm ve Holiganizm”

Futboldaki fanatizm ve holiganizmin dinamiklerinin ve toplumdaki tezahürünün sosyal bilimler perspektifiyle incelenmesi

Aras Diler
Türkçe Yayın
5 min readApr 27, 2019

--

Atatürk Olimpiyat Stadyumu

Medyanın, futbol kulüplerinin, siyasi organizasyonların ve olayları büyük bir hayretle dışarıdan izleyen insanların düştüğü en büyük yanılgı sporda şiddet ve holiganizm konularının sadece futbol bağlamında düşünülüyor olmasıdır. Futbolu, şiddeti oluşturan bir unsur olarak değil de şiddetin ve bir takım bastırılmış birikimlerin dışa vurulduğu bir kurum olarak ele almak en doğrusudur. Bu soruna “titizlikle” yaklaşma hevesinde olan kurum ve kuruluşların neden yıllardır sonuç alamadığı tam da bu noktada yatmaktadır. Holiganizm; faşizmden, milliyetçilikten ya da fanatizmden çok da farklı değildir. Tek fark, holiganizmin, bu kavramların benzer özelliklerini futbolun içinde yaşatmasıdır ve eğer sonda söyleyeceğimi başta söyleyecek olursam; “samimi bir şekilde” holiganizm bitsin demek için aynı zamanda kadına yönelik şiddetin de, ırkçılığın da, trafik de edilen küfürün de bitmesi için çaba harcamalıyız. Çünkü holigan olarak tanımladığımız kişiler dünyadan izole bir şekilde sadece futbol sahalarında ortaya çıkmadığı gibi yine bu kişilerin ait olduğu çeşitli görüşler, istekler, sosyal hayat ve ekonomik durum gibi değişkenler içerisinde hayatlarını sürdürürler. Futbol dediğimiz kısım ise “Iceberg”in görünen yüzüdür.

Holiganlığın Yaygın Olduğu Ülkelerin Benzerlikleri

Holiganlık örnekleriyle en ön planda olan ülkeleri saydığımızda Türkiye, Yunanistan, Balkan ülkeleri ve Brezilya, Arjantin gibi Güney Amerika ülkelerinde hem fikir oluruz. Bu ülkeler farklı coğrafya, farklı etnik gruplar, farklı idari yapılar ve farklı kültürlere sahip olsalar da bütün bu ülkelerin çok önemli bir ortak yanı vardır. Bu ülkeler çok farklı özelliklere sahip olsalar da sosyal hayattaki eşitsizlikler bakımından birbirlerine yakın ülkelerdir. Bu ülkelerdeki gelir dağılımlarında ciddi dengesizlikler bulunur; ekonomide istikrar yoktur ve halkın büyük çoğunluğu bulunduğu “konuma” ve refah seviyesine karşı memnuniyetsizlik besler. Bununla beraber zenginle fakir arasındaki uçurum giderek daha da artmaktadır. Bu koşullarda yaşamaya mahkum insanlar ise sisteme olan öfkelerini çoktan içselleştirmişlerdir. Futbol ise bu içselleştirilen duyguların en rahat ve kolayca dışa vurulabildiği alanların başında gelmektedir. Taraftarlar, formalarına bürünüp kimliksiz homojen bir yapıya bürünmüş gibi gözüküp kolayca kitlelere karışsa da bu kişiler maçlara gittiğinde beraberinde dertlerini, sinir-streslerini, ya da hayata karşı olan öfkelerini de beraberinde getirir. Ayrıca, maçların naklen yayınlanması ve geniş kitlelerce takip edilmesi bu kişilerin maç ortamında gerek tutumlarıyla gerek tezahüratlarıyla gerekse de pankartlarıyla görünür kılınmasını sağlamaktadır. Bir diğer deyişle, ezilmiş, yok sayılmış ve haksızlığa uğramış insanlar maçlarda kendileri gibi hisseden geniş kitlelerle bir araya gelerek kendilerini güvende ve iyi hissediyorlar.

