Türk Sineması, Korku Türü ve İslami Bakış

Muharrem Evkuranlar
Türkçe Yayın
Published in
4 min readApr 29, 2019

Türkiye’ nin 105 yıllık sinema tarihinde, dini filmler kategorisi dışında değerlendirilen filmler içerisinde, İslam dininin veya tasavvufi düşüncenin, insanın manevi ve maddi yaşantısındaki yeri hakkındaki söylemlerinin bulunmadığını, verilen referansların neredeyse yok denecek kadar az olduğunu rahatça söylenebilir.

Bu tarz bir yazıyı yazmamın nedeni son 15 yıl içerisinde üretilen Türk korku filmleri. Ülkemiz sinemasının en başarısız olduğu film türü olan korku, özellikle son yıllarda adeta atağa geçti fakat içlerinden sinema anlamında başarılı olan film sayısı benim gözümde bir elin parmağını geçmez.

2005 yılında Hasan Karacadağ’ ın ilk filmi “Dabbe” yi duyduğumda oldukça heyecanlanmıştım. Filmin isminin kıyamet alametlerinden oluşu, İslami bir referans verişi orijinal bir fikir olarak kulağa hoş geliyordu. Film efektler konusunda çok başarılı olmasa da farklı bir şeyleri denemiş olmasıyla tatmin ediciydi. Daha sonraki dönemde Dabbe 5 e kadar yönetmen yol aldı ama herhangi bir zenginlik ve yenilik göremedik.

Karacadağ’ ın açtığı bu yol, bir çok yapımcı ve yönetmene de tabiki gişe şansı ve nemalanma umudu verdi. İslam dininde yer alan ve Kur’an ayetlerinde geçen cin ve benzeri mahlukatların yer aldığı filmlerin sayısı da yıllar geçtikçe arttı. Özellikle 2014 ve 2015 yılında ciddi bir artış söz konusu. Hikayelerinin benzer olduğu, içerik olarak farklılık gösterse de vasatın altında kalan bu yapımların adeta pazarlaması da aynı tipte görünüyor. Kur’ an-ı Kerim’ de yer alan ayetlerden birini fragmana ya da afişe koy, kıyısından köşesinden mutlaka cin çıksın. Bu dönem içinde diğer filmlerden ayrılan Alper Mestçi’ nin elinden çıkma “Musallat” ve “Siccin” ile Taylan Biraderler’ in “Küçük Kıyamet” filmleri, korku türünün başarılı örnekleri arasında gösterebilirim.

İslamiyet rahmet dinidir ama içerisinde korku öğelerini de barındıran, sinemaya bu anlamda orijinal fikirler de sunan bir dindir fakat bu ilham vericilik sinemamızda sadece bir cümle olarak yer alıyor ve basite indirgenmiş hikayeler olarak karşımıza çıkıyor.

Başarısız olsa da İslami motiflerin korku türü ile olan bu birlikteliğilini ne yazık ki diğer türlerde neredeyse hiç rastlamıyoruz. Oysa ki filmlerde incelenen insanın her türlü duygu değişiminin din tarafında bir tezahürü olduğu açık hatta tasavvufi anlamda bile anlatılacak sinemasal anlar aşikar fakat filmlerde yer alan karakterler öylesine yazılıyor çiziliyor ki sanki yaşanılan dünyada bireyin inanç tarafı hiç yokmuş gibi gösteriliyor. İşin içine dini referanslar ya da güçlü bir manevi hal göstermek gericilik gibi görülüyor. Sadece bir ney sesi koymakla ne yazık ki o sahne manevi bir hal almıyor.

Özer Kızıltan’ ın 2006 yılı “Takva” filmini bu yüzden önemli görüyorum hatta bu filmin, devamı cılız kalmış bir akımın öncüsü olduğunu düşünüyorum. Dini bir konuyu ele alıyor gibi görünse de aslında dini referansları ve tasavvuftan beslenerek bize bireyi anlatıyor. “Takva”’ dan sonra kimi filmlerin çıkmış olmasına karşın pek başarılı oldukları söylenemez. Tasavvufun keramet tarafıyla ilgilenen “Bendeyar”, dağınık senaryosu ve olmamış karakterleriyle kötü denilebilecek bir film. Yardım derneklerini merkeze alan “Takiye: Allah Yoluda” ve inanç istismarı ile gençlere odaklanan “Girdap” gibi filmler bireyden ziyade toplumu etkileyen hikayeleri ile göze çarpan filmler oldu.

Yönetmen Semih Kaplanoğlu’ nun sinemasını ise bu konuda farklı bir noktaya koymak gerekiyor. İşin maddi boyutundan ziyade manevi boyutunu inceleyen Kaplanoğlu, daha derinlikli ve incelikli olarak yüzeysellikten sıyrılan bir dile sahip. “Meleğin Düşüşü” ve “Yusuf Üçlemesi”’ nde bu tasavvufi düşünceye rastlamak mümkün. Reha Erdem’ in filmografisinde de bu manevi boyutun tezahürlerini görmek mümkün. Özellikle “Kosmos” ile hakikatin yansımasını insanda zuhur etmesini izleyebiliyorsunuz. Derviş Zaim ise İslam sanatlarından etkiler taşıyarak filmlerini güçlendiriyor. “Filler ve Çimen”’ de ebru sanatını, “Cenneti Beklerken” de minyatür sanatını ve “Nokta”’ da hat sanatını, filmlerinde bir motif olarak kullanmıştır.

Filmin içine yerleştirilen İslami bir motif veya tasavvufi bir düşünce sanki filmin değerini düşürüyormuşçasına uzak durulmaya çalışılıyor. Halbuki bu zenginliği kullanabilmek hem filmin adına hem de sinema adına çok büyük bir nimet. Ülkemiz dışından bir yönetmenin, Andrei Tarkovsky’ nin bir sözü ile yazıyı bitirelim. Belki daha etkili olur:

“Yaratıcıdan bağımsız bir sanata hiçbir zaman inanmadım. Sanatın anlamı yakarışın ta kendisidir. Yapıt ise duadır.”

Orjinal metin sitemde yayınlanmıştır.

Facebook | Twitter | Instagram | Slack | Kodcular | Editör | Sponsor

--

--