Sosyal Hayata Entegre Olamamak

Fanatiklerin ve holiganların sosyal hayatları incelendiğinde bu kişilerin yaşamlarında derin boşluklar bulunduğu gözlemlenmektedir. Ülkemizdeki ve çevremizdeki insanları gözlemlediğimizde birçok kişinin herhangi bir hobisi, uğraşısı ya da zamanını geçirdiği herhangi bir spor ya da sanat alanı bulunmamaktadır. Bu aslında üzerinde ciddi anlamda durulması gereken bir sorundur. Avrupa ve Amerika halkları incelendiğinde o bölgedeki insanların daha küçük yaşta çocuklarını çeşitli spor ya da sanat alanlarına yönlendirdiğini görebilmekteyiz. Tabi ki bunun ülkemizde gerçekleşmesinin oldukça zor olması yukarıda belirttiğim gibi ülke olarak ekonomik istikrarsızlıklar ve bununla alakalı olarak sosyal hayattaki kapanması zor boşlukların oluşmasıyla ilgilidir. Ülkemizdeki çocuklar incelendiğinde bu çocukların büyük çoğunluğu tatillerinde; etkinlik olarak sıkça aileleri tarafından Kur’an kursuna yazdırılıyorlar. Sadece sınırlı sayıdaki çocuklar müzik, spor, dans gibi alanlarda kendi yeteneklerini test etme fırsatı buluyor. Aslında küçük yaşta edinilemeyen bu alışkanlıklar ileride birçok hissiyatın farkına varılmamasının önünü açıyor. Böylece çocuk yaşta öğrenilemeyen yarışmacı ruh, empati ve takım olma duygularının eksikliği ileriki yaşlarda da etkisini gösteriyor. Çocukluk çağını bu şekilde geçirmiş kişiler yetişkinlik çağında da yaşantılarının büyük bölümünü TV karşısında ya da AVM’lerde etken olmaktan uzak edilgen bir şekilde geçiriyor. Bu bağlamdan bakıldığında kişisel hayatta kazanılamamış başarıların; tutulan kulübün başarısıyla kapatılmak istenmesi gayet normal karşılanabilir. Holiganlara gelene kadar koyu taraftarlar ve fanatikler dahi incelendiğinde; bu kişiler her fırsatta tuttukları kulüplerin en güçlü ve en başarılı olduklarını iddia ederler ve kulüplerinin başarılarını sanki kendi kişisel başarılarıymış gibi son derece sahiplenip, korurlar. Zaten yoğun ve mutlu bir sosyal hayat yaşayan ve yine mutlu olduğu işi icra eden bir kişi istese de tuttuğu takıma bu denli zaman harcayamayacak; deplasmanların birçoğuna gidemeyecek ve takımını “hobi” olarak bir sporsever sağduyusuyla takip edecektir.

Sosyal hayatta yaşanan tek düzeliğe; karşı cinsle olan etkileşimi de dahil edebiliriz. Yirmili yaşlarına gelmiş bir kişinin tuttuğu ilk şeyin sevgi beslediği bir kişinin eli yerine tuttuğu takımın bayrağı olması ve içindeki bütün heyecanı ve aşkı yine takımına aktarması kendisine göre dünyanın en muhteşem davranışı olarak haz vermektedir. Gerek tezahüratlar gerekse yapılan davranışlar incelendiğinde de fanatik taraftarların ve holiganların sergiledikleri davranışlar sanki bir kişiye yönelik yapılmış gibi “kişiselleştirilmiştir”.

Kültürümüze Kodlanmış Şiddet

Pek farkında olmasak da içinde bulunduğumuz kültür de son derece şiddet unsurları içeriyor. Hatta atasözlerimize bakıldığında “dayak cennetten çıkmadır, testi kırılmadan tokadı atacaksın, kızını dövmeyen dizini döver, öğretmenin vurduğu yerde gül biter” gibi birçok kalıplaşmış söz dilimize işleyip normal karşılanmaktadır. Bunun yanında insanlar çocukluğundan itibaren “fiziksel” olarak güçlü olmaya, karşındakini gücüyle alt etmeye ve akranları arasında herkesi dövmenin en saygı gören davranış olduğuna özendirilir. “Evde güreş, denizde deve güreşi, masada bilek güreşi, bahçede simit” oynayarak şiddeti günlük hayatımızın neredeyse ritüeli haline getiririz. Bu zihniyet içinde yetiştirilen kişiler yeterli eğitim ve donanımdan da eksik kalınca bu içselleştirilen davranışlarını yetişkinlik zamanlarında da farklı şekilde dışa vurmaya devam etmektedirler. Ülkemize has olan sonuç odaklı ve sabırsız olma zihniyeti de sanırım en çok bu kısımla bağdaşıyor. Çünkü galip gelen taraf “koyduk, geçirdik, ırzına geçtik” gibi söylemlerle her fırsatta rakibi üzerindeki gücünü en tahrikkar ve gövde gösterisi yaparcasını beyan ediyor.

Stadyumlar Stres Atma Yeri

Birçok taraftarın maça gitme sebebinin deşarj olmak, stres atmak ve rahatça küfür edip sinirlerini boşaltmak olduğu bilinmektedir. Bu anlayışın kabul görüp uygulamada da kesintiye uğramaması, maçlara gitmek isteyen büyük bir kitlenin stadyumları güvensiz bulmasına ve aileyle yapılacak “güvenli” bir etkinlik olarak görülmemesine neden olmaktadır. Sinemaların, tiyatroların, konserlerin ya da diğer spor müsabakalarının stres atma yeri olmayıp futbolun bu rolü üstlenmesi bir yana, birçok kişinin maçlara stres atmak için gitmesi ortada “bir şekilde” var olmuş stresin, gerginliğin ve sinirin göstergesidir. Demek ki; “tribünde her çeşit insan var” dediğimiz taraftarların birçoğunun sosyal hayatında atması gereken stresi ve biriktirdiği bir takım sinirleri var. Bir Alman ya da bir İngiliz taraftarının maça stres atmak için gittiği düşüncesi kulağa mantıklı gelmiyor çünkü oradaki insanların büyük bir çoğunluğu sosyal hayatta belli bir standarda erişmiş kişilerdir. Kendi hayatlarında muhtemelen bizdeki gibi gerilecek, stres yapacak olaylar yaşamıyorlar, insan haklarına uyuyor ve mutlu bir hayat yaşıyorlar hepsinden önemlisi oralarda insanlar sebepsiz yere ölmüyor.

--

